sairyusuf

Karayılan

BİR KARAYILAN HİKAYESİ                             05: EKİM: 2015

YAZAR: YUSUF ASLAN’IN

 

DRAMATİK BİR HALK ROMANI

 

 “ÖN SÖZ”

 

Değerli okurlarım ben Yazar: Yusuf Aslan. Malatya ili Fethiye köyünde dünyaya gelmeme rağmen istemeyerek de olsa, on beş yaşımda kendi köyümden ayrılmak zorunda kaldım.

Kendi köyümden ayrılma sebebim ise, bir kişiye aş lazım, iş lazım ve en önemlisi de bir eş lazım. E köyümde de iş imkanı olmayınca, diğer saydıklarımı da bulmak tabi ki zor. İçimden gelmeyerek köyümden ayrıldıktan sonra, Adana ya gelip, büyük iş yerlerine girmek için, tanıdıklarımın olmadığından dolayı küçük iş yerlerinde meydancı olarak çalışmaya başladım. Çalışmamın üzerinden hayli yıllar geçmiş, saçlarımda ağarmaya yüz tutmuştu…

Birde baktım ki emekli olma zamanım gelmiş.

Emekli olduktan sonra, amatörce şiir ve roman yazmaya kendimi verip, o gayret ile şimdiye kadar beşinci romanımı yazmış bulunmaktayım.

İki oğlan bir kız çocuğum olmak üzere üç çocuk babasıyım ve halen Adana ilinde yaşamaktayım.

 

Değerli okurlarım.

Bir romanı yazmak için, illa ki yüksek okul mezunu olmak, yada edebiyat öğretmeni olmak şart değil, gerekmiyor da.

Önemli olan şiir, makale ve roman yazacak kişinin yazacağı her ney olursa olsun, yazacağı konu hakkında bir araştırma yapıp kendisini ona göre hazırlaması, yetiştirmesi lazım gelir.

Yani belli bir ölçüde donanıma sahip olduğu zaman, hatta o zamana kadar okuduğu çeşitli kitaplardan da feyiz alarak en azından ufak bir tecrübeye sahip olmuş olur.

Bu “Bir Yılan Hikayesi” benim beşinci romanım olmakla beraber yazmak için, belli bir yol katettim. Ancak ki, yine de ben profesyonel bir yazarım diyemem, demiyorum da. Eğer ki ben profesyonel bir yazarım diye ortaya çıkmış olsam, işte o zaman kendimi yücede görmüş olur, Amatörce gayret ettiğim yazarlığımı da kaybetmiş olurum.

Kişi öncelikle nerede durduğunun farkına varıp, ona göre kendine çizdiği yolun değerini, kıymetini bilmesi lazım.

Bu romanımdan önce 1.“Garip Mirto” 2.”Fethiye nin Işıkları” 3.“Elif Kızın Kaderi” adlı romanlarımı yazdıktan sonra, 4.“Fadik Kız” romanımı Yönetmen Arzu Ay [Işık] hanımefendiyle birlikte inşa ettik. Bu romanlarımı halka sunduktan sonra, 5. romanım “Bir Yılan Hikayesi”ni Adana / Ceyhan / Naçarlı Köyü sakinlerinden olan Ayşe hanımdan edindiğim bilgiler doğrultusunda kaleme alıp yazmaya başladım.

“Bir Yılan Hikayesi” de diğer romanlarım gibi, uzun bir uğraşın, “örnek verecek olursam” Pamuk tarlalarında toprağa alın terlerini dökenlerin emekleri kadar kıymetli olan yüce bir emeğin ürünüdür.

Okuyucularıma sıkıcı değil de, akıcı bir halk romanı sunmanın gayreti içinde oldum.

Umarım Sizlerde “Bir Yılan Hikayesi”ni okumanın keyfini yaşayacaksınız.

Sevgi ve Saygılar.

Yazar: Yusuf Aslan.

 

****************

 

Sayfa: 1.

 

Çukurova’nın sıcağı insanın taa iliklerine kadar işler, Hatta, Çukurova’nın sıcağının yanı sıra, nemi bile zamanla demiri paslandırıp çürütür “derler.

Ceyhan a bağlı Naçarlı köyü sakinlerinden Ayşe’lerin Mustafa’ya babasından miras kalma üç dönümlük tarlasını, hasat alması için, çift sürme zamanı geldiğinde, her yıl karasabanını alıp öküzleriyle birlikte çift sürmeye gider.

Tarlasına gitmeye hazırlanırken bir taraftan karasabanı’nı yüklediği eşeğine ço, ço, ço deyip sürmeye çalışadursun, diğer taraftan da öküzlerinin sağa sola kaçmaması için, onlara oha gel, oha gel “diye sesleniyordu.

Saatler süren bir yolculuğun ardından, Amanos dağlarının eteğindeki tarlasına varan Ayşe’lerin Mustafa, eşeğin üzerindeki karasabanı yere indirdikten sonra, otlaması için eşeğini çayır çimen olan, yeşillik bir yere beraberinde getirdiği kazığı çakarak “kaçmaması için”, eşeğin yularını o kazığa sıkı sıkıya bağlar.

Daha sonra, kendinin oturması için topraktan yapmış olduğu seki’nin üzerine geçip oturarak hem dinlenir hem de koyun cebinden çıkardığı tabakasının üzerine iki üç kere eliyle vurarak tabakanın kapağını açıp, bir yaprak kağıt aldıktan sonra, parmaklarıyla da bir pança tütün alıp, özene bezene sigarasını sarıp, gazlı çakmağıyla da yakıp taa ciğerlerine kadar birkaç kere dumanını çeker, çeker ve öylece yol yorgunluğunu çıkarmaya çalışır.

Oturduğu yerden arada birde hem bağlı olan eşeğine bakar hem de çifte koşacağı sarı öküzüyle alaca öküzüne bakar.

Ayşe’lerin Mustafa baktığında eşeğinin ot yediğini [otladığını] görünce, hey gidi benim yiğit eşeğim, sen olmasan benim halim nice olur.?

Sen olmasan ben bu karasabanı köyden taa buralara kadar nasıl getiririm.?

Senin yediğin onca otlar, onca arpalar, onca samanlar sana helal olsun” diyerek eşeğine övgüler yağdırırken diğer taraftan da öküzlerine benim alaca öküzüm, benim sarı öküzüm sizlerin sayesinde babamdan kalma bu üç dönümlük tarlayı sürüyorum da çocuklarımın rızkını böylelikle çıkarmış oluyorum “diyerek öküzlerine de övgüler yağdırıyordu.

Sigarasını içip bitirmiş, yol yorgunluğunu da üzerinden atmıştı.

Ayşe’lerin Mustafa kendi kendine, hadi oğlum Mustafa oturduğun yerden kalkıp su dolu küpten de bir tas soğuk suyunu da içtikten sonra, karasabanı nı öküzlerine koş / bağla ve çiftini sürmeye başla “deyip yerinden kalkarak [azık] erzak çıkını’nın yanında ki küpten bir tas soğuk suyunu da alıp içer.

Daha sonra, öküzlerini karasabanın yanına getirip Biraz uğraştıktan sonra, öküzlerine karasabanı bağlayıp, kendisi de ağırlık olsun diye sabandan tutarak ho, ho, ho diyerek çift sürmeye başlar.

Zaten tarlanın hepsi üç dönümlük olduğundan dolayı bir baştan diğer başa gidip gelmek pek uzun zaman almıyordu, ama birkaç baş gidip geldikten sonra, Mustafa’nın alnındaki terleri domur, domur olmuş, her adım attığında ter damlaları yere damlıyordu.

Kendinin yorulduğunu hissettiğinde, öküzlerine de baktı ki, onlarda çift sürmeye ilk başladıkları gibi iştahlı yürümüyor / yavaşlamışlardı.

Anladı ki kendi gibi öküzleri de yorulmuştu.

Onları durdurması için, hoo, ho diyerek durdurduktan sonra, boyunlarındaki boyunduruğu da çıkararak rahatlamalarını sağlamıştı.

Öküzleri otların bol olduğu bir yere götürerek ot yemeleri için, onları mükafatlandırmış olup, kendiside topraktan yapılı olan o sekinin yanına giderek, şurada biraz oturup hem dinleneyim hem de azık çıkınımı açıp bir şeyler yiyeyim “deyip, toprak keseklere basıp ta düşmemesi için dikkatlice yürüyüp azık çıkınını bıraktığı yere gelmişti.

Bu arada gün öğlen olmuş, kızıl günün sıcağı tepeden vurup, sanki insanın beynine işliyordu.

Bir taraftan kızıl günün sıcağı, diğer taraftan rutubetin haddinden fazla olduğu Çukurova’nın hem sarı sıcağına hem de rutubetine dayanmak kolay değildi.

Ayşe’lerin Mustafa’ın vücudu terlemiş, başından dikine yukarı sarı sıcağın dumanının çıktığı belli olduğu gibi, gözlerine giren terinin tuzu da acı, acı yakıyordu.

Deyim yerindeyse ter topuğundan çıkıyordu.

Varıp su dolu küpünden bir tas su alarak elini yüzünü yıkayıp, sıcağın alevinden kurtulup rahatlaması için, başını da ıslattıktan sonra, azık çıkınını toprağın üzerine açıp,  getirdiği aşını ekmeğini hazırlıyordu.

Fakir fukara insanların eti budu ney ki azık çıkınında da ney ola?

Olsa, olsa bulgur pilavı, ekmek ve soğan olur.

Sofrasını hazırladıktan sonra, Ya bismillah Ya Allah deyip yemeğini yemeye başlayıp, Allaha da bin şükürler ediyordu.

Yemeğini yerken arada birde tasına soğuk suyu doldurup içerek boğazından aşmayan yemeğini aşırmaya çalışıyordu.

Nihayetinde yemeğini yemiş, azık çıkınını toparlamış, [dinlenmesi için] sırtını da toprak sekisine yaslayıp, deyim yerindeyse iki seksen uzanmıştı…

Biraz o vaziyette uzanıp durduktan sonra, doğrularak hemen sekinin üzerinde duran tütün tabakasını alıp, yine iki üç kere tabakasının üzerine eliyle vurduktan sonra, açıp bir yaprak kağıt ve bir pança da tütün alarak özene bezene sigarasını sarmış gazlı çakmağıyla da yakmıştı.

Sigarasının dumanını içine öyle bir keyif alarak çekiyordu ki, sanki yılların hasretiymiş gibiydi.

Ayşe’lerin Mustafa hem sürdüğü yerlere, hem de daha süreceği yerlere bakıp, bakıp kendi kendine İnşallah, yarın değil de öbürsü gün burayı bitiririm “diyordu.

Sigarasını da içtikten sonra, kalkıp öküzlerini bıraktığı yere giderek karasabanın yanına getirmişti.

Tekrar, karasabanı öküzlerine [koştuktan] bağladıktan sonra, çiftini sürmeye başlar.

Daha ilk gün olduğu için, öküzlerin de Ayşe’lerin Mustafa’nın da yoruldukları hallerinden belli oluyordu.

Tarla da birkaç baş daha gidip gelmeleriyle, güneş dağların ardına doğru aşmaya başlamış, akşamı da etmişlerdi.

Artık eve gitmelerinin zamanı gelmişti.

Hemen öküzlerden karasabanı söküp, olduğu yere bırakmış, oradan da eşeğinin yanına gidip, yularını bağlı olduğu kazıktan sökerek alıp getirerek, heybesini yükleyip öküzlerine de hadi ho, ho diyerek köye doğru yollanmışlardı.

Akşamın olmasıyla birlikte Fatma kadının da gözleri tarlada çift sürmeden gelecek olan Mustafa’sına bakıyordu.

Kendi kendine ha geldi ha gelecek Mustafa’m “diyordu.

Hava iyice kararmaya yakın olunca, ta uzaklardan sarı öküzün boynundaki çan’ın sesini duyan Fatma kadın, çok şükür geliyorlar, kendileri gelmeden sarı öküzün boynundaki çanın sesi taa kulağıma kadar geldi, ama Mustafa’mın yorulduğu gibi öküzlerde yorulmuştur.

Kıştan beri ahırda hep yiyip içip yattılar, aylardır yatıp ta şimdi de çift sürmeye giden öküz de hiç öküzlük kalır mı?

Tabiî ki yorulacaklar, hatta hamlarlar bile “deyip hem Mustafa’sı için hem de öküzler için, kendi kendine hem düşünüp hem de yorum yapan Fatma kadın. Yine, kendi kendine “uy ama ben niye burada onları bekliyorum ki, ola ki öküzler huysuzluk eder de sağa sola kaçarlar, onlara sahip olmak için, şöylece yola doğru gidip onları karşılayayım “der ve tarladan gelenleri karşılamak için, harekete geçer.

Mustafa ile öküzlerin köye girmeleriyle karanlık iyice çökmüş evlerdeki gaz lambaları da tek, tek yanmaya başlamıştı.

Mustafa eşeğinin üzerine oturmuş eline de uzun bir çubuk almış, sağa sola giden öküzleri hem elindeki çubuğuyla çevirip hem de “oha gel, oha gel” diyordu.

Köye girdiklerinden olacak ki öküzlerde yoldaki gibi sağa sola kaçmıyor, bir an önce eve varmaları için, sanki birbirleriyle yarış ediyorlardı.

Fatma yetişmişti tarladan gelen emektarlara…

Bir Mustafa, bir eşek, iki de öküz olmakla birlikte bunların dördü de emekçi canlardı.

[Fatma’nın] eşinin geldiğini gören Mustafa, benim gözümün nuru, benim suna boylum bak beni karşılamaya geliyor.

Ahh benim güzel Fatma’m seni bağrıma basıp ta şu divane gönlümü hoş etmek istiyorum, ama çift sürmekten öyle yorulmuşum ki, seni bağrıma basmaya basarımda ancak, şu divane gönlümün süreceği keyfi yetirip sefayı süremem.

Yine de Allah büyük mevlam kerimdir.

Gün ola harman ola, hele şu tarlayı sürüp bitireyim, ondan sonra seni bağrıma öyle bir basacağım ki…

İşte o zaman dünyanın en mutlu herifi ben olacağım “diye hayal kurarken, Fatma kadın da onlara yetişmişti.

Yetişir yetişmez de önce Mustafa’sının yanına varıp, Mustafa’m gördüğüm kadarıyla hem sen hem de hayvanlar çok yorgun gözüküyorsunuz amma, sen hoş gelesin yiğidim, sen hoş gelesin evimin direği “diyerek elini eline alıp birkaç saniye tuttuktan sonra, hemen öküzlerin ardına geçip “ho, ho, ho diye sürmeye başlamıştı.

Eve gelir gelmez, her ikisi de birlikte hayvanlarının rahatlaması için, önce eşeğin sırtından palanı nı çıkarıp hem eşeğin hem de öküzlerin yemini suyunu verip, onların ihtiyaçlarını gördükten sonra, Fatma kadın hemen sofrayı hazırlamaya başlar.

Sofrayı hazırlarken Ayşe’lerin Mustafa’da su tulumpasından su çekerek elini yüzünü, ayaklarını yıkıyordu. Fatma kadın Mustafa’m sofrayı hazırladım, yemek hazır.

“Hadi gel de yemeğini yiyesin “diye seslenerek Mustafa’sını yemeğe çağırıyordu.

Fatma kadının kendisine seslendiğini duyan Mustafa, aha geliyorum Fatma’m, aha geliyorum “deyip omzuna attığı havluyu alarak elini yüzünü sile, sile sofranın hazırlandığı odaya doğru gider.

Mustafa her ne kadar elini yüzünü, ayaklarını da yıkasa yorgunluğu yüzünden belli oluyordu.

Adamcağız bu gün bir hayli yorulmuştu.

Oda ya girdikten sonra, elini yüzünü sildiği havlusunu duvardaki çiviye asıp daha sonra da, hazırlanmış yer sofrasına geçip oturur.

Mustafa sofraya oturur oturmaz Fatma da Mustafa’sının karşısına oturup, hadi Mustafa’m yemeğini ye de, yemeğimizi yedikten sonra, sana birde yorgunluk çayı demleyeyim.

Yorgunluk çayı demleyeyim de [biraz olsun] hiç bari yorgunluğun çıkar “deyip her ikisi de o günü hazırlanmış olan yemeğe kaşıklarını sallamaya başlamışlardı.

Yemek yedikleri yerde Mustafa, aklından geçirdiği bütün düşüncelerini Fatma’sına tek, tek anlatıyor, o’nun da fikrini alıyordu.

Ali aklından geçirip te anlatacağı sözlerine şöyle başlamıştı.

Güzel Fatma’m sende biliyorsun ki bu üç dönümlük tarlaya buğday eksem bizim kışlık yiyeceğimiz unluğu bulgurluğu çıkarmıyor.

Arpa eksem, arpa hiç para etmiyor.

Pamuk eksem, tarlanın hepsi üç dönüm olduğu için, kaldırdığımız pamuğun getirisi evimizin gazına tuzuna yetmiyor.

Aha bu gün gidip sabahtan akşama kadar çift sürdük.

 Tarlayı sürmeye başladık ama, kaldıracağımız hasat, çektiğimiz emeği korudur mu yada korutmaz mı “onu da bilemiyorum?

Ancak bu gün hayli düşünüp taşındım, bir karara varmaya yaklaştım, ama aklımdan geçen düşüncelerimi seninle de paylaşayım istedim.

Güzel Fatma’m ben diyorum ki, bu sene tarlayı sürüp ekin ekeceğiz, ama gelecek sene ekin ekmeyelim.

Ancak, yine tarlayı sürüp hazırlayalım, peki ney ekmemiz için tarlayı sürüp hazırlayacağız?

İşte benim aklımdan geçen düşüncem şöyle…

Köyümüzde hiç üzüm bağı yoktur, eğer ki biz o tarlayı üzüm bağı edersek hem bizlerin yemesi için, hem de köylüyle, köye gelip giden yabancılara satışını yaparsak “yaparız da...

O zaman hiç bari günü birlik cebimiz para görür.

Cebimiz para görür de evimizin gazını, tuzunu şekerini, çayını alırız.

Ben diyorum ki gelecek sene tarlayı üzüm bağı edelim, ama sen ne diyorsun benim bu fikrime canım? Diye sorduğunda, Fatma kadın zeki bir kadın olduğu için, hemen cevap vermeyip, yapacağın işini bana danıştığın için, sana çok teşekkür ederim, ama senin bu soruna yarın cevap vereyim.

Şimdi güzelce karnımızı doyuralım daha sonra da bir yorgunluk çayı demleyip içelim “olmaz mı Mustafa’m diyerek, kocasının sorduğu sorusunu nazik bir şekilde beklemeye almıştı.

Fatma kadın eşi Mustafa’nın iştahsız bir şekilde yemek yediğinin farkına varınca, o ne Mustafa’m “yemeğini niye iştahsız yiyorsun?

Yemeğimi beğenmedin, yoksa yorgunluktan mı iştahın kesildi? Diye eşinin niçin yemek yemediğini öğrenmeye çalışıyordu.

Oysaki Mustafa kaç aydan beri hiç çalışmamıştı.

Bu günde tarlaya gidip çalışınca tabi ki yorulacaktı.

Tabi ki hamlayacaktı “hamlamıştı da.

Mustafa eşinin sorduğu sorusuna cevaben, birkaç aydan beri çalışmayıp yan gelip yattığım için, hem yorulmuşum hem de hamlamışım.

Eee o kadar da olacak canım.

Bu gün yorulurum, hamlarım, ama hamlaya, hamlaya, yarın da hamlığım çıkar “İnşallah. “deyip ağzına aldığı bir parça ekmeğinden sonra, bir iki kaşıkta yemek aldıktan sonra, hanım bu gün benim iştahım kesilmiş, eline sağlık yemeğin güzel olmuş ama ben yorgun olduğumdan dolayı daha fazla yiyemiyorum.

Ben yemekten kalktım diye, sende hemen kalkma, karnın doyasıya yemeğini ye…”diyerek ardından da “Elhamdülillah” Rabbim verdiğin nimetler için, sana hamdüsenalar olsun “deyip sofradan kalkarak doğru tulumpanın yanına gidip tekrar elini ağzını yıkadıktan sonra, geri odaya gelirken aklına ahırdaki eşeğiyle öküzleri gelmişti.

Kendi kendine, oda’dan çıkmışken ahırdaki alacayla sarı öküzlerim ile yiğit eşeğime de bakayım, eğer ki yemliklerinde ki yemlerini yemişlerse, önlerine biraz daha yem koyayım da bol, bol yemlerini yiyip karınlarını doyursunlar “diyerek ahırın kapısına varmıştı.

Bir eliyle çırasını tutarken diğer eliyle de ahırın kapısını açıp içeriye giren Ayşe’lerin Mustafa öküzleriyle eşeğinin yemlerini kontrol edip, yemliklerinde azalan yemlerinin üzerine biraz daha yem bırakıp, ayrıyeten içecekleri suyu da getirip bol, bol sularını da içirdiğinden olacak ki zaman bir hayli geçmişti.

 Fatma kadın eşinin geciktiğinin farkına varmış, bu adam niye bu kadar gecikti “deyip oda’nın kapısını açarak Mustafa’m nerde kaldın.

Sen bu kadar uzun vakitli gecikmezdin “Mustafa’m “diye seslice eşinin duyması için, bağırıyordu, ama birde ne görsün, ahırın kapısından çıranın ışığı dışarıya doğru yansıyordu.

Çıranın ışığının yansımasını görünce, oy benim yiğit adamım, demek ki elini yüzünü yıkadıktan sonra, ahıra gidip mallara da bakıyorsun “diye düşünürken, bir taraftan da Mustafa’m sen ahırdamısın “diye sesleniyordu. Zaten Mustafa’da ahırdaki işini bitirmiş, geri çıkıyordu.

Eşinin kendine seslendiğini duyan Mustafa da aha geliyorum Fatma’m, geliyorum “diye sağa sola çarpılmamak için, dikkatlice odaya doğru ilerliyordu.

 

Mustafa odaya yaklaştığında elindeki çırasını üfürüp yerine koyduktan sonra, kapının ağzına geldiğinde, Fatma kadın da eşine sadakatını göstermek yada sevgisini göstermek amacıyla, elini uzatarak eşinin elinden tutup “gel Mustafa’m gel.

Elini yüzünü yıkadıktan sonra, demek mallara bakmak için, ahıra da gittin.

Sen ahırdayken bende çay suyunu ocağa koymuştum, şimdi kaynadı kaynayacak oldu. Hele ben bir gideyim de şu çayı demleyeyim  “deyip ocaklığa çaydanlığın yanına gittiğinde çay suyu da kaynamıştı zaten. Fatma kadın iyi ki tam zamanın da gelmişim. Yoksa su kaynaya, kaynaya çaydanlıkta su kalmayacaktı “deyip çayı demledikten sonra, bir iyice demini alması için, çaydanlığı ateşin üzerinden alıp ocağın kenarına bırakıp. Daha sonra, bir tepsinin üzerine bardağı kaşığı ve şekeri koyarak odaya götürür.

Odaya girerken Ayşe’lerin Mustafa da eşine, böyle geç kaldığına göre, herhalde çayı demledin Fatma’m “diye çayın demlenip demlenmediğini öğrenmeye çalışıyordu.

Çünkü, Mustafa’nın uykusu gelmişti.

Eğer ki çay faslı olmasaydı çoktan yatacaktı. Eşinin çayı demledin herhalde Fatma’m “dediğini duyan Fatma kadın da, eşine sana bi yorgunluk çayını içirmeden hiç seni yatağa sokar da ilk akşamdan uyuturmuyum Mustafa’m. Çayı demlemeye demledim de, demini alması için ocağın kenarına bıraktım.

 Orda biraz bekleyip demini alsın da getireyim “diye birbirleriyle hoş sohbet eden karı kocanın sohbetleri biraz uzamış olacak ki, Fatma kadın eşine, sohbete daldıkta ocakta çayı unuttuk. Hele gideyim de şu çayı alıp getireyim “deyip kalkıp ocaklığa doğru giden Fatma, İnşallah karanlıkta sağa sola çarpılıp ta düşmem “diye düşünüyordu, ama evini de çok iyi biliyordu. Gözlerini yumsa bile evin her tarafını dolaşır, hatta nerede ney var, ney yok hepsini bilir, hatta bir şey arayacak olsa bile gider onu da bulur. O kadar da akıllı ve izanlı bir Fatma kadın dı…

Ayşe’lerin Mustafa’da Fatma’m çaydanlığı getirirken ayağı bir yerlere takılıp ta düşmesin diye, ışığın dışarıya yansıması için, odanın kapısını ardına kadar açmıştı.

Nihayetinde odaya çay gelmiş, bardaklara dolmuş, her ikisi de çaylarını yudumluyorlardı.

Çaylarını yudumlarken dış kapıları güm, güm, güm diye çalmaya başlamıştı. Belli ki davetsiz bir misafir gelmişti.

Mustafa elindeki bardağını yere bıraktıktan sonra, akşam, akşam hayırdır İnşallah.

Bu gece vakti kim gelebilir ki diyerek, pencereye gidip dışarıya bakarak “kimsiniz” diye seslenince köylüleri olan patrikli Hasan, benim Mustafa gardaş, ben patrikli Hasan “diye seslendiğini duyan Mustafa, zaten patrikli Hasan olduğunu sesinden anlamıştı.

Anlar anlamaz, gardaş hele bekle de gelip kapıyı açayım “diyerek pencerenin önünden çekilip dış kapıya doğru gider.

Mustafa dış kapıya doğru giderken, Fatma kadın da demek ki patriklinin de bu çayda nasibi varmış “diyerek, gidip bir bardak daha getireyim de o da çay içsin “diye patrikli Hasan ile Mustafa’nın gelmelerinden önce, Fatma kadın çay bardağını alıp getirmişti.

 

Mustafa odanın kapısını açıp, buyur Hasan gardaş, önden buyur “diyerek patrikli Hasan a saygısını gösteriyordu.

Patrikli Hasan içeriye girdiğinde, Fatma bacım akşam, akşam sizi rahatsız ettim, ama lütfen beni bağışlayın. Ben de biliyorum gecenin bu saatinde misafirlik falan olmaz. Amma, mecbur kaldım, yoksa bu saatte gelip de sizleri rahatsız etmezdim “diyerek derdini tasasını söylemeye çalışıyordu, ama Ayşe’lerin Mustafa da, hele şu çayını bir yudumla, iç te ondan sonra ne derdin ne tasan varsa söylersin “hele önce çayını iç gardaş “diye söylüyordu.

Patriklide tamam gardaş hem çayımı içeyim hem de size bir işim düştü.

Onu anlatayım “diye çayını yudumlamaya başlamıştı.

Patrikli çayını yudumlarken, derdini de anlatmaya başlamıştı.

Mustafa gardaş bilirsin ki senin tarlanın yanındaki tarlamı giden sene ipotek etmiştim.

Şimdiyse ipotek ettiğim adam haber salmış; ben yarın Naçarlı ya geliyorum, patrikliye söyleyin de paramı hazırlasın.

Eğer ki paramı veremezse tarlasını elinden alırım “demiş.

Sizler de bilirsiniz ki oralardaki tarlalar, kan değerinde tarlalar.

Benim halim durumum ortada, garip yiğit adamım. Ancak ki bir yerde benim de alacağım var amma, daha zamanı var.

Yarın o adam gelir de ben de parasını veremesem, o güzelim tarlam elimden gider “diye korkuyorum.

O tarlayı elimden aldılar mı, daha sonra, çocuklarım ne yer ne içerler.

Çoluğun çocuğun rızıklarını işte o tarladan çıkarıyorum.

Buraya kadar tarlanın ipotek işlerini anlattım.

Buradan sonrası da, tarlayı ipotekten kurtarmak için, benim de alacağım paramın zamanına kadar, bana bin lira borç para verirmisin?

Bilirim ki senin paran hiç tükenmez, her zaman kıyıda köşede üç beş kuruşun olur.

Çok değil bir ay ya da en fazla iki ayda parayı alacağım. Parayı alır almaz hemen borcumu öderim.

Sen de benim huyumu bilirsin ki borcum oldu mu hemen hasta olurum. Hasta olmamak için, tez elden borcumu öderim. “diye utanarak derdini anlatan patrikli Hasan çayını da bitirmişti.

Çayın bittiğini gören Fatma kadın hemen çay bardağına çayı tazeler.

Patrikli Hasan her ne kadar çok sağ ol Fatma bacım daha içmeyeyim derse de, Fatma kadın iç, iç bir bardak daha çay iç “diye bardağa çayı doldurmuştu.

Patrikli Hasan aslında kendini anlatmasına hiç gerek yoktu.

Zaten Ayşe’lerin Mustafa patrikli Hasan ı tanıyordu. Mustafa biliyordu ki patrikli her hangi bir şey için, bir söz verse mutlaka sözünü yerine getirecekti!

Aksi takdir de merakından çatlardı.

Öylede sözünün eri bir insandı.

Ali patrikliye, sadece bunun için mi, yani para için mi buraya kadar yoruldun.

Ben de sanmıştım ki bizlere özlem duydun da geldin “diye esprisini yaptıktan sonra, Hasan gardaşım sen tarla için hiç tasalanıp merak etme… Yarın o adam buraya gelecekse göreceği de var.

Hele sabah ola hayır ola, sen çayını rahat, rahat iç.

Tarlayı ipotek eden o kavat ta yarın köye geldiğinde, önce alıp bize getirir bir güzelce karnını doyurur, çayını kahvesini içiririz ondan sonra da, onun sende her kaç kuruş parası varsa çıkarıp öder, adamı da bir güzelce yollarız.

Bilirsin ki köyümüze gelen bir yabancıya ilk önce aşını ekmeğini, çayını kahvesini ikram etmek bizlerin baba, dede, ata geleneğimiz olduğu için,

Öncelikle bunları yapmaya çalışırız, çünkü misafir ağırlamak bizlere alışkanlık oldu bir kere…

Sen de hiç meraklanma, çayını rahatça iç. Ondan sonra da evine git rahatına bak “olur mu gardaşım. “dediğinde Patrikli Hasan ın hem içi rahatlamış hem de çayını sindire, sindire rahatça içmeye başlamıştı.

 

Patrikli Hasan ikinci bardağını da içtikten sonra, de hadi bana müsaade, ben gideyim artık.

Gece vakti evinize gelip derdimi, tasamı tek, tek anlattım.

Sizlerde gayet bir güzellikle beni dinlediniz. Şu zamana göre benim sizden istediğim borç para, aslında çok para, ama sizlerden Allah razı olsun, beni kırmayarak istediğim paraya “tamam dediniz. Bunun yanı sıra bana çay ikramında da bulundunuz. Ben şimdi buradan gayet mutlu bir şekilde kalkıp evime gideceğim. Tekrar çok sağ olun var olun” dedikten sonra ayağa kalkıp, hadi sizlere hayırlı geceler olsun “diyerek gitmeye çalışınca, hem Ayşe’lerin Mustafa hem de Fatma kadın ikisi de birlikte patrikli Hasan ı yolcu eylerler.

 Patrikli Hasan, Mustafa’dan bin lira sözünü almıştı.

Hasan da bir şey için, bir söz verdimi kellesini de kesseler sözünden hiç kimse döndüremez, öyle de sözüne sağlam bir adamdı.

Gece hayli bir vakit ilerlemiş, yalandan birileri öksürse, essahtan köyün ta alt başından duyulurdu. O kadar ki ortalık sessiz sakindi.

Patrikli gecenin bir vaktinde o keyif ile evine giderken, komşularından biri evini olsun davarını, malını olsun beklemesi için, bir kangal cinsi köpek alıp getirerek bahçesinde zincire bağlamıştı. Patrikli de tam o evin hizasına geldiğinde, köpek gür bir sesle havlamaya başlarmış hatta zinciri kırarcasına saldırmaya çalışıyor, ama bağlı olduğu için, patrikliye yaklaşamıyordu.

Ancak köpeğin aniden havlamasını duyan patriklinin de “sanki” yüreğine kan damlamıştı.

Nihayetinde, hemen oradan alelacele uzaklaşmaya çalışır.

Zaten iki ev sonra kendinin evi olduğu için, tez zaman da evine varan patrikli Allaha çok şükür gece vakti ite mite dalanmadan sağ salim evime geldim.

Ya o ite dalanmış olsaydım, beni it’in elinde kim kurtaracaktı.

Şu gece vakti herkes evinde mışıl, mışıl uyuyor, onlar uyanıp ta gelene kadar, o it beni paramparça eder di “diyerek yaşadığı o hazin durumu korkuyla birlikte düşünüyordu.

Ertesi günü daha öğlen vakti olmamıştı ki tarlayı ipotek eden adam köyün kahvehanesine gelip patrikli Hasan ı nerede bulabilirim “diye köylülerden sormaya başlamıştı. Adamın patrikliyi bir daha sormasına fırsat vermeden, kenarda bir masada oturan Ayşe’lerin Ali buyur gardaş, buyur aha böyle gel otur da konuşalım, konuşmaktan kimseye zarar gelmez, insanlar konuşa, konuşa anlaşırlar.

Hele gel şöyle otur, bir iki bardak misafir çayımızı iç. Sen çayını içerken bizde konuşuruz “dediğinde, Ali’nin masasına buyur etmesi adamın hoşuna gelmiş olacak ki, hemen Ali’nin masasına doğru yönelip masaya geldiğinde Selamun aleyküm gardaşım. Ben Ceyhanlı Mahmut “deyip elini uzatarak Mustafa ile tokalaşıp sandalye ye daha oturur oturmaz, garson hemen çayı yetiştirmiş olup, buyurun, buyurun efendim afiyetle çayınızı için, “diyerek her ikisinin de önlerine birer bardak çay bırakmıştı.

Ayşe’lerin Mustafa, Mahmut gardaş sen patrikli Hasan ı niye sormuştun?

Aranızda bir alacak verecek mi var yoksa? Diye soruşturmaya çalışırken, Ceyhanlı Mahmut ta Mustafa’ya gardaş sen iyi bir adama benziyorsun. Eğer ki sen iyi biri olmasaydın elin deriyle sorunuyla hiç uğraşmaz, aman bana ne “derdin. Evet benim patriklide biraz alacağım var. Bu alacağımın yerine de tarlasını ipotek etmiştim. Şimdi ipoteğin günü, zamanı geldiği için, buraya kadar geldim “diyordu. Mustafa da hoş geldin sefa geldin, ama sen o zaman ne kadar para vermiştin, şimdi ne kadar para istiyorsun “bunu da öğrenebilirmiyim senden? Diye sorunca, Ceyhanlı Mahmut, Mustafa’nın bir polis hafiyesi gibi sorgulamasına bozulmuş olacak ki, ama yine de yumuşak bir tarz da, yahu gardaşım kusuruma bakma ama, yoksa sen patriklinin vekilimisin? “diye Mustafa’nın fikrini öğrenmeye çalışıyordu. Deyim yerindeyse iki kurnaz tilki karşı kaşıya gelmişlerdi.

Mustafa, hele söyle bakalım senin patriklide ne kadar alacağın var. “dediğinde, Mahmut ta tam tamına bin lira alacağım var. Bunun beş yüz lirası anapara m, beş yüz lirası da paramın faizi “dediğinde tam o sırada çayları da bitmişti. Mustafa garson a seslenerek, hele bize iki bardak daha çay getir “diyordu.

İkinci bardaklarını da yudumlarken, Mustafa Mahmut a, demek patriklide bin lira alacağın var. Bunun beş yüzü anapara, beş yüzü de faiz parası ben doğrumu anladım seni “diye Mahmut un yüzüne bakarak sorduğunda, Mahmut ta evet doğru anlamışsın. “diye birbirleriyle “bir ip üstünde iki cambaz” ın oyununu oynuyorlardı.

 

Mustafa Mahmut a gel seninle bir anlaşma yapalım.

Sen patriklide ki paranı bana sat “olmaz mı? Diye umulmadık bir soru yöneltince, Ceyhanlı Mahmut duyduğu bu umulmadık sözün karşısında bir anlık şaşırmış vaziyette kaldıktan sonra, Tamam patrikliden alacağım parayı sana satayım. Benim patriklide tam tamına bin liram var. Ayrıyeten benim buraya gelip gitmelerimi de içine vurursak, eder bin iki yüz lira. Ben bin iki yüzde istemiyorum. Sen bana bin yüz lira ver, bende nasıl gelmişsem öylede çekip gideyim. Ne patrikli beni görsün nede ben patrikliyi göreyim. “diye sıkıdan alıyordu işini, ama Ayşe’lerin Mustafa’da cin gibi adamdı.

Hiç düşer mi Ceyhanlı Mahmut un attığı oltaya… Ceyhanlının bin yüz lira dediğini duyunca, bu seferde Mustafa duyduğu sözün karşısında bir anlık şaşırmıştı.

Mustafa şaşırmış olsa da hemen kendini toparlayıp, Ceyhanlı Mahmut a yahu arkadaşım biz seni baş tacı ederken, şurada sen bizi ayakaltı ettin.

Hiçbir yerde görülmüş mü bin lira yerine bin yüz lira para almak. Hayır, böylesi bir kanun ne Allah ın kitabında var, nede kulların arasında var.

Ayşe’lerin Mustafa Ceyhanlı Mahmut a, güzel gardaşım senin hiç mi çağan çoluğun yoktur? Senin hiç mi ekmek yedirdiğin kimsen yoktur? Elbette çağanda vardır, çoluğunda vardır! Hatta senin sofranda ekmek yiyen bir sürü insanlarda vardır. “öyle değil mi? Diye üstüne,  üstüne giderken. Ceyhanlı Mahmut ta bir ara düşünceye dalarak, evet senin bu dediklerinin hepsi bende var, ama sen sözü nereye getireceksin. Sözünün sonunu bağla da bizde ne olacağını anlayalım.” Diyordu.

Ayşe’lerin Mustafa, Mahmut a tekrar güzel gardaşım sen bu çocuklarına yedireceğin ekmeği helalinden yedir. Helalinden yedir ki onların da boğazından yedikleri lokma rahatlıkla aşa…

Senin patriklide ki anaparan beş yüz lira. Bu parayı bankaya yatırsan sana ne kadar faiz verirler? Verse, verse bir yılda yüz lira faiz verirler. O zaman da senin paran bir yılda altı yüz lira olur.

Bak Ceyhanlı gardaşım, patriklinin durumu iyi değil, sen o parayı ondan bu sene alamazsın. Alamayınca da elinden tarlasını alırsan, o tarlayı bu köyde hiç kimse sana ektirip biçtirmez. Satacak olursan bile, hiç kimse almaz. Bir başkasına satacak olsan bile, bu köylü o tarlayı sana sattırmaz.

Ben sana gel seninle anlaşalım “diyorum amma, sen bana hiç yaklaşmıyorsun. “diye sözü bindiriyordu.

Ceyhanlı Mahmut, Mustafa’nın sözlerinin karşısında şaşırıp kalmıştı, ama peki sen benimle nasıl anlaşacaksın ki? Patrikli de benim bin lira param var.

Yoksa benden bağışlamamı mı bekliyorsun “diyordu ama, Mustafa’da kurnaz biri olduğu için, haşa bizim senin ana paran da gözümüz yoktur. Ben diyorum ki, gel şu faizi yarı yarıya indirelim. Yarıya indirelim de patrikli de rahat bir nefes alsın. Onun da çağası çoluğu var. O bin lirayı başkasından borç harç edip sana verdiğinde, senin vicdanın hiç rahat edecek mi? Tabi ki rahat etmeyecek. O zaman gel seninle yedi yüz elli de anlaşalım.

 O parayı da vallahi de billahi de ben vereceğim.

O da eli genişe çıktığı zaman versin ya da başka bir zaman.

Bana ne zaman verirse versin. Adamı fazla sıkboğaz etmeye gerek yoktur.

Biliyormusun “patrikli borç para istemek için, akşam bize gelmişti. Para istediği sıra da hele onun nasıl eğilim büküldüğünü bir görecektin, eğer ki görseydin vallahi de billahi de için parçalanırdı. “diye damardan girdikçe Ceyhanlının da vicdana gelerek üzüldüğünü sezen Ayşe’lerin Mustafa, Ceyhanlıya daha da yüklenmeye başlamıştı. O kadar dil dökmenin bedelini / karşılığını almaya başlamış gibiydi.

Ceyhanlı, Mustafa’nın acıtasyon yaratıcı sözlerine daha fazla dayanamayarak, tamam gardaşım tamam. Yedi yüz elli liramı verinde, geri kalan param anamın ak sütü gibi helal olsun “diyordu. Yedi yüz elliyi duyan Mustafa hiç zaman kaybetmeden hemen koyun cebinden parayı çıkararak Ceyhanlıya ödemiş, senedi de almıştı. Ceyhanlı da parayı cebine koyarken patrikli Hasan kahvehaneye gelip, Ayşe’lerin Mustafa ya, gardaş sana bakmak için, size gittim de senin için, kahveye gitti “dediler. Kahvehaneye geldiğini duyunca ben de hemen buraya geldim “deyip Ceyhanlıya da sen de hoş gelesin ağam “diye elini uzatarak tokalaşırken, Mustafa patrikliye, seninle Ceyhanlı gardaşımın işini hallettik aha burada oturup çayımızı içerken “diye müjdeyi verdiğinde, patrikli para işinin hallolduğunu da öğrenince, sen çok yaşa değerli köylüm, sen çok yaşa. Beni bir borçtan kurtardığın gibi, tarlayı da ipotekten kurtardın. “diye şapkasını havaya fırlatarak keyif ediyordu.

Bu arada Ayşe’lerin Mustafa garson a seslenerek oğlum bize üç tane daha çay getir “diyordu. Ceyhanlı Mahmut parasını aldığı gibi çayını da içtiği için, tekrar gelecek çayı beklemek istemediğinden, bana müsaade ederseniz ben kalkayım, daha Ceyhan a oradan da başka bir yerlere gideceğim “diye sudan bahaneler uydurarak kalkmaya çalışsa da Ayşe’lerin Mustafa, yokkk hemen öyle kalkıp gitmek olmaz gardaşım. Hele şu çayını da iç, ondan sonra da eve gidelim. Allah ne verdiyse soframızı kurup bir şeyler yiyelim. Daha sonra sen sağ ben selamet, gideceğin yere güle, güle git. Yemeğini yiyip karnını doyurduktan sonra, seni burada tutan olmaz. “deyip garsonun getirdiği çayları da içtikten sonra, hep birlikte kalkıp yollanınca patrikli Hasan, Mustafa gardaş bize gidelim de yemeğimizi bizde yiyelim “dediyse de Ayşe’lerin Mustafa, yok olmaz gardaşım. Ben gayfeye gelirken, biraz sonra bir misafirimle birlikte eve geleceğiz, biz gelmeden sen bir sofra hazırla emi Fatma m “diye Fatma yı tembihlemiştim. Şimdiye yemek falan hazırlanmıştır. Kadıncağızın hazırladığı onca yemekler boşa mı gitsin yani “diye konuşa, konuşa evlerine gelmişlerdi. Eve geldiklerinde ev sahibesi Ayşe’lerin Mustafa, arkadaşlar kahvede ellerimiz masaya sandalye ye yada sağa sola ister istemez değiyor. Sofraya oturmadan şu ellerimizi bir güzelce yıkayalım “deyip doğruca tulumpanın başına götürmüştü misafirlerini. Onlar ellerini yıkarlarken Fatma kadın da havluyu alıp onların yanına götürmüştü ki ellerini sileler.  Nitekim de öyle oldu. Ellerini sildikten sonra hep birlikte misafir odasına girdiklerinde, yemekler çoktan hazırlanmış, sofra kurulmuş, geriye sadece ev sahibesiyle misafirlerin oturup yemeği yemeleri kalmıştı.

Bu izzet iltifatı gören Ceyhanlı Mahmut adının faizciye çıkmasından olsun, patrikliye faize para vermesinden olsun utanır hale gelmişti. Yemeklerini yiyip çaylarını içerken patriklinin mülayım halini de gördüğü için, Ceyhanlı aldığı paranın yüz lirasını daha geri vermeyi düşünmeye başlamıştı. Aklından geçirdiği bu iyi niyet düşüncesini hemen ortaya atarak, yahu Mustafa gardaşım, sizlerin bu insaniyetliği olsun, patriklinin şu mülayım hali olsun görünce utanır hale geldim. Ben aldığım paranın yüz lirasını daha patrikliye vermek istiyorum. “deyip cebinden yüz lira çıkarıp patrikliye uzatarak, al patrikli al, Anamın ak sütü gibi sana helal olsun “derken ev sahibesi Mustafa’da patriklinin gözüne bakarak al, al “diye işaret ediyordu. Patrikli, Ayşe’lerin Mustafa’dan güç kuvvet alarak Ceyhanlının verdiği yüz lirayı aldığında, çok sağol Mahmut ağam “diye saygısını gösteriyordu. Patrikli kendi kendine yahu ben şu borcumu nasıl ödeyeceğim “diye kara, kara düşünürken, bak şu Allah ın işine ki borcum ödendiği gibi, birde üstüne üstlük cebime yüz [pangulot] para giriyor “diye içten içe seviniyordu.

 

Yemekler yendikten sonra, çaylarını da içmişler, Ceyhanlı hadi kalkalım “diye ev sahibesi Mustafa’nın gözlerine bakıyordu. Mustafa’da Ceyhanlının hadi kalkalım “der gibi düşüncesini anlamış olacak ki, arkadaşlar Allah ne verdiyse, soframıza ne geldiyse iyi kötü karnımızı doyurduk. Benim anladığım kadarıyla Ceyhanlı gardaşım hadi kalkalım “der gibi, evet Mahmut gardaşım buradan çıkıp daha Ceyhan a gidecek, E işte o zaman yolcuyu yolundan eğlemeyelim. Hadi Ya Allah Ya Bismillah “deyi Ayşe’lerin Mustafa ayağa kalkınca, hem Ceyhan lı hem de patrikli her ikisi de ev sahibesiyle birlikte kalkmışlardı.

Evin hanımı Fatma kadın misafirleri yolcu ederken eşi Mustafa ya, Mustafa sende mi gayfeye gidiyorsun? Eğer gayfeye gideceksen ben de biraz olsun, Mehmet ağanın Teslime ye uğrayayım. Çoktan beri gidip te kadıncağızı yoklamadım. Görmeyeli ne haldedir ne durumdadır bilmiyorum. “diye Teslime kadının yanına gitmesi için, bir bakıma eşinden izin isterken. Mustafa da eşine gitmeye git te Yaşarı evde yalnız başına bırakma, n’olur n’olmaz “deyip, çocuğu da yanında götürmesi kaydiyle izin veriyordu, ama zaten Fatma kadın ın varı yoğu bir oğlu var dı. Hiç oğlunu evde yalnız başına bırakır mı? Ancak Fatma kadının karnı da burnunda, İkinci çocuğa hamileydi. Ya bu gün ya da yarın doğum yapacak gibi bir hali vardı. Nitekim Ali ile birlikte misafirler kahvehaneye doğru ilerlerken, Fatma kadın da oğlu Yaşar’ın elinden tutarak Mehmet ağaların evine doğru yollanmışlardı. Fatma kadının bir oğlu olduğu gibi, Teslime’ninde bir kızı vardı! Ama “deyim yerindeyse” onun da karnı burnundaydı. O da bu gün yarın doğum yapacaktı. Fatma kadın Mehmet ağaların evine geldiğinde kapıyı açmaları için, kapı tokmağının yerine güm, güm, güm diye vurmaya başlayınca, Mehmet ağanın çobanı, birileri geldi herhalde “diyerek koşup kapıyı açtığında, ooo Fatma abla senmiydin. Sen hoş gelesin sefa gelesin. Geç buyur ablam, Teslime ablam da yukarda, sen de yukarıya çık “diye Teslime kadının olduğu kata yönlendirmişti. Fatma kadın oğlunun elinden tutarak gel oğlum, Teslime ablan yukardaymış, bizde yukarıya çıkalım “diyerek merdivenlere doğru yönelmişlerdi. Naçarlı köyünde en görkemli ev Mehmet ağanın eviydi. Köyden gelip geçen yolcuların bile dikkatini çektiğinden olacak ki, her gelip geçenin mutlaka gözüne çarpıyordu. Gözlerine çarptığı için de, her gelip geçen dönüp, dönüp eve bakıyorlardı. Sanki kocaman bir şatoydu o ev. Fatma kadın merdivenlerden yukarıya çıktığında, Teslime hanım yukardan gördüğü için, misafirlerini kapıda karşılamıştı. Her iki kadın bir araya geldikleri zaman birbiriyle sarmaş dolaş olup ta öpüşürlerken karınları birbirine değiyordu. Karınlarının birbirine değdiğinin farkına vardıklarından olacak ki, Fatma Teslimenin, Teslime de Fatmanın karınlarına ellerini sürerek, doğacak çocuğu sevmeye çalışıyorlardı.

Birbirlerine de Allah elini ayağını düzgün olarak İnsan kılığında versin “diye dileklerini diliyorlardı.

 

Bir müddet ayakta kalıp birbirlerinin karnındaki bebekleri sevdikten sonra, Teslime kadın ayakta kaldıklarının farkına vararak, Fatma m ikimiz de konuşmaktan içeriye geçmemizi unutup ayakta kaldık. Lütfen buyur odaya geçip oturalım da, biz değilse bari şu karnımızdaki bebeler rahat eylesin “diyerek odaya doğru yürürlerken, Teslime kadın Yaşarın başını okşayarak sen nasılsın iyimisin güzel oğlan “diye sevmeye çalışıyordu. Yaşar haylaz olan çocuklar gibi, öyle haylaz falan değildi. Sessiz, sakin, uslu ve bir o kadar da terbiyeli bir çocuktu. Kendinin sevildiğini anlayınca, utandığından başını annesine yaslamıştı. Her iki genç ve hamile kadınlar birlikte misafir odasına geçip üçlü bir koltuğa yan yana oturmuşlardı. Teslime hamile olduğu için, kendisine yardımcı olması için, Mehmet ağa bir çalışanını hizmetine vermişti. Misafirin geldiğini gören hizmetli kadın hemen odaya gelerek, hoş geldiniz Fatma hanım, nasılsınız iyisiniz “İnşallah “deyip güzel çocuk sende hoş geldin “diyerek Yaşar’ın başını okşadıktan sonra, Teslime hanım ne emredersiniz? Ya da ney içersiniz, çay kahve “deyince, Teslime kadın ağa hanımlığını göstermek için, Fatma mı çoktan beri görmediğim için özlemişim, geldiği çok iyi oldu. Hem konuşur hem de özlemimizi gideririz. Sen bize önce bir sofra hazırla, yemeğimizi yedikten sonra, çayımızı da içeriz kahvemizi de içeriz “diyerek tatlı bir şekilde isteklerini hizmetliye izah eyleyip tekrar Fatma kadına dönerek, ee Fatma m kaç zaman oldu seni görmüyorum. Kız hayırsız vallahi özledim seni, özlemişim, halin keyfin nasıl bebekle aran nasıl, sana rahatsızlık veriyor mu, eşin nasıl, işi gücü yerinde mi? Diye hal hatır soruyordu. Aynı soruyu Fatma kadın da Teslime ye sorup birbirlerinin iyi olduklarını öğrendiklerinde mutlulukları gözlerinden belli oluyordu. Koca bir çiftlik ağasının evi saraylara benzediği gibi, o koca evin mutfağında her an kaynayan tencere / pişen yemekler olduğu gibi, içecekler de haddinden fazlaydı. Mehmet ağanın sadece pamuk tarlalarında onlarca insan çalışıyordu. Ağanın sürüyle davarı, koyunu, ineği olduğu gibi onları yazıda yabanda yayacak, onların yemini suyunu verecek çobanları da vardı.

Ayrıyeten, tarlada çift sürecek traktörleri olsun, özel taksileri olsun hepsi vardı. O çiftlik evinde yok yoktu, her ney arasan vardı. İşte bu varlıktan olacak ki hemen beş dakika da yemekler hazırlanmış sofra kurulmuş, Teslime nin yardımcısı hizmetli kadın odaya gelerek, Teslime hanım sofra hazır, buyurun efendim“diyerek davet ediyordu.

 

Teslime kadın hadi Fatma, hadi mutfağa geçelim de bir şeyler yiyelim. Hiç bari ben de senin bahanene bir şeyler yerim. Ya inanırmısın “ben hamile olmazdan önce tıka basa yemek yerdim, ama şimdi bir lokmayı bile ağzıma götüremiyorum. Her nedense canım hiçbir şey istemiyor. “derken birlikte mutfağa doğru yürümüşlerdi. Yaşar ise annesinin elinden tutmuş hiç bırakmıyor, sanki kaybolacakmış gibi, annesiyle birlikte yürüyordu. Mutfağa geçince, ev sahibesi hanım ağa gibi sofraya kurulmuş, karşısına da misafirlerini alıp öyle bir iştahla yemeklerini yemeye başlamışlardı ki, herkesten önce Teslime hanım kendine şaşıyordu ardından, Allah, Allah çoktan beri benim böyle yemek yediğimi hiç hatırlamam. Demek ki sizlerin bahanesine ben bunca yemeği yiyorum. Bundan önce ben hep aç kalıyordum. Aç kalacağına yemeğini yiyeceksin halbuki, Kız Fatma Allah’ını seversen her zaman sen bize gel, her zaman gel de bol, bol yemeğimi yiyeyim. Ben neyse de şu karnımdaki bebeğe yazık oluyor. Hiç bari bebeğim gıdasını alsın. “diyerek hep birlikte gülüşüyorlardı. Yemeklerini yedikten sonra, her ikisi de tekrar misafir odasına çekilip, sohbetlerinin kaldığı yerden geri başlamışlardı. Aradan yarım saat geçmişti ki Teslime kadının yardımcısı kadın, tepsiyle birlikte bardağı, şekeri ve bir demlikte çayı alıp getirerek, hemen önlerinde hazır bulunan sehpanın üzerine bırakıp, size afiyet olsun efendim “diyerek gerisin geri çıkıp gitmişti.

Nihayetinde çay faslından sonra, bu sefer de halis muhlis Türk kahveleri gelmiş, kahvelerini bir keyif ile yudumluyorlardı. E kahve içilir de kahve falına bakılmaz mı hiç? Tabi ki bakılır. Her iki kadında kahvelerini içtikten sonra, “neyse halim o çıksın falım” diyerek fincanlarını ters çevirmişlerdi. Fatma kadın için, herkes güzel fal bakıyor “diyorlardı. Zaten Fatma’nın güzel fal baktığını ve baktığı falın da çıktığını bildiği için, Teslime kadın özellikle kahve pişirtmişti ki kendi falına baktıra! Nitekim de öyle oldu. Fincanları kapatıp, Aradan beş ya da on dakika geçtikten sonra, Fatma Teslime nin fincanını alarak falına bakmaya başlamıştı.

Fatma Teslime ye, hadi gözün aydın gözün. Gız bacım vallahi de billahi de senin bu doğuracağın var ya oğlan, oğlan. Bu sefer senin bir oğlun olacak, hem de nur topu gibi bir oğlan doğuracaksın “dediğinde, Teslime sevinmiş olacak ki hemen elini karnına atarak bebeği sevmeye başlamıştı. Bebeği severken karnında da bebeğin oynamasını hissedince, Fatma ya gız Fatma vallahi bu bebek senin falını duydu. Senin falını duyar duymaz da bak nasıl oynamaya başladı. Hele ver şu elini de sende hisset bebeğin oynadığını “diyerek Fatma’nın elini alıp karnının üzerine koyarak, bebeğin oynadığını Fatma ya da hissettirmişti. Fatma Teslime’nin karnında ki bebeğin oynadığını hissedince, o da sevinmeye başlamıştı. Hatta ellerini semaya doğru kaldırarak, ya İlahi ya Rabbim doğum yapacağımız çocuklarımızı insan i sıfatta ver. Senin yüceliğine erişilmez, ancak ki biz kulların ellerimizi açıp sana dua ederek yalvarıyoruz, senden arz ve isteklerimizi istiyoruz. Ey yüce Rabbim Ehli Beytin in yüzü suyu hürmetine sen biz kullarını darda zorda bırakma rabbim. Sen acıyansın sen esirgeyensin, sen koruyansın, sen bağışlayansın. Senden Sıtkı candan isteyenlerin muradını gözünde gönlünde bırakma / koyma ya Rabbim. Fatma duasını bitirdikten sonra, tekrar fal bakmaya başlamış, daha pek çok şeyler anlatarak bitirmişti.

Ondan sonra kendi falına bakmaya başlayan Fatma kadın. Gız Teslime vallahi de billahi de Yaşara bir gardaş daha geliyor. Yani benim de oğlum olacak, fincanı Teslime ye göstererek, işte aha bu gördüklerin var ya, bunlar oğlan işareti, oğlan “diyordu.

 

Aradan bir hayli vakit geçmiş gün de tepelerin ardına doğru çekilmeye başlamıştı. Akşamın olduğunun farkına varan Fatma kadın. Gız Teslime gün tepelerden aşmaya başladı. Sağdan soldan konuşa, konuşa zamanın nasıl geçtiğini anlamadık, bak görüyün mü akşam olmuş. Şimdi bizim herif ha geldi ha gelecek, artık bana müsaade eyle de gideyim, göstermiş olduğun ilgiden dolayı da sana çok, çok teşekkür eder, seni de bize beklerim. Gız sende ne zaman istersen çık gel bizim, yani ikimizin kafası birbirini sarıyor. Oturur hem kahvemizi çayımızı içeriz hem de bol, bol sohbet eyleriz “derken ayağa kalkarak yine Teslimeyle birlikte birbirlerine sarmaş dolaş olup öpüştükten sonra, Fatma oğlu Yaşarın elinden tutarak hadi oğlum gidiyoruz “diyordu. Odadan çıkarken Teslime kadında misafirlerini yolcu etmek için birlikte çıkmıştı.

Fatma kadın, Teslimenin kendileri için merdivenlerden aşağıya inmesine gönlü razı olmadığından olacak ki, Teslimem sen bizimle birlikte aşağıya kadar inme, biz iner gideriz “diye ricada bulunuyordu. Teslime kadın da yardımcısına, Zeynep hanım Fatma’nın merdivenlerden inmesine hem yardımcı ol hem de yolcu eyle olur mu“diyerek yardımcısını Fatma kadına hem göz kulak olması hem de yolcu eylemesi için, birlikte göndermişti.

Fatma aşağıya inmiş dış kapıdan çıkarken Teslime kadın da odanın penceresinden onların gidişini hem seyrediyor hem de neme lazım iyi kadın. Şunlar şöyle demişler, bunlar böyle demişler” diye kimsenin dedikodusunu yapmadığı gibi, ağzı da çok sıkı bir kadın. Yanında her ne söylersen söyle, onu içinde bir sır gibi ilelebet saklar. O kadar da ağzına sıkı güvenilir bir kadın. “diye Fatma’nın hakkında böyle yorum yapıyordu. Öte taraftan akşamın olmasına rağmen Mehmet ağa eve gelmemiş, hala tarladaki toplanan pamukların peşindeydi. Çalışan marabaların yanında eğleşen elcisini yanına çağırarak, Hasan efendi yarın Adana da çırçır fabrikasına pamuk götüreceğiz. Üç gündür toplanan pamuklar Adana ya götürmemize değecek mi? Pamuk deposunda ne kadar pamuğumuz var “diye sorgu sual eden Mehmet ağa ya, elci Hasan toplanan pamukların raporunu verirken şöyle diyordu. Ağam hem depodaki hem de bu gün ki toplanan pamuklar çok, çok iyi durumda, pamukları traktörlerle değil de kamyonla götürsek daha iyi olur, çünkü traktörün römorku hepsini alamaz, ama kamyon olursa hepsini sığdırırız. Benimde pamuklarla Adana ya gitmeme gerek var mı, yok mu onu da bilmiyorum? Eğer ki gitmeme gerek yok’sa, ben işçilerin başında kalayım. Zaten sen Adana ya gideceksin “diyerek ağa ile elci kendi aralarında fikir alış verişinde bulunuyorlardı. Konuşmaları bittikten sonra Mehmet ağa, elci Hasan a aha akşam da oldu. De hadi işçileri toplayıp ta götür artık. Bende gidip bir kamyon bulayım da yarın sabaha pamukları yükleyip götürelim “diyerek yapacakları işleri organize etmişlerdi. Mehmet ağa arabasını çalıştırırken elci Hasan da arabadan aşağıya inerek hadi güle, güle ağam “deyip yolcu ettikten sonra, cebinden çıkardığı düdüğünü bir keyif ile çalarak paydos işaretini veriyordu. Zaten çalışanlarında bir kulağı ha çaldı ha çalacak diye “çalacak düdükteydi. Nihayetinde düdük çalınca herkes önlüğündeki pamuklarıyla birlikte kendilerini götürüp getiren traktörün yanına doğru yürümeye başlamışlardı. Genç kızlar olsun, delikanlı oğlanlar olsun, hani gençlerin kanı dikine akar” derler ya, işte bunlarında kanları dikine yukarı aktığı için, oldukları yerde duramıyorlar, sanki o kızıl günün altında hiç çalışmamışlar gibi, hiç yorulmamışlar gibi hopur, hopur ediyorlardı.

 

Gençlerin birbirleriyle konuşmaları, konuştukça gülüşmeleri, birbirleriyle sanki okul çocukları gibi oynayarak oynaşmaları, sürüp giderken traktöre binmeyi bile unutmuşlardı. Orta yaşlı işçiler traktöre bindikten sonra, elci Hasan traktörü çalıştırıp hafif, hafif yürüdüğünde aşağıda birbirleriyle gülüşüp oynaşan oğlanlı kızlı gençler ancak o zaman farkına varıyorlar ki traktöre sadece kendileri binmemiş. Traktöre binmeleri için, her biri bir yerden seslenerek, Hasan abi bekle, hasan abii Naçarlı ya gidecek daha yolcular var aşağıda “deyip gençlik ağzıyla sesleniyorlardı. Elci Hasan “zaten onların binmediğinin farkındaydı. Farkında olduğu için, bilerek traktörü çalıştırıp yavaş, yavaş hareket ediyordu ki aşağıdakiler daha fazla oynaşmayalar da, biran önce bineler. Zaten akşam olmuş, çalışan işçilerden evlerine varıp daha yemek yapacaklar var, ahırda bir iki malı davarı olanlar, onların yemini suyunu verecekler vardı. Bu sebepten dolayı bir an önce köye varmaları gerekiyordu, ama bunlarda genç çocuklar oldukları için, birbirleriyle hoplayıp zıplayıp oynaşıp duruyorlardı. Her ne kadar orta yaşlılar gençlere kızsalar da, elci Hasan zaman, zaman gençlere hak veriyor, gençlere kızanlara, ya sizler hiç çocuk olmadınız mı, ya sizler hiç genç olmadınız mı? “diye gençleri destekliyordu. Elci Hasan gençleri destekledikçe, gençlerden biri yaşasın Hasan abi, yaşasın gençlerin halinden anlayan elcimiz. Böylesi elçilere her daim can kurban, yarın her birimiz dört harar pamuk yerine altı harar pamuk toplayacağız. Tamam mı arkadaşlar “diye arkadaşlarına da seslenen genci, arkadaşları da destekleyerek, hep bir ağızdan evet yarın dört harar yerine altı harar pamuk toplayacağız “diyerek sanki futbol sahasında maç seyrediyorlarmış gibi, hep bir ağızdan oleyy, oley, oley yaşasın Cim bom “diyorlardı. Gençlerin bu canlılığını gören orta yaşlı büyüklerden bazıları, aferin şu gençlere sabahın ilk ışıklarında çalışmaya başladılar, ama hiç yorulmamışlar gibi, gülüp oynuyorlar. Alem dünya da genç olacaksın. Bir kuşun uçup gittiği gibi bizim de gençliğimiz elimizden uçup gitti. Elden avuçtan uçup giden gençlik bir daha geri gelir mi? Tabi ki gelmez. Benim tek bildiğim bir şey var, gençiken gençliğini doya, doya yaşayacaksın. Gençliğini yaşamazsan bir daha yaşayamazsın. Helal olsun şu gençlere, bak ne güzel birbirleriyle eğleniyorlar “diyordu traktörün içindeki diğer işçi arkadaşlarına.

 

Gençlerde binmişler, traktörde köye doğru hareket etmişti. Tarlada pamuk toplarken sesi güzel olan gençler zaman, zaman eli kulağa atıp türkü söylüyorlardı. Bunu bildikleri için, yolda giderlerken orta yaşlılar sesi güzel olan o gençlere sırasıyla türkü söyletiyorlardı. Pamuk tarlalarında değişmez bir kural vardı. Öğlen yemek istirahatinde işçilerin yanına hemen, hemen her gün mutlaka çerçi geliyordu. Eğer ki o günü çerçi o işçilerin yanına gelmeyip te ertesi günü gelirse, hep birlikte ağız birliği etmiş gibi hiçbir şey almıyorlardı. O sebepten dolayı çerçi her gün pamuk tarlalarını tek, tek dolaşarak satışını yapıyordu. Çerçinin yiğit bir kara eşeği vardı, bu eşeğin üzerine heybesini atıyor, bu heybenin her gözüne de sığacak şekilde tahtadan yapılmış sandıklarını yerleştiren çerçi, bu sandıkların içine de üzüm, şeker, şeker sucuğu ve buna benzer yenecek çeşitli gıda maddeleri koyup tarla, tarla dolaşarak işçilere satışını yapıyordu.

Nihayetinde, traktörle köye doğru giderlerken sesi güzel olan gençler sırasıyla türkülerini söylemeye başlamışlardı. İçlerinde garip yiğit bir genç daha vardı ki onun da sesi çok yanıktı ve söylediği türküyü dinleyen bütün herkes, bir daha dinlemek için, rica ederek bir daha söyletiyorlardı. Garip yiğit çocuk demek birine aşık olmuş ki şu okuduğu türküyü içinden gelerek okuyor “diyorlardı.

 

BİRİ SENİN GÖZÜN BİRİDE BENİM

 

Nede güzel iki penceresi var

Biri senin gözün biride benim

Gördüm ki nurlanmış güzel yanaklar

Biri senin yüzün biride benim

 

Hem ağacın hem de sürünün başı

Evlerin çatısı olmuş her kaşı

Bir çift kuzu gördüm körpedir yaşı

Biri senin kuzun biride benim

 

Hep engin gönüllü olup küsmedik

Tellal olup yere göğe sesledik

Taş üstünde bir çift ize rastladık

Biri senin izin biride benim

 

Kul Yusuf der ikimizi sordular

Hakkımızda nice karar kıldılar

Bir kundağa belediler sardılar

Biri senin bezin biride benim.

 

Genç çocuk türküsünü bitirdikten sonra, traktörün içindekilerin hepsi bravo Yusuf bravo “diye alkışlayarak onure ediyorlar, çocukta onure oldukça hep yanık, yanık türkülerini sıralıyordu. Naçarlı köyü bir Alevi köyüydü, ama köyün içinde birkaç kapı Sünni vatandaşlarda vardı. Ama hiçbir şekilde ayrı gayrı yapmaksızın hep birlikte bir arada yaşıyorlardı. Hatta Sünni vatandaşların Alevi inancına sıcak ilgi göstermekle birlikte sanki benimsemiş gibi bir halleri vardı. Çünkü yıllardan beri iç içe yaşadıkları için, Alevi vatandaşların hiç kimsenin canında, malında, mülkünde, namusunda gözlerinin olmadığı, vatanına, milletine, bayrağına, Cumhuriyetine bağlı oldukları gibi, Atatürk hayranları bir yüce Miletti. Eğer ki Allah verecekse helalinden versin mantığının yer aldığı bir Aleviliği niye benimsemeyelim “diyenler de vardı. Traktörde her iki milletten işçilerin olmasına rağmen türkü söyleyen genç çocuğa, ula Yusuf oğul sen güzel türkü söylüyorsun birde Ali den, Muhammed’den türkü söyle de dinleyelim” diye rica ettiklerinde, Yusuf un arkadaşları da hadi oğlum, hadi, aha köye girmemize az kaldı. Köye kavuşmadan bir güzel türkü daha söyle de hep birlikte dinleyelim “dediklerinde Yusuf gene elini kulağına atmış yanık bir türküye başlamıştı.

 

MERHABA

*

Hasan ile Hüseyin’in babası

Ali'nin aşkına canlar merhaba

İshak ile İsmail’in atası

Halil’in aşkına canlar merhaba

*

Biter mi çektiğim bunca efkarım

Yinede güçlüdür dinim imanım

O Kara höyükte yatan Hünkarın

Velinin aşkına canlar merhaba

*

Çene yorar cahillerin serveti

Adem-i kamilde gördüm hürmeti

Aşıkların maşukların sohbeti

Deminin aşkına canlar merhaba

*

Ali İsmi zikir olur Kur'an-la

Cebrail de mürşit bildi zamanla

Zehirlenip şehit olan Hasanla

Hüseynin aşkına canlar merhaba

*

Der Yusuf bu işler hakkın işleri

Hüseyin aşkına dökem yaşları

Muhammed Ali’nin cennet gençleri

Gülünün aşkına canlar merhaba.

 

Türküsünü bitirdiğinde traktördeki bütün herkes aferin Yusuf, Aferin, ağzına sağlık, çok güzel bir beyitti “diye övgüler yağdırıyorlardı.

 

Nihayetinde traktör köye gelmiş, evleri yol boyunca olan işçileri evlerinin yakınlarında indire, indire Mehmet ağanın evine kadar geldiğinde traktörde hiçbir işçi kalmamıştı. Elci Hasan hem elcilik yapıyor hem de traktörü kendisi sürüyordu. O da doğu vilayetlerinin birinden Adana’ya Adana’dan da Ceyhan ın Naçarlı köyüne gelip Mehmet ağanın konağına hizmetli olarak işe başlamıştı. İşinde hem sebat etmesi hem de namuskar ve dürüst olması onun için çok büyük bir avantaj olmuştu. Elci Hasan tez zaman da Mehmet ağa’nın gözüne girip ta elciliğe kadar yükselmişti. Mehmet ağanın konağında işe başlayan bütün işçilerin / ırgatların maaşlarının hesabını yaptığı gibi, hem de maaşlarını dağıtıyordu. Daha doğrusu elci Hasan Mehmet ağanın sağ kolu olmuştu. Mehmet ağa Adana ya gideceği zaman evinden yana hiç korkusu, gaygısı yoktu,  evini olsun, hatta namusunu olsun gözetip koruyan biri vardı. O kişi de elci Hasan dı. Ancak Hasanın da kendine göre bazı dertleri, sorunları vardı. Çünkü bir başına, bekar bir adamdı. Bekar adam olmasından dolayı kendisine gönül veren pek çok güzel, alımlı ve bakımlı suna boylu kızlar da var olduğu gibi, Elci Hasan ben bunların hangisine gönül verebilirim yada hangisi bana ve evine bağlı eş olabilir “diye hayli tartıp düşünüp, kendisine gizliden gizliye mendil gönderen güzellerden bir güzele aşık olmuştu. İşte elci Hasan ın bağrının yandığı, uğruna ölebileceği kızın aşkı sevdası alev almıştı elci Hasan ın içinde… O nun için biran önce işçileri evlerine dağıtıp sevdiği kızla görüşebileceği / buluşabileceği yer olan Mehmet ağanın üç ev ötedeki evin arka tarafındaki kuytu yere koşmak olacaktı. Nitekim de öyle yaptı ve traktörü park edeceği yere park ettikten sonra, hemen işçilere yemek yapılan mutfağa giderek, Mutfaktaki aşçıbaşının kulağına bir şeyler dedikten sonra, alelaceleden çıkıp giderken, mutfakta çalışanlardan birisi, Hasan gardaş yemekler hazırlandı. Sen nereye gidiyorsun akşam, akşam. Sıcak, sıcak yemeğini yiyecekmisin, yoksa yemeyecekmisin.? Eğer geç kalacaksan ona göre sana yemek ayıralım “dese de, elci Hasan ın kendisine söylenen lafları hiç duymuyor, kulağı işitmiyordu. Hatta kapıdan çıkıp gitmişti bile. Elci Hasan gece olsun, gündüz olsun hangi saatte nereye giderse gitsin mutlak surette Mehmet ağanın adına gittiğini sandıkları için, hiçbir kimse nereye gittiğini sorgulayamazdı. Elci Hasan sevdiği kızın evlerinin arkasında kuytu bir yer olan yere, söz verdiği saatte geldiğinde, aynı saatte de kız da oraya gelmişti. Her iki sevgili bir araya daha gelirken birbirlerinin boynuna atılıp sarmaş dolaş olmuşlardı. Bir müddet öyle sarılı kalarak birbirlerini derin, derin koklayıp biraz bekledikten sonra, her zaman şurada oturup konuşuruz “diye bir kenara iki taş koydukları taşların üzerine oturmuşlardı.

Her ikisinin de elleri birbirlerinin ellerinde olduğu gibi gözleriyle de göz göze bakışıyorlardı, ama arada birde birbirlerini öpüyor, ayıp olur “diye kimselerin duyup işitmemesi için, yavaş, yavaş sohbet ediyorlardı.

 

Kızın ismi ise Elmas tı. Gerçektende Elmas gibi bir kızdı. Elci Hasan ile Elmas kız gelecekleri hakkında hayli konuşmuşlardı hala da konuşuyorlardı. İlk yapacakları iş Allah ın emriyle Elması babasından istemek olacaktı. Kız istemekten elci Hasan ın her hangi olumsuz bir düşüncesi, korkusu yoktu. Çünkü sırtını yasladığı kocaman dağ gibi Mehmet ağası vardı. Mehmet ağada bir iş için kime şu işimi yap derse hemen yerine gelir, geri çevrilmezdi. Bir evlerinin olmasını arzu ediyorlardı, ama Mehmet ağa elci Hasan ın kalması için kocaman bir ev tahsis etmişti. Yani halehazırda kalacakları bir ev olduğu için, hemen bir ev yaptırmalarına hiç gerek yoktu. Ev eşyalarını almaları ve evin içini dizmeleri için düşündüklerinde, elci Hasan ın bu eşyaları nasıl alabilirim “diye ondan yanı da hiç korkusu yoktu. Bir keresinde Mehmet ağayla Adana’da büyük bir mağazaya gitmişlerdi de mağaza sahibiyle hoşsohbet edip konuşurlarken, Mehmet ağa mağaza sahibine bizim elci Hasan ne zaman düğün dernek yapacak olursa, buraya geldiğinde ney lazımsa hepsini ver. Sana şimdiden söylüyorum. Haberin olsun gardaşım “diyordu. Hatta yine bir kuyumcudalarken Mehmet ağa kuyumcuyu bile tembihlemişti. Yani anlaşılan elci Hasan ın evlendiğinde gelinin ev eşyaları olsun altını bileziği olsun, onlardan yana hiç korkusu yoktu. Bunu Elmas kızda biliyordu. Önemli olan birbirlerine sadakatle bağlı olmak, birbirlerini incitmeyip canı gönülden sevmek ve çoluk çocuğa karışıp mutlu bir yuva kurmaktı düşünceleri. İkisi de birbirlerini çok sevdikleri için, iki çift laf konuşsalar, üçüncü lafı konuşmadan boyun kucak olup birbirlerine sarılarak öylece kalakalıyorlardı. İşte bu durum gençliğin kendilerine verdiği sıcak bir sevdaydı, sıcak bir aşktı, sıcak bir hayattı. Bu sıcak ve samimi ortamdan dolayı bir arada ne kadar kaldıklarının farkında bile olmamışlar, bir hayli zaman geçmişti ki, Elmas kızın annesi epey bir zaman kızını göremeyince, nerede olduğunu öğrenmek bahanesiyle, Elmas bana bir bardak su getirirmisin kızım “diye sesleniyordu, evin arka tarafında kimseden habersiz birbirlerine sarılmış vaziyette oturan iki sevdalı aşıklar, duydukları sese aniden irkilmişlerdi. O taşların üzerinde ne kadar uzun zaman oturup kaldıklarını ancak o sesi duyduklarında anlamışlardı.

 

Elmas Hasanın gözlerine bakarak, Hasan ım herhalde burada çok eğleştik. Bak, anam beni göremeyince hususi, Elmas kızım bana bir bardak su getirirmisin “diyor. Hadi Hasan ım hadi, anam bizim burada buluştuğumuzun farkına varmadan her ikimizde hemen gidelim. Anam bizim burada buluştuğumuzun farkına varırsa çok üzülür. Hadi, hadi “diyerek Elmas kız hem Hasanı yolcu etmeye çalışıyor hem de kendisi biran önce eve gitmeye çalışıyordu. Hasan da yavuklusuna her hangi bir laf gelmesin “diye o da hadi sevgilim, tekrar görüşmek dileğiyle hadi allahaısmarladık “derken bir kere daha boynuna sarılarak öpüp kokladıktan sonra, aceleyle oradan ayrılmıştı. Elmas ise evin arka tarafına bakan penceresini açık bıraktığı için, hemen pencereden içeriye girip, sanki evdeymiş gibi, evde olduğunun süsünü vererek, buyur ana, buyur, bana mı seslendin “diye o da anasına sesleniyordu. Anası da kızım kaç saattir sen neredesin? Bu kızı in mi yedi cin mi yedi. Buna ne oldu deyi merak eylediğimden, bana bir bardak su getir “dedim. Elmas ın diğer odadan çıktığını görünce, sen ne yapıyordun o oda da “diye merakını gidermek için soru soruyordu. Elmas zaten biliyordu anasının huyunu. Eğer ki beş dakika bir yerde gecikse illa ki kızım nerede kaldın kaç saattir “diye soracaktı. Elmas bu konuda tecrübe sahibi olduğu için, anasına söyleyecek sözlerini önceden hazırlamıştı. Elmas anasına, nereye gideyim, nerede olayım ana. Arka odaya geçip çeyizlerime baktım. Geçenlerde Sultan ablanın kızı Habibe’nin çeyizlerini gördüm de, o nun güzel bir lif i vardı. Benim liflerimin içinde de o liften var mı “diye bakmıştım. Baktığımda o liften benimde çeyizimin içinde var olduğunu gördüm amma, sanki ben bir yere gitmişim gibi, Elmas kızım bana bir bardak su getir “diye benim evde olup olmadığımı anlamaya çalışıyorsun. “diye anasına sitemli bir şekilde konuşunca, kadıncağızda kızına, kızım ben bir anneyim anne. Seni bir saniye bile göremedim mi şu koca dünya başıma dar geliyor “diye annelik içgüdüsünü ortaya koyuyordu. Elmas annesinden kendisini ne denli çok sevdiğini duyunca hemen gidip boynu na sarılarak, oy benim şeker annem, güzel annem “deyi yanaklarından öpmeye başlamıştı. Annesinin yanaklarından birkaç kere öptükten sonra, annesinin de içindeki heyecanı gitmiş yerini güleç bir yüze bırakmıştı. Gerçi annesi de biliyordu kızının yanlış bir iş yapmayacağını. Eğer ki evlenecek olursa, bu evliliği kaçarak değil de, Allah ın emriyle yapacağından emindi. Zaten Elmas da yapacağı bir evliliği kaçarak değil, Allah ın emriyle istiyordu. Her ne yapılacaksa, o yapılacak iş Allah ın emriyle yapılırsa, işte o zaman o işin için de Allah ın parmağı olur “diyorlardı. Elmas annesiyle konuşmaktan su getirmeyi unutmuş olacak ki, bir anda aklına gelince oturduğu yerden hemen kalkarak doğru mutfağa gider. Mutfağa giderken annesi de, kızına kızım şimdi nereye gidiyorsun “diye kızının nereye gittiğini sorgulayan Zeynep kadın da istediği suyu unutmuştu. Elmas bir bardak suyu alıp geri döndüğünde, gız aferin sana, bak ben de unutmuş olacağım ki, sana kızım şimdi nereye gidiyorsun “diye soruyorum “deyip suyunu içtikten sonra, bahtın açık ola, yüzün güleç ola, ölmüşlerin canına değe, çok sağ ol Var ol benim güzel kızım “diye dua ediyordu.

 

Köylük yerlerde yaşlılar genelde karanlık çöktükten sonra, ilk akşamdan yatağa girerler. Zeynep kadın da bir ara kızını göremeyince merak etmiş, Elmasın da diğer oda’dan çıktığını gördükten sonra, içi rahatlayınca, hadi kızım benim döşeğimi yorganımı getir de yerime uzanayım. Bu gün biraz fazla dolaşıp gezmişim herhalde ki üzerimde biraz yorgunlukla kırgınlık var. Yatıp uyursam sabaha kalmaz geçer İnşallah “diyordu. Elci Hasan da bir keyifle konağa varmıştı. Niye keyiflenmesin ki Hasan. Saatlerce sevdiği kızla yan yana, diz dize, göz göze, el ele olarak bir arada kalmanın keyfini yaşıyordu. Konakta kalan işçiler akşam yemeklerini yedikleri gibi pek çoğu da yerlerine yatmışlar, saatlerdir uyuyorlardı. Elci Hasan konağa geldikten sonra, karnı acıkmış olacak ki, doğruca mutfağa gittiğinde, aşçı yardımcısı ve o’nun yardımcıları hala mutfakta tencere tava yıkıyorlardı. Elci Hasanı gören aşçıbaşı (biraz da şakacı biri olduğu için) Ooo elcilerin elcisi, elci Hasan gardaşım, sen kaç saattir nerelerdesin? Bu akşam kalabalık çok olduğundan dolayı sana yemek memek kalmadı. “Deyip yardımcısına da dönerek bir kenara ayırdığımız yemek var mı “diye sorduğunda? Aşçı yardımcısı da arif adam olduğu için, ustasının ne demek istediğini anlayınca, yok ustam, yok, bu akşam çok kalabalığımız olduğu için, hiç yemek kalmadı “diye ustasını destekliyordu. Aşçı yardımcısı böyle deyince, sözü geri usta alarak, gene de bir şeyler hazırlarız Hasan elcimize “diye usta ile yardımcısı böylelikle elci Hasanla dalgalarını geçip duruyorlardı. Elci Hasan ise, kendisine yemek kalmış, kalmamış hiç te umurunda değildi. O’nun aklında yavuklusu Elmas vardı. Ama diğer taraftan da aşçı yardımcısı dolaptan bir şeyler çıkarıp yemek hazırlarken, yemeğin kendisine hazırlandığını fark edince, sizi gidi sizi, demek ki şimdiye kadar benimle matrak geçtiniz ha öyle mi? Kendini kurtarması için, zaten benimle matrak geçtiğinizi anlamıştım ben “deyip sözlerine devam ederek, Mehmet ağa’nın konağında Ahmet usta gibi bir aşçıbaşımız olurda, hatta aşçıbaşımızın da elinden iş gelen maharetli bir yardımcısı olurda elci Hasan aç kalır mı hiç. Neyder ederler bir şeyler hazırlayıp mutlaka elci Hasan ın aç karnını doyururlar “diyerek bu seferde elci Hasan onlarla matrak geçmeye başlamıştı, ama aşçıbaşı arif adamdı “deyim yerindeyse cin gibi adamdı. Her söylenen sözün nereye vardığını hemen anlardı. Anladığı içinde, he yeğenim, elci Hasan ım he şimdi de konuşma sırası sende, sende konuş, hem de matrağını geçerek konuş “dediğinde hep birlikte gülüşmeye başlamışlardı, ama o sırada yemek de hazırlanıp sofraya geldiğinde, hadi bakalım hadi buyur gel de hep birlikte bir şeyler yiyelim. Sen akşamdan çıkıp gittin. O saatten bu saate kadar açsın. Ben biliyorum ki elci Hasan bizim yemeklerin haricinde başka bir yerde yemek yemez. Hadi gel bakalım elci Hasan ım “dediğinde aşçı ile aşçı yardımcısı ve elci Hasan hep birlikte sofradaki yemeğe kaşık çalmaya başlamışlar, beş dakikada ne tavada nede tasta hiçbir şey kalmamış, ney var ney yok hepsini yiyip bitirmişlerdi. Her biri bir yerden Elhamdülillah, ya Rabbim verdiğine vereceğine çok şükür “diyorlardı. Elci Hasan aşçıbaşına ve yardımcısına, ellerinize sağlık bu akşamda karnımı doyurdunuz, Allah sizlerden razı ve hoşnut olsun, hadi sizlere iyi geceler “diyerek o da istirahat etmek için, kaldığı eve doğru yollanmıştı.

 

Elci Hasan Elmas kıza aşık oldu olalı arada bir, ya bir yada iki şişe bira içmeye başlamıştı. Kaldığı eve girdikten sonra, aklına ilk gelen şey içeceği biraları olmuştu. Ancak biralardan hariç her zaman evde bulundurduğu fındık fıstığı da vardı. Önce bir tabağa biraz çerez koyduktan sonra, Varıp şişenin birini açarak hemen orada kafaya dikmiş, bir dikişte de hepsini bitirmişti. İkinci şişeyi de açarak geçip divana oturup, tabaktaki çerezlerden yemeye başlamıştı. Belli ki bir dikişte bitirdiği biranın ağzına verdiği tadı çerezle bastırmaya çalışıyordu. İkinci şişeden de bir iki yudum içtikten sonra, aklından çıkmayan canı gibi sevdiği Elması için, yanık, yanık bir türküyü “şöylece söylemeye başlamıştı.

 

YA ER GİBİ YİGİT YA HANIM AĞA

Her insanın bir sevdiği olmalı
Ya er gibi yigit ya hanım ağa
Gözlerine bakıp huzur bulmalı
Ya er gibi yigit ya hanım ağa

Hem ana hem baba sırdaş olmalı
Başını göğsüne koyup yatmalı
Yüzüne baktıkça güven duymalı
Ya er gibi yigit ya hanım ağa

Kul Yusuf bir zaman koşar ha koşar
Koşar düz ovada şaşar mı şaşar
Her gönülde gizli bir sevda yaşar
Ya er gibi yigit ya hanım ağa.

 

 

Türküsünü bitirdikten sonra, ah Elmas’ım ah “diyerek yine şişesini kaldırmıştı. Elci Hasan ikinci şişesini de bitirdikten sonra, kendi kendine hadi be bire elci Hasan, hadi kalk ta gidip yerine yat uyu, yat uyu ki yorgunluğun çıksın. Yorgunluğun çıksın da yarın sabah erkenden kalkıp işine gidesin “diye söylene, söylene gidip yatağına uzanmış, uzanır uzanmazda kendinden geçmişti. Pamuk toplayan işçiler çalışmaktan yorulsalar da elci Hasan onlardan daha fazla yoruluyordu. İşçilerin sadece pamuk toplamak gibi derdi vardı. Ama elci Hasan ın kafasının içinde bin bir türlü derdi vardı, işi vardı ve hepsini de yerine getirmek zorundaydı. Elci Hasan yatağına düştüğü gibi nasıl kalmışsa, daha sabahın ilk ezan sesinde aynı yattığı şekilde uyanıp ayağa kalkmıştı, ayağa kalktıktan sonra, gidip elini yüzünü yıkayıp doğruca konağın mutfağına gitmişti. Mutfağa vardığında aşçıbaşı ve yardımcısı konakta kalıp ta kahvaltı yapacakların sofrasını hazırlıyorlardı. Elci Hasan mutfaktaki aşçıbaşına ve yardımcısına günaydın aşçı ustalarım, hepinize günaydın. “deyip o sabah ki kahvaltı menüsünü gözden geçirdikten sonra, her zaman ki gibi mutfaktaki yerine geçip oturmuştu. Çünki her sabah kahvaltıyı hep birlikte yapıyorlardı. O yerine oturduğu sırada aşçı yardımcısı da kahvaltılıkları masaya getirerek her üçü de birlikte oturup sabah kahvaltısının keyfini çıkararak yiyorlardı. Nihayetinde kahvaltı faslı bitmiş Elci Hasan da aşçılara teşekkür ettikten sonra, traktörünün yanına gittiğinde, sabah, sabah ben yiyip içip karnımı doyurdum amma, şimdi sıra ekmek tekneme geldi. Hele şu ekmek teknemin de yağına suyuna bakayım, yağından suyundan eksiği noksanı varsa tamamlayayım “deyip radyatörün kapağını açarak suyuna baktığında biraz eksilmiş olduğunu görünce, hemen suyunu tamamlayıp, ondan sonra da motorun yağ çubuğunu çıkararak yağın eksik noksan oluşunu kontrol ediyordu. Yağ çubuğuna baktığında motorun yağının tamam olduğunu gördükten sonra, bu sefer de traktörün lastikleriyle römorkun lastiklerini olsun daha başka eksiğine noksanına baktıktan sonra, traktörün göreve çıkacağına kanaat getirince, koltuğuna geçip marşına basarak çalıştırmıştı. Sabahın sessizliğinde traktör çalışınca, sesi ta öbür başa kadar gidiyordu. Traktörün çalıştığını duyan işçiler de evlerinden çıkıp toplanacakları yere birer ikişer toplanmaya başlamışlardı.

 

Elci Hasan traktöre binip yavaş, yavaş sürmeye başlamış, yavuklusu Elmas’ların evinin orada bekleyen işçinin birini alırken bir gözü de belki görebilirim “diye yavuklusunun yattığı odadaydı. Traktör yolda giderken, boynu kırılırcasına geriye doğru bakıp, bakıp dururken, neredeyse başka birilerin evine çarpacağı sırada biraz evvel ki aldığı işçi dikkat et elci Hasan, dikkat et “diye seslenince, o’nun sesini duyar duymaz kendine gelmiş, traktörü duvara çarpmaktan kıl payı kurtarmıştı. O’nun bu acemice olan haline römorktaki işçi, ya ilahi ya rabbim sen neye gadir değilsin ki… Baksana bizim elci Hasan ın haline, adamcağız bir kara sevdaya yakalanmışta, sevdasının yüzünden traktörü nasıl sürdüğünün farkında bile değil “diyordu. Ancak elci Hasan da yaptığı yanlışın getireceği felaketten korkmuş olacak ki daha dikkatli sürmeye başlamıştı. Çünkü römorktaki bütün işçileri sağ götürüp sağ getirmekti başlıca görevi. En azından bunu biliyor, bildiği için de daha dikkatli sürmeye çalışıyordu.

Daha köyden dışarıya çıkmamışlardı ki tarla, tarla dolaşarak çerçilik yapan çerçi Hüseyin, işçilere satacağı şekerini, şeker sucuğunu, daha başka eşyalarını eşeğine yüklemeye çalışıyordu. Elci Hasan hemen yanında durarak çerçi Hüseyin e, Hüssük emmi öğlen olmadan bizim oraya da gel ha emi, gel de bir şeyler alalım “diye tembihlediği gibi, römorkun içindekilerden daha başkaları da unutma ha Hüssük emmi, unutma da gel emi “diyorlardı. Çerçi Hüssük ün hali, vakti, durumu çok, çok iyi olduğu gibi, yaşı da ilerlemişti. Yani çalışacak ya da eşeğiyle tarla, tarla gezecek durumda değildi, ihtiyacı da yoktu ama, insanoğlu “diyesin. Her ne kadar hali, vakti, durumu iyide olsa, kat, kat evi barkı da olsa, yine de insan oğlunun gözü doymuyor, nefsine hakim olmuyor, illa ki kazandıklarının üstüne, bir kazanç daha eklemek istiyordu. Çerçi Hüssüğün yaptığı da oyda zaten. Elci Hasanla işçiler çerçiyi tembihledikten sonra, hareket edip oradan uzaklaşmışlardı. Daha gün ışımadan pamuk tarlasına varmışlar, içlerinden biri eliyle işaret edip bazı yerleri göstererek, haydi arkadaşlar sabahın serinliğinde biraz gayret edip te şu gösterdiğim yerleri hep birlikte toplayalım. Öğlenin sarı sıcağı bastırdı mı koyun sürüleri gibi her birimizin başı yere eğilip daha pamuk toplayamıyoruz. Şimdi biraz gayret edersek, öğlenin sıcağında da bir kenara çekilir dinleniriz “diye hem yol gösteriyor hem de akıl veriyordu. İçlerindeki orta yaşlılar uygun gördükleri gibi gençlerde uygun görüp hemen işe koyulmuşlardı. Şura senin, bura benim, anan aşağı, baban yukarı “derken sabah ki tarif edilen yer öğlen olmadan bitirilmiş Ondan sonra, işçiler tarlanın başka bir yerinden pamuk toplamaya başlamışlar, bir başından öbür başa vardıklarında da öğlen olmuştu zaten. Öğlenle birlikte çerçi Hüssükte söz verdiği gibi işçilerin yanına gelip, eşeğin sırtından erzak sandıklarını aşağıya indirerek satışına başlamıştı, ama elci Hasan kim ney aldıysa onlara parasını verdirmemiş, kendiside bir şeyler aldıktan sonra, hesabın tümünü kendisi ödemişti. İşçiler gölgelik olsun “deyi dört tane ağaçtan bir hayma yapmışlar, alış verişlerini de yaptıktan sonra, hep birlikte hem öğlen yemeğini yemek ve hem de gölgede dinlenmek için, haymanın altına gitmişlerdi. Elci Hasan da römorkun altı gölge “diye oraya gitmişti. Çukurova’nın sarı sıcağı pamuk tarlalarında daha iyi seziliyor, Allah ın bir kuru yeli esmiyordu, ama her nedense o sıcakla birlikte hafif, hafif yel esmeye başlamış, sanki Elmasın kokusunu elci Hasan ın burnuna kadar getiriyordu. Aslında Elmasın kokusu falan yoktu ama, sevdalıların, aşıkların gözü serap görmekten başka bir şey görmez ya. İşte bizim elci Hasan ın hem gözü bir şey görmüyor hem de o esen yel sevdiğinin misk-i amber kokusunu alıp getiriyordu. Elci Hasan içinde ki o duyguyla uzanmış olduğu yerden doğrulup oturarak yine güzel bir sevda türküsünü böylece söylemeye başlamıştı.

 

ALDI DA GİTTİ

Yine bahar yeli esti bir anlık
Kokusu cihanı sardı da gitti
Hakkın yarattığı bir güzel varlık
Gönlüme el sunup aldı da gitti

Yüzünü görünce titredi kalbim
Haldan hala girdi biçare halim
Bir bakış baktı ki gözüme canım
Şu garip gönlümü çaldı da gitti

Kul Yusuf der mis kokulu bir yeldi
Dağların burcunda gonca bir güldü
Şu garip gönlüme bir sunuş sundu
Tarifsiz sevdaya saldı da gitti.

Bu türküsünü yanık, yanık söyledikten sonra, haymanın altında hem yemeklerini yiyip hem de dinlenmeye çalışan işçiler, bravo elci Hasan, sen çok yaşa elci Hasan, helal olsun sana elci Hasan, sen böyle yanık türküleri nereden buluyorsun. Tam bir sevda türküsü ağzına sağlık “diye elci Hasan ı onure etmeye çalışıyorlardı.

 

 E elci Hasan da gururunu okşayan bu güzel sözlere mutlu olduğu gibi, o da onlara “çok teşekkür ederim, sağ olun var olun” diye karşılık veriyordu. Yavuklusu için söylediği türküsü bittikten sonra, tekrar yerine uzanarak uyumak istiyordu. İşçilerde yemeklerini yemiş, onlarda haymanın gölgesinde dinlenmek için, oldukları yere uzanmışlardı. Öte taraftan Mehmet ağa da tanıdığı bir kamyoncuyu çağırtarak ambardaki pamukları yükletip Adana ya götürecekti. Daha kamyon gelmeden pamuklar da kamyona yüklenmeden önce ambarı açtırıp ne kadar pamuk var ne kar yok “diye kontrol ettikten sonra, kendi kendine, bence elci Hasan ın dedikleri doğru çıkacak galiba, bu kadar pamukları traktör almaz, alsa, alsa ancak kamyon alır. İyi ki elci Hasan ı dinleyip, aklına uydum da kamyon çağırttım. Yoksa bu gün bu pamukları yükleyip te Adana ya götüremezdim “deyi kendi kendine durum muhakemesi yapıyordu. Pamuk yükleyecek işçilerden birine, oğlum hele şuradan yola doğru bak bakayım bu taraflara doğru kamyon mamyon geliyor mu “diye kamyona bakması için, köyün dışına doğru işçiyi gönderirken,, kendisi de inşallah tez zaman da kamyon gelirde pamukları yükleyip biran önce Adana ya giderde sıraya gireriz “diye aklından geçiriyordu. Birkaç dakika sonra, kamyona bakması için gönderdiği işçiyle birlikte kamyon gelip pamuk yüklenecek ambarın önüne çekilmişti. Şoför mahallindeyken elinde sigarası olan şoför tecrübeli olduğu için, daha aşağıya inmeden sigarasını söndürüp öyle aşağıya inmişti. İner inmez de Mehmet ağanın yanına varıp günaydın, hayırlı, huzurlu, mutlu sabahlar ağam “deyince, işçilere hadi arkadaşlar, hadi elbirliğiyle şu pamukları yükleyelim. Adana ya vardığımızda inşallah uzun kuyruğa takılmayız “diye işçileri koşuya koyarken, şoförün günaydın, hayırlı, huzurlu, mutlu sabahlar ağam “dediğini duymuştu, duyar duymaz hemen geriye dönerek günaydın, hayırlı sabahlar, hoş gelesin sen kaptan “diyerek bir tebessümle karşılık verirken, ustam önceleri erken geliyordun, ama bu gün önceki geldiklerin gibi erken gelmedin. Sen erken gelirdin amma, hayırdır, Her hangi bir durum mu oldu yoksa? Diye kaptanın geç kaldığını ima ediyordu. Kaptan da evet bu gün biraz geç kaldım. Geç kaldığımın sebebi ise mazot hırsızları gece gelip ne var ne yok depodaki bütün mazotu çekmişler. Sabah kalktığımda her ne kadar marşa bastıysam kamyon çalışmadı. Niye çalışmadığını araştırırken, depoda bir damla mazotun olmadığının farkına vardım. Demek ki hırsızlar gece mazotu çalmışlar “deyip petrole giderek mazot alıp getirdikten sonra, pompanın da havasını alıp zorunan çalıştırdım. Çalıştırır çalıştırmazda hemen yola koyuldum. İşe geç kaldım “diye de vallahi billahi son sürat geldim. İşte bu yüzden bu gün geç kaldım. Bir daha ki sefere mazot deposunu duvara doğru yasladım mı hırsızlar daha mazotumu çalamazlar “diye şoförde başına gelen işleri anlatıyordu Mehmet ağaya.

 

 Mehmet ağa da şoförden ne kadar mazotunun çalındığını, zararının ziyanının ne kadar olduğunu sorup soruşturduğunda, şoför de, o günü deposunda elli litre mazotunun olduğunu, elli litrenin tamamını da boşalttıklarını söylüyordu. Şoförün başına gelenleri can kulağıyla dinleyen Mehmet ağa da Allah büyüktür bir yerden kaybedersen diğer yerden kazanırsın İnşallah “diye birbirleriyle konuşurlarken, pamuk hararlarını yükleyen işçilerden biri yanlarına gelerek, ağam pamukları yükledik, şoför de bir güzelce bağlarsa iş tamam “diyordu. işçi yi duyan şoför de hemen kamyonun kendirini çıkarıp sıkı sıkıya bağladıktan sonra, kamyonu çalıştırıp hareket etmeden önce, Mehmet ağa oradaki işçilerden birine biz adana ya gidiyoruz. Elci Hasan a benim söylediğimi söyle de ben geri gelene kadar bir kamyon daha pamuk hazırlasın. Falan yerdeki tarlaya da işçileri götürüp o tarlanın pamuklarını toplamaya başlasınlar” diye tembihliyordu. İşçi de ağasından duyduklarına, tamam ağam, tamam ben elci Hasan a sizin söylediklerinizi aynen intikal ettireceğim “diye bir asker gibi emir tekrarı yapıyor gibiydi. Mehmet ağa sözlerini tamamladıktan sonra, kamyonu yolcu eyleyip kendisi de taksisine binerek sürüp gitti Adana ya doğru. Adana ya gitti, ama aradan iki gün geçmesine rağmen, hala Mehmet ağa Naçarlı köyüne gelmemişti. İşçiler, ağalarının niye gelmediğini merak ederlerken, elci Hasan ise hiç umursamıyordu. Umursamıyordu çünki, ağası hakkında bir bildiği vardı da o yüzden umursamıyordu. Elci Hasan kendi kendine düşünüp te durum muhakemesi yaparken. Ağam ın gönlü bir güzel hanım a düşmüştü, acaba ağam ne yaptı? O hanımı kafaya alabildi mi acaba?  Kafaya aldı diyelim. O nu alıp bir lokantaya götürdü mü? ”deyip içten içe düşünüp dururken yine kendi kendine düşünerek, yapar, yapar. Benim Mehmet ağam, bu zamanın gelmiş geçmiş en hızlı zamparalarından biri, vallahi de yapar billahi de yapar “diye düşünüp dururken, kendisini gören işçilerde birbirlerine, bak hele elci Hasan ın kara, kara düşüncesine, Mehmet ağa iki gün gelmeyince adam kara, kara düşüncelere daldı gitti. Ne kadar da severmiş ağasını “diyenlerde vardı işçiler arasında, ama yinede hak veriyorlardı. Mehmet ağa işçilerini hiç darda zorda bırakmıyor, Eğer ki bir işçinin bir şeye ihtiyacı varsa, mutlaka o işçinin ihtiyacını görüyordu. Böyle de bir huyu vardı. Elci Hasan a gelince, o da iyi bir aile terbiyesi almış, temiz, terbiyeli, münevver, kolay, kolay kimseyi kırıp incitmeyen, olgun ve ağır bir yapıya sahipti.

 

Daha genç, hatta bekar olmasına rağmen orta yaşlı insanlar gibi olgun, ağırlığınca da altın ederdi. Nihayetinde o günü de akşam olmuştu, ama akşamın olmasını işçilerden daha çok elci Hasan istiyordu. İstiyordu ki bir an önce köye gide de yavuklusunu göre. Arada birde aklına gelmez değil, geliyordu da bir gün bende Mehmet ağamla birlikte Adana ya gidip beyaz eşyaya ve koltuk takımlarına bakayım “diyordu, ama o günü de akşam olmuş, Mehmet ağası hala Adana’dan köye gelmemişti. Elci Hasan tamam “dedi. Tamam, tamam gayrı anladım. hatta ben bu işi çözdüm. Ağamın niye bu kadar Adana da beklemesinin bir gayesi var. O’nun yegane gayesi çırçır fabrikasında çalışan o kadını elde etmekti. Eğer ki ağam bir işi kafasına koymuşsa her neye mal olacaksa olsun, mutlaka o işi yapardı. İşte beni ağam da öyle bir ağa, hem de yiğit bir ağa. Eğer ki o kadını elde etmişse helal olsun ağama yakışırda yani “diye ağasına hak veriyordu da. Yavuklusu Elmasların evlerine bitişik bir evde bir çift karı koca yaşamaktaydı, ama muhannete muhtaç değillerse de halleri, durumları da o kadar iç açıcı değildi. Yıllardan beri evli oldukları halde bu karı kocanın çocukları da olmamıştı. Karı koca zaman, zaman senden çocuk olmuyor “diye birbirlerini suçlasalar da, her ikisi de Adana ya doktora gidip muayene olmaya karar vermişlerdi. Nihayetinde günün birinde her ikisi de Adana ya gidip o doktor senin, bu doktor benim “diye bu işin uzmanı iyi bir doktor araştırıp bulduktan sonra, her ikisi de muayeneye tabi tutulmuşlar.

Erkekten mi kadından mı çocuk olmuyor “diye doktorların bazı tetkiklerinin sonucunda kadından çocuk olmadığı anlaşılmış olmakla birlikte aylarca, hatta yıllarca çeşitli tedaviler uygulanmış, ama bir türlü kadıncağız hamile kalamamıştı. Hem hamile kalamamış, hem doktorların “çocuk olsun “diye yıllarca verdikleri uğraşları hem de bir çocuğumuz olsun “diye gariban halleriyle ellerindekini avuçlarındakini doktorlara döküldükleri üç beş kuruş paraları hep boşa gitmişti. Demek ki yüce yaratan öyle münasip görüp onlara çocuk vermemişti. Sonuç itibariyle sinelerine taş basarak çocuk sevdasından vazgeçmişlerdi, ama ellerinde avuçlarında beş para bile kalmamış, “deyim yerindeyse, bir ekmeğe muhtaç duruma gelmişlerdi.

 

Ancak ki kadın açık göz bir kadın olduğu için, Elmas ile elci hasan ın bir araya gelip buluştuklarının farkındaydı. Bu durumu lehine çevirmek adına, her gün uğradığı eve o günde derdini tasasını Zeynep kadına anlatıp bir şekilde de Elmas kızdan elci Hasana haber göndermekti. Nihayetinde eşi kahvehaneye gittikten sonra, kendiside kocasının ardından evden çıkıp Zeynep kadınlara gitmiş, yaşça küçük olduğundan dolayı, evin bahçe kapısına geldiğinde, iki üç kere Zeynep abla, Zeynep abla evdemisiniz? “diye seslenince, evin içinden gelen bir ses, gel Zekiye hanım gel “diyordu. Seslenen bu Zeynep kadın ise çok mütevazi, çok saygılı bir kadın olduğu için, her kim olursa olsun, ister tanısın isterse tanımasın ismini hitap ederken sonunda kişiye saygı göstermek amacıyla mutlaka ya “hanım” yada “bey” diye hitap ederdi. Evlerine misafir gelen Zekiye kadına da buyurun gelin “diye buyur ediyordu. Zekiye kadın da buyur edildiğini duyunca, tamam Zeynep abla, tamam geliyorum “diyerek bahçe kapısını açıp eve doğru yürürken, Elmas kızda misafirini karşılamak adına evden dışarıya çıkmıştı. Zekiye kadınla karşı karşıya geldiklerinde, buyur Zekiye ablam, buyur. “Diyerek elini uzatıp hem tokalaşıyor hem de hoş geldin, sefalar getirdin. “Deyip birbirlerine sevgi saygı adına boyun kucak olup öpüşürlerken hemen orada, hal hatır sormaya bile lüzum görmeden, pamuk toplamaya gitmek istediğini ancak elci Hasan sabahın karanlığında tarlaya gidip, akşamın karanlığında köye geldiğini, Traktörün sabahın köründe gidip akşamın köründe geldiğini bildiği için, elci Hasan ı görüp te söyleyemediğini. O’na kendisinin de pamuk toplamak istediğini bildirmek için, bir haber göndermek istediğini, ancak o nu görebilen kiminle haber gönderebileceğini, el alem gibi, kendisinin de gidip çalışmak istediğini kaşla göz arasında anlatmıştı. Elmas kızda, Zekiye ablama bak hele, ondan kolayı ne var. Bizim eve daha yıkın Mehmet ağanın evi. Bu gün yarın onlardan birini gördüğümüzde ya anam ya da ben söyleriz. Sen bundan yanı kayıtsız ol, hiç merak eyleme “diyordu. Elmas’tan bu sözleri duyan Zekiye kadın da, kız ben biliyordum zaten, senin iyi niyetli bir kız olduğunu. Allah seni sevdiğine bağışlasın. İnşallah tez günde Düğünün derneğin olur, davul zurna eşliğinde duvağınla gelin olur gidersin “diye dua ederken. Elmas kızda inşallah Zekiye abla inşallah “diye seviniyordu. Konuşmalar sona erdiğinde Zekiye kadın önde, Elmas kızda hemen arkasında olmakla birlikte Zeynep kadının oturduğu odaya girmişlerdi. Odaya girdiklerinde Zekiye kadın gidip Zeynep kadının elini öptükten sonra, buyur şöyle otur “deyi gösterilen yere geçip oturur.

 

Zeynep kadın, Ee hoş gelesin kızım, nasılsın iyimisin? Er kişin nasıl, o da iyi mi? Her ne kadar evimiz birbirine bitişik olsa da çoktan beri seni görmüyorum, iyi ettin geldiğine hem de her zaman gel gızım. Bak sana özlemişim. Ney ararsan bizleri yaratanın haznesinde hepsi var. Sizde ney isterseniz Allah’tan isteyin, Allah’tan isteyin ki, dilde dileğinizi gönülde muradınızı vere. İnşallah yüce Rabbim kucağınıza eli ayağı düzgün, insan sıfatında bir de çocuk verir. Yeter ki o yaratandan Sıtkı candan isteyin. El açıp ta sıdkı candan kim ney isterse, isteyenin ellerini hiç boş çevirmez, çevirmemiştir de “deyip Zekiye kadına nasihatte bulunuyordu. Zekiye kadın da Allah ağzından işite Zeynep abla, Allah ağzından işite de bizim de evimizin içinde çocuk sesi duyula “diye o da Allaha dua ediyordu. Kadınlar daha hal hatır ederlerken, Elmas kız mutfağa giderek hemen kahveyi hazırlayıp bir tepsiyle kahveleri alıp odaya getirmiş, buyur Zekiye abla, önce kahvemizi içelim daha sonra da çayımızı demleriz “diyerek kahveyi almasını istiyordu. Zekiye kadın da Elmasa kahveyi önce annene ver, daha sonra da getir bana ver “diye yol gösterince, Zeynep kadın da olmaz, olmaz siz burada misafirsiniz. Önce siz buyurun daha sonra da ben alırım “deyip birbirlerine iltifat etmeye başlamışlardı, ama yine de önce Zeynep kadın kahvesini alıp daha sonra da, Zekiye kadın kahvesini almış, geriye kalan üçüncü fincanı da Elmas kız yudumlamaya başlamıştı. Kahvelerini içip bitirenler fal bilmeseler de usül yerini alsın “diye fincanları ters kapatmışlardı. Zeynep kadının falına Zekiye kadın bakıp bir şeyler söyledikten sonra, falından hoşlanmayan Zeynep kadın hele ben kalkayım da Teslime hanımın yanına bi gideyim “diyerek yerinden kalkıp Teslime hanımın yanına giderken, siz daha çayı demlemeden ben gelirim “diyordu ve kalkmasıyla evden çıkması bir olmuştu. Belli ki Zeynep kadının aklında bir şeyler vardı, ama ney olduğunu henüz kimseye söylememişti. Zeynep kadın gittikten sonra, Zekiye kadınla Elmas kız daha bi rahatlamışlar, nede olsa Zeynep kadının yanında rahat konuşamıyorlardı. Şimdi rahat, rahat konuşmaya başlamışlardı bile. Zekiye kadın gene bir laf açarak, bir aralar elci Hasan ın damın arka tarafına gelip sessiz, sessiz birisiyle konuştuğunu işittim, ama kiminle konuştuğunu kestiremedim “diyerek Elmas ın Elci Hasanla bir ilişkisinin olduğunu imalı bir şekilde anlatmaya çalışmıştı. Ancak Elmas kızda o kadar saf ya da salak biri değil, sözün kendisine söylendiğinin farkına varmıştı. Elmas kız lafı daha fazla ileriye götürmemek adına, mutfağa gideyim de çay suyu kaynıyor mu ona bakayım “diyerek odadan çıkıp mutfağa giderken kendi kendine demek ki Zekiye abla bizim buluştuğumuzu biliyor. Buluştuğumuzu bilmese, Hasan ın damın arkasına geldiğini nereden bilsin. Ah Zekiye abla cin gibi kadınsın vallahi “diye, diye mutfağa gelmişti. Mutfağa girdiğinde ne görsün, su kaynaya, kaynaya çaydanlıktan dışarıya taşıyordu. Hemen ocağın altını kısarak çaydanlığı alıp çayını demlemiş, sıcak kalsın diye üzerini de bir havluyla örtüp, bir tepsinin üzerine bardağı şekeri koyarak tekrar odaya gelmişti.

 

 Zekiye kadın Elmas ın hamaratlığına övgüler yağdırırken, gız Elmas maşallah elin her işe yakışıyor. Her neye elini atsan yaptığın iş tertemiz olarak ortaya çıkıyor. Ayrıyeten, boylu poslu güzeller güzeli, hanım hatun bir gızsın. İnşallah seni isteyenin de boyu posu yakışıklılığı senin gibi yerinde olur. Seni alacak olan oğlan da yakışıklı olsun ki birbirinize denk olasınız. Ya biri güzel de diğeri çirkinse var ya? İşte o zaman güzel ağlar çirkin güler bir zaman. Bir başka deyimle, şöyle diyeyim. Eğer ki yarin çirkin ise, gir ağla çık ağla, yok, yarin güzel ise o zaman da gir oyna çık oyna “derler. Yani benim demek istediğim davul dengi dengine olmalı, eğer ki davul dengi dengine olmasa var ya, işte o zaman yaşadığın sürece boynun eğri, yüzün de solgun kalır. Çarşıda pazarda gezdiğin zaman bir çift güzeli gördüğünde içindeki yağların erir, hep ah çeker durursun. Allah hiç kimseyi gönlünün düşmediğine nasip eylemesin, ama inan ki gözünün almadığı gönlünün sevmediği bir çifti birbiriyle başgöz ederlerse var ya çok yazık ederler. Uzağa gitmeye hiç gerek yoktur. Kendi köyümüzün içinde bile birbirine gönül vermeden evlenenler var. Evlenenler var, ama biraz evvelde dediğim gibi, birbirine uygun bir çifti gördüğünde içi cızz “diye cızılayıp duranlar var “dediğinde sanki de Elmasın eline koz vermiş gibi bir durum olmuştu. Bunu fırsat bilen Elmas, hemen harekete geçerek, gız Zekiye abla birbirine gönül vermeden evlenenleri yani, tarif ettiğin bu evliler siz olmayasınız “deyince Zekiye kadın ah Elmas ım ah “deyip içini çekerek derdini açmıştı. Daha ben gız iken yıllar önce bir sevdiğim oğlan vardı. O oğlan beni Allahın emriyle istetince, o zaman aha bu herifin de bende gönlü varmış, beni istediklerini duyunca hemen anasına, bana Zekiye yi iste “diye söylemiş. Bir taraftan sevdiğim oğlan tarafı beni isterken, diğer taraftan da aha bu herifin anası gelip gidip beni oğluna istiyordu. Anası da anamın iyi konuştuğu bir arkadaşı olduğu için, beni sevdiğime değil de aha bu herife verdi anam. Beni bu herife verdi ama, senin bu oğlana gönlün var mı yok mu “diye bana hiç sormadı. Sanki de bir malı mal pazarında satar gibi, beni verdi. İşte odur budur kanadı kırık bir kuş gibi, gönlüm hiç hoş değil.

Zekiye’nin hem derdi hem de ağzı açılmıştı. O konuştukça, Elmas kızda ha bire körükleyip üstüne, üstüne gidiyordu. Zekiye kadın sevgisiz, sevdasız, aşksız yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu ve öylece de bir çaresizlik içinde istemeyerek yaşamını sürdürüyordu. Elmasa, gız Elmas bu acıyı ve bu ızdırabı çeke, çeke dert yükü oldum vallahi. Dert yükü olunca da hayattan, yaşamaktan koptum. Gız Elmas ben zaman, zaman da hem sevgi üzerine hem de sevgisiz yaşamanın üzerine bir şiir okuyorum. Bu şiirimi dur sana da okuyayım da bir dinle hele güzel mi? Diye şiirini okumaya başlamıştı.

 

SÖNDÜM

Gene yüreğime bir ateş düştü
Ne o yar söndürdü nede ben söndüm
Dumanım tepemden göklere aştı
Ne o yar söndürdü nede ben söndüm

Erciyes dağında buz gibi dondum
Akdenize düşüp çözüldüm yundum
Bu kara sevdaya ömrümce yandım
Ne o yar söndürdü nede ben söndüm

Toroslardan öte o yar dönmedi
Ateşimden yüzüm gözüm gülmedi
Bir tas suyu alıp dökem demedi
Ne o yar söndürdü nede ben söndüm

Bu bedende bu baş ne zaman güldü
Kirpit’siz tutuşan ağaca döndü
Bir çıngı ateşte yandı kül oldu
Ne o yar söndürdü nede ben söndüm.

Gücün yetiyorsa al götür beni
Hiç mi yoktur Kul Yusuf’un önemi
Ateşler içinde yanık sinemi
Ne o yar söndürdü nede ben söndüm.

 

Diye türküsünü yanık, yanık söyledikten sonra, gözlerinden damla, damla yaşlar süzülmeye başlamıştı. Belli ki Zekiye nin yüreği yaralıydı.

 

Yürek yaralayıcı bu durumu gören Elmasında gözleri dolmuş, ağladı ağlayacaktı, ama kendine gelerek, kalkıp Zekiye’nin boynuna sarılıp oy benim kaderi kör, bahtı kör amma kendisi dünyalar güzeli ablam. Ağlama ablam ağlama, demek ki senin kaderinde kısmetinde istemediğin bir evliliği, hatta bu sevdasız, aşksız hayatı yaşamak varmış. Senin talihin kaderin öyle kör bir kader ki, istemediğin bir evliliği yaptırdıkları gibi, üstüne üstlük Allahutala gönlünü hoşnut etmek için bir çocuk bile vermemiş, ama Allahtan umut kesilmez. Daha yaşın genç, bakarsın bir gün bir çocuğun olur, gelmiş geçmiş bütün acılarını sana unutturur “diye teselli etmeye çalışıyordu. Baktı ki Zekiye ablasının yüreği kabarmış, yaralı yüreğiyle içten içe ağlıyor, daha edemedi hemen bardaklara çayı doldurup, Zekiye abla hele buyur da birlikte çayımızı içelim “deyi dolu çay bardağını Zekiye ablasının önüne bırakmıştı. Zekiye de kendine gelerek el örgüsü çantasından bir mendil çıkarıp yüzünü gözünü sildikten sonra, ya Elmas kız, benim evlilik hayatım işte böyle başladı. Şimdiyse geçinebilmek için tarlalara pamuk toplamaya gitmek istiyorum. Allah hiç kimseyi dar da zor da bırakmasın. Hele, hele istemediği bir evliliği hiç kimseye nasip eylemesin. Biri istemediği bir evliliği yapıp ta ömrü boyunca kanadı kırık boynu bükük olacağına, bekar yaşasın ondan bin katlı iyidir. İnşallah sen sevdiğin biriyle evlenir mutlu bir hayat yaşarsın “diye duasını da ediyordu. Daha birinci bardaklarını bitirmemişlerdi ki Zeynep kadın odadan içeriye girmiş, çay içtiklerini görünce, ben size demedim mi Siz çayınızı içmeye başlamadan ben gider gelirim diye, bak çay içmeye daha yeni başlamışsınız. Hadi kızım bana da bir bardak getir de bende çay içeyim “dedikten sonra, misafirine dönerek Zekiye gelin senin için Teslime kadınla konuştum. Sizden içiri dedim ki halleri durumları biraz zayıflamış, gelincağız pamuğa gitmek istiyor. Yarın elci Hasan işçileri toparlarken Zekiye gelini de alsın “olur mu Teslimem “deyince, o da tamam, tamam akşama işçiler geldiğinde ben Elciye söylerim. Varsın Zekiye gelinde çalışsın. Bu devir çalışma devri. Bu devirde çalışmayanın karnı doymuyor. Gene köylük yerler iyi. Hep birbirimizi tanıyor, dar da zor da olanın imdadına yetişiyoruz. Ya şehirdekiler ne yapıyorlar. Allah kimseyi zor durumda bırakmayıp, açlığınan terbiye eylemesin “diyor teslime. Deyip sözlerine devam ederek Hal vaziyet işte böyle Zekiye gelin. Senin işin de tamam. Çalışmak ayıp değil gızım, dar da zor da olup ta çalışmamak ayıp. İnşallah çalışırda, sıkıntılarınızı giderirsiniz “diyerek nasihat ta ediyordu.

 

Zeynep kadın konuşmasını bitirince, konuşmaktan ağzının kuruduğunu anlamış olacak ki gızım konuşmaktan dilim, damağım, ağzım kurudu, hele bana da bir bardak çay getir demeye kalmadı. Elmas kız bir bardak çayı anasına uzatmış, buyur ana sende çay iç “diyordu ki, Zeynep kadın kızına, sağ ol gızım işin rast gele yüzün ağ ola emi “diye her şeyin sonunda ettiği duasını gene ediyordu. Ancak, Zekiye gelin Elmas kız ile başbaşa kalınca içinde ne derdi var, ne tasası var hepsini boşaltmış, derdini tasasını da dile getirirken, istemediği biriyle istemeyerek evlenmesi, bu benim kaderimin bana oynadığı bir oyun “deyip bağrına taş basarak evinin hanımı olduğunu söylüyordu. Evinin hanımı olmasından sonra, bir çocuğunun olmaması o nu yıkmış, derinden yaralamıştı. Bir çocuğunun olması içinde, doktor, doktor gezmesine rağmen hiç çocuk sahibi olamayacağını öğrenmişti. Kocasının bazı şeyleri aldırmayıp ta vurdumduymazlığı onca çektiği acıların üstüne tuzu biberi oluyordu. Birde perperişan olmaları Zekiye gelinin ağlamasına sebep olmuş, gözlerinin kızarıklığı ta uzaktan bile belli oluyordu. Zeynep kadın Zekiye gelinin yüzüne bakınca hemen ağladığının farkına varıp, gız Zekiye gelin yoksa sen ağladın mı? Bu ne bu gözlerinin kızarıklığı “diye sorsa da nafile, Zekiye gelin “Nuh deyip Peygamber “demiyor, ağladığını söylemiyordu ama o ne kadar söylemese söylemesin, Zeynep kadın bir bakışta anlamıştı zaten. Hadi neyse söyleme, ama ben senin gözlerine bir bakışta anladım. De hadi çayımızı içelim bari “deyip içki masasındakiler gibi bardağını kaldırıp çayını yudumlamaya başlamıştı. Elmas anasına, gız ana sen Zekiye ablanın pamuğa gitmesi için mi, Teslime ablanın yanına gittin. Bari benim için de söyleseydin. Deseydin ki bizim gız da pamuğa gitmek istiyor. Yarın sabah elci Hasan Zekiye gelini alırken bizim gızı da alsın “diye söyleseydin. Bende pamuğa gider de üç beş kuruş para kazanırdım. Çalışmak olsun, çalışıp ta para kazanmak olsun hiç ayıp olur mu? Beni niye söylemedin ana, ben çalışamazmıyım yani? Tabiî ki de çalışırım. Allaha çok şükür çalışmak için gücüm kuvvetim de yerinde “dedikçe anası kızmaktan ifrit oluyor, otur oturduğun yerde, hiç görülmüş mü gız gısmının tek başına gidip te arpada, buğdayda, pamukta ya da ne bileyim fabrikada çalışması hiç görülmüş mü? Otur oturduğun yerde, dünyanın bin türlü hali var “diyerek kızına akıl vermeye çalışıyordu. Aslında Elmas çalışmaktan yana değildi. O’nun aklı fikri Hasanı nı görmekti. Hasanı görmek için, tarlada ırgat olmaya bile razıydı, ama anlaşılan o ki, o da eline geçmiyordu. Zekiye gelin, Elmasın Hasan ile arkadaşlığını sezmiş olacak ki, Zeynep abla Elmas da benimle birlikte pamuğa gelse iyi olmaz mı “diye ağız yoklaması yaptıysa da nafile, para etmedi. Para etmediği şundan belliydi ki, Zeynep kadın bu konuşmalardan dolayı baya hiddetlenmişti. O’nun hiddetlendiğini sezdikleri için, her ikisi de dillerini tutup, susmuşlardı.

 

Bir müddet öyle sessiz, sedasız, suskun hatta birbirlerinin yüzlerine bile bakmadan durdular, ama Zeynep kadın beş dakika konuşmasa dili şişen kadınlar gibi dili şişiyordu. O sebepten dolayı bir bardak çay içip, ikinci bardak çaya daha başlamadan ortaya bir laf atarak, Mehmet ağa iki gündür Adana’dan gelmemiş. Gelmemiş, ama bu herif niye gelmedi “diye Teslime hanımın eli yüreğinde. Korktuğu her halinden belli oluyor, zaten korkusunu gizlemiyor da. Adana’nın hele de Ceyhan ın yiğidi, merdi bol olur, ama bir o kadar da namerdi, galleşi var. Kurban olduğum Allah Mehmet’imi esirgesin. İnşallah başına kötü bir şeyler gelmemiştir. “diyor ve ekliyor, gelmemiştir diye Umut edelim, başına her hangi bir şey gelmedi diyelim. Peki, o zaman bu herif iki gündür niye gelmedi “diye kara, kara düşünüyor “diyordu. Zeynep kadın Mehmet ağanın iki gündür evine gelmeyişini, o gelmeyince, Teslime kadının evimin direği gelmedi “diye üzülmesini tek, tek anlatınca hem Zekiye gelin hem de kızı Elmas, inşallah başına kötü bir şey gelmemiştir. Mehmet ağa bu köydeki en iyi ağalardan birisi. O’na bir şey olursa çok yazık olur “diyorlardı. Ama Elmas kız yüreklere su serpmesi için, valla gene de hiç korkmayın, aklınıza kötü şeyleri getirmeyin. Çünkü Mehmet ağa hem akıllı hem de cin gibi bir adam. Öyle kolay, kolay çar çakala yem olacak adam değil. Mehmet ağa her önüne çıkana yem olacak bir yapıya sahip olsaydı, ya da aklı fikri olmayan birisi olsaydı bu kadar malı mülkü nasıl kazanırdı. Saftirik birisi olsaydı tabi ki kazanamazdı. E o zaman neyi düşünüp üzülüyorsunuz ki “diye hem annesini hem de Zekiye gelini sükuta davet edip, kendilerine gelmelerini istiyordu. Elmas kızın bu şekilde açıklayıcı sözleri her iki kadını da teselli etmeye yetmişti. Her ikisi de teselli olunca, Zeynep kadın, yahu biz niye böyle doğmamışa don biçiyoruz ki… Olmamış bir şeyi bir sürü yalanlarla süsleyerek hemen olduruyoruz. Daha sonra da kendi yalanımıza kendimiz inanıyoruz. Pis işin kokusu tez dağılır “derler ya, eğer ki bir kötü durum olmuş olsaydı şimdiye dek memleket çalkalanır, altüst olurdu “diye o da her hangi kötü bir şeyin olmayacağının kanaatindeydi. Kahveler çaylar içilmiş akşam olmaya yüz tutmuş, köylünün sığırları köyün bir başından köye girmiş, Köylülerden çocuklar ile yaşlı kadınlar hem sığırdaki ineklerini karşılamak hem de kışın sobada odun yerine tezek yakmak için, köylülerin “Mayıs” dedikleri, ineklerin dışkısını toplayıp ellerindeki kovalara koyuyorlardı. Daha sonra da bu mayısları samanla birlikte karışım yaparak evlerinin ya da bahçelerinin bir tarafına tezek biçiminde kuruması için bırakıyorlar, birkaç gün bekleyip kuruduktan sonra, çalı çırpı, odun istif ettikleri yere, tezekleri de istif ederek kışın vay odunum yoktur, vay tezeğim yoktur “demeyeler. Yani her zaman kışlık ihtiyaçlarını yazdan hazırlıyorlar. Buda köylü olmanın ayrı bir özelliğiydi.

 

Zekiye gelin, sığır geldiğine göre akşam oldu demektir. Şimdi birazdan bizimki de eve gelir, o gelmeden eve gideyim de akşama bir şeyler hazırlayayım. Akşama kadar kahvede oturur, ama eve de geldi mi ilk işi akşamlığı hazırladın mı diye sormak olur. Bende aha hazırlıyorum “desem bile iki elimi bir papuça sokar. Herif gelmeden gideyim de Allah ne verdiyse bir şeyler yapayım “deyip ayağa kalkarak Çay kahve için Size çok, çok teşekkür ederim. Zeynep abla, Elmas ım sizleri de bize beklerim, sizde buyurun bize gelin lütfen “diye rica ediyordu. Zekiye gelin ayaklanınca Zeynep kadın la Elmas kızda ayaklanmış misafire bir daha buyurup gelesin “diye yolcu ediyorlardı. Zekiye gelin oradan ayrılır ayrılmaz bir hız ile giderek evine varmış, henüz akşam yemeğini hazırlamaya başlamadan kocası Zeki tahta kapıyı açtığında eve geldiği belli olmuştu. Tahta kapının gıcırtısını duyan Zekiye gelin, gelmeyesice aha geldi gene. O sabah gittiydi, aha bu akşam oldu, adam bir türlü kahveden çıkmıyor. Akşama kadar bir elinde oyun kağıtı bir elinde okey takozu. Sanki o kağıtlar olsun, o takozlar olsun karnını doyuracak. Ula insan Allahtan korkar, kuldan utanır. Senin cebinde beş kuruş paran, evinde yiyecek bir parça ekmeğin yoktur. Gürleye, gürleye aha kış geliyor. Kışın sobada yakacak bir dal odunun mu var?

Sen gidip de akşama kadar kahvehaneler de sürttüreceğine, git de bir işe bak, bir iş bulup çalış ta eksiğimizi noksanımızı tamamlayalım. Şimdi o na işten güçten bahseylesem, aboov olmadık kıyameti koparır, başıma olmadık işleri açar. Benim bununla sonum olur mu olmaz mı onu da bilmiyorum. Zaten ikimizi birbirimize bağlayacak olan bir çocuğumuzda yoktur. İyi ki de olmuyor. Bu herif bir benim karnımı doyuramıyor, birde çocuk olsa nasıl bakacak. Ne bileyim Allah sonumuzu hayra getire “diye düşünürken Zeki eve geldiği gibi, akşamlık hazırlanmış mı, yoksa daha hazırlanmamış mı “diye mutfağa kadar gelmişti. Mutfakta yemeğin hazırladığını görünce, kolay gelsin Zekiyem. Ne zaman hazır olur yemeğin? O sabah bu akşam ağzıma bir lokma bir şey almadım. Öyle karnım acıktı ki “deyip biran önce yemeğin hazırlanıp karnının doymasını istiyordu, ama Zekiye gelin de misafirlikte olduğu için, yemek bu gün biraz geç pişeceğe benziyordu. Zekiye gelin bir taraftan yemek hazırlamakla uğraşırken diğer taraftan da eşine, bu gün Zeynep ablaya gidip, bende pamuğa gitmek istediğimi söyledim. O da benden bu lafı duyar duymaz hemen kalkıp doğruca Teslime ablaya gider, benim pamuğa gitmek istediğimi anlatıp, mümkünse bu gelinde pamuğa gitsin “diye ricada bulunur. Teslime abla da akşama elci Hasan geldiğinde ben o na, sabah işçileri alırken Zekiye gelini de al “diye söylerim “der. Yani senin anlayacağın ben yarın pamuk toplamaya gideceğim. Bari bir müddet gidip çalışayım da, eksiğimizi noksanımızı alalım. Zekiye bu konuşmayı yaptıktan sonra, eşine peki sen ne yaptın bu gün? Hiç işmiş sorup soruşturdun mu “diye sorgularken? Eşi de sanki memlekette iş varda ben mi iş bakmamışım. Varsa tarlalarda pamuk toplama işi var. O da kadınların işi zaten. Benim yapacağım şöyle güzel bir iş olsa ben gidip de hiç çalışmazmıyım “diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Zekiye gelin de biliyordu ki bu adam gidip te bir işe bakmaz, akşama kadar da kahveden çıkmaz. Kocasının ıslah olması için, sadece Allaha dua ediyordu.

 

Sabah ezanında elci Hasan kalkıp her zaman ki gibi kahvaltısını yaptıktan sonra, traktörünün yanına vararak eksiğini noksanını kontrol ederken, konağın hizmetlilerinden birisi yanına gelerek, Teslime hanımım elci Hasana söyle de işçileri toparlarken Zekiye gelini de alsın. Hatta dönüp bir daha tembihledi. Hemen gidip elci Hasana söyle “dedi. “bende gelip sana söylüyorum. Sen işçileri işe götürmek için bekledikleri yerlerden alırken Zekiye gelini de alacakmışsın. Unutmasın dedi hanımım “deyip geri dönüp gitmişti. Elci Hasan kendi kendine Allah, Allah Zekiye gelinde mi pamuğa gidecek? İnşallah doğru anlamıştırım, ama işe gidecekse eğer, o şimdi traktörün sesini duydumu yola çıkar. O da gelsin, gelsin de Elmasımla buluşmak için belki işimize yarar “diye bir bakıma mutlu oluyordu. Zekiye’nin de pamuğa gideceğini duyunca hemen traktörün yağına suyuna bakıp, lastiklerini de kontrol etmiş, yola çıkmak için, direksiyonun başına geçen elci Hasan, işçileri almak için, iki dakikada hazırlanıp yola çıkmıştı. Zaten traktörün sesini duyan pamuk işçileri de koşturarak bekledikleri yere geliyorlardı. Herkes gibi Zekiye gelinde traktörün sesini duyunca o da evlerinin önüne çıkıp beklemeye başlamıştı. Daha ortalık tam ışımadığı için, elci Hasan traktörün farlarını yakmış ileriye doğru her tarafı ışıtıyordu. Zekiye gelin in ise daha ilk defa işe gideceği için, kalbi gümbür, gümbür atıyor, tarlaya vardığımızda İnşallah elime yüzüme sürmem “diye Allaha dua ederken, traktörde gelip yanında durmuştu. Elci Hasan Zekiye geline bakarak, Sabah konağın hizmetlilerinden biri gelip bizim hanımın bir emrini bildirdi. Sizde pamuğa gidecekmişsiniz “öylemi? Diye sorduğunda, Zekiye gelinde he Hasan gardaş he, bende pamuğa gideceğim. Pamuğa gideceğimde İnşallah yüzüme gözüme sürmem “deyip römorka biniyordu. Zekiye gelin römorka bindikten sonra, diğer işçileri almak için, tekrar yürümüştü. Beş dakikada römork işçilerle dolmuş pamuk tarlasına doğru gidiyorlardı. Ama römorkun içindeki gençler birbirlerine, elleriyle ayaklarıyla şakalaşmaktan geri kalmıyorlardı. Nihayetinde traktör tarlaya varmış, işçilerde işbaşı yapmışlardı. Zekiye gelin acemi bir işçi olduğu için, ne yapacağını bilmiyor, diğer orta yaşlı kadınların gözlerine bakıyordu ki kendisinin nerede ve nasıl çalışmasını öğrenmek istiyordu. Hangi tarlada çalışılsa çalışsınlar elci Hasan ın her zaman elinin altında sözünü dinleyen birileri vardı. Zekiye gelinin de acemi işçi olduğunu bildiğinden dolayı, sözünden çıkmayıp her dediğini itaat eden o kadının yanına vermişti. Zekiye gelin sen aha bu hanımın yanında çalış. Hem de bilmediklerini sana öğretir “diye kendi adamının yanına vermişti.

 

Kadının ismi Leyla idi. Leyla kadın orta yaşlıydı, ama cin gibi bir kadındı. Cin gibi olduğu için, elci Hasanı kafaya almış gözde işçilerden biri olmuş, aynı zaman da işçiler ney konuşuyor ney konuşmuyor bütün duyup bildiklerini elci Hasana aktarıyordu. Elci Hasan da kurnazdı. Kurnaz biri olmasaydı elciliğe kadar yülselebilirmiydi. Çalışan bütün işçilerin nasıl çalıştıklarını Mehmet ağanın hakkında olsun, kendinin hakkında olsun neler konuştuklarını, çalışırlarken dürüstler mi yoksa dürüst değiller mi hepsini öğreniyordu. İşte bu sebeplerden dolayı, pamuk değil de buğday biçildiği zaman her tarladan 3. ya da 5, teneke buğdayını harman üstü “diye Leyla kadına verdiği de oluyordu. Hele bir keresinde Leyla kadından aldığı haber buğday ambarından çalınacak büyük bir hırsızlığı önlemişti. Leyla kadının böyle büyük bir iyiliği de olduğu için, Mehmet ağanın çiftliğinde sanki de dokunulmazlığı vardı. İşte bu maharetli kadının yanına vermişti.

Leyla kadın hadi gel bakayım Zekiye gelin, hadi gel de şu baştan da ikimiz pamuk toplamaya başlayalım “diye çağırınca, Zekiye gelin çekingen bir vaziyette Leyla kadının yanına gelerek birlikte işaret ettiği yere doğru yollanmışlardı.

Leyla kadın Naçarlı köyünden değildi, ama hemen, hemen köyün tamamını tanıyordu. Ancak Zekiye gelinle hiç tanışmamıştı. Tabi ki tanışamazdı? Çünki Zekiye gelin bu güne kadar tarlaya bahçeye gidip de hiç çalışmamıştı. Tarlada bahçede hiç çalışmayan Zekiye gelin pamuk toplamaya başlayacakları yere giderlerken, keseklerin üzerine basarak ya da ayağı keseklere takılarak zaman, zaman yere düşme tehlikesi atlatmıştı. Yere düşmekten zar zor kurtulan Zekiye gelin öğlen olduğu vakit güneşin beyinlere işleyen sarı sıcağından nasıl korunacaktı. Tabi ki onu da zaman gösterecek. Leyla kadın, birlikte yürüdüğü acemi işçiye, traktörde gelirken isminin Zekiye olduğunu öğrendim. Seni buralarda hiç görmedim de, bu köydenmisin yoksa başka köyden mi? Dur, dur sen nereli olduğunu söylemeden ben kendimi tanıtayım. Benim adım Leyla ama ben bu köylü değil, falanca köylüyüm. Buraya her sene pamuk zamanı gelir şu tarla senin, bu tarla benim “derken bütün tarlaları dolaşa, dolaşa pamuk toplarım. Yani pamuk ırgatıyım. Eğer ki çalışmasam o sene açım. Ben aç olduğum gibi, çoluk çocuklarımda aç kalır hatta okuyanlarımı okutamam “diyerek kendini az çok tanıtmış oluyordu. Kendini tanıttıktan sonra, E sen kendinden biraz bahsetmeyecekmisin? “Diye Zekiye gelini konuşturmaya uğraşıyordu, bu arada pamuk toplayacakları yere de gelmişlerdi. Zekiye gelin kendinden bahsetmek isteyeceği sırada, Leyla kadın, sen kozaların üzerindeki pamukları toplamaya şuradan başla, bende şu taraftan başlayayım. Pamukları toplamakta geç kalırsan ben gelir sana yardım ederim. Mademki elci Hasan seni benim yanıma verdi, benim de sana yardım elimi uzatmam lazım. Birkaç gün acemiliğin olur, ama ondan sonra, sende ustalaşırsın “diye hem moral veriyor hem de koşuya koyuyordu. Zekiye gelin tamam abla, tamam “deyip kozaların üzerindeki pamukları toplamaya başlamıştı, ama eline bir iki kere kozalar sert gelince, demek eli incindi ki, elini kozaya uzatmaya bile korkuyordu.

 

İki üç saat pamuk toplayınca, eğilmekten beli ağrımış olacak ki eşine içten içe isyan ediyor, ulan koca kafalı adam, ulan yakasından bit eksik olmayan adam, ulan akılsız adam sen nerden geldin de kaşığımdan çıktın. Beni böyle perperişan hale bıraktın. Ben gelince evinizin tertibi, düzeni, temizliği değişti hem de başın bitten sırtın pislikten kurtuldu, ama Allah rızası için, eşini, aşını, evini düşünüp te bir işe gitmezmisin ulan. Çocuğumun olması için bile anamın babamın parasıyla gidip geldik. O anama ne diyeyim ki ben? Bir şey demeye dilimde varmıyor, ama o anan olacak kadının hatırı için beni sana vererek kalktı da ateşe attı. Şimdi de işte böyle tarlalarda sürünüp duruyum “diye dertleniyordu. Başını kaldırdığında Leyla kadının kendinden en az beş metre ilerde olduğunu görünce utanmaya başladı. Aman Zekiyem bu gün ne herifini nede başka bir şeyi düşünecek zaman değil, biraz gayret eyle de şu avrada kavuşasın, boyunu posunu gören seni becerikli bir avrat sanır “diye bir yandan gayret ederken diğer yandan da güneşin ışınları başına işliyor, susuzluktan dili damağı kuruyor, bayıldı bayılacak oluyordu.

Leyla kadın dönüp geriye bi baktı ki, Zekiye gelin halsiz, perişan bir vaziyetteydi.

Bu gelini güneş çarptı galiba? Şunu haymanın gölgesine götüreyim de elini yüzünü yakasın ki kendine gele, yoksa düşüp bayılacak gelincağız “deyip yanına giderek, Zekiye gelin seni güneş çarptı galiba hadi gel de şu haymanın altına götüreyim seni.

Gölge yere gidelim de hem elini yüzünü yıkayasın hem de biraz dinlenesin “deyip haymaya doğru giderlerken, Zekiye gelin de uy Allah razı olsun senden Leyla abla. Yazıda yabanda tarlada bu benim ilk işim. Hem işin acemisiyim hem de güneş başıma geçince perperişan oldum. Nerdeyse düşüp bayılacaktım, ama tam zamanında yetiştin imdadıma “diye halini dile getiriyordu.

Zekiye gelin haymanın altına gelip elini yüzünü yıkarken, Leyla kadın da römorkun altında oturan elci Hasan ın yanına doğru yollanmıştı.

 Elci Hasan adamının yanına geldiğini görünce, hele gel bakayım Leyla sultan gel de yeni işçimizden bir şeyler anlat bakayım “diye aklından geçirirken Leyla kadın da eğilerek hem römorkun altına girmeye çalışıyor hem de yanıma verdiğin gelinin başına güneş geçti ki galiba? Haline vaziyetine baktım ki, hali vaziyeti perişan, ne olur ne olmaz “deyi alıp haymanın altına getirdim. Elini yüzünü yıkayıp biraz da gölgede dinlendi mi bir şeyciği kalmaz. Zaten aha öğlen saati de geldi. Ekmeğini yemeğini de yedimi tamamen rahatlar “diye Zekiye hakkında rapor verirken, elci Hasan dönüp Leyla kadının yüzüne bakarak, buraya kadarını anladım. Ancak önemli olan bundan sonrası, yemekten sonra sen o’na iyice yaklaş, iyice samimi davranarak yakınlık gösterip kendine bağla ki işimize yaraya? İşimize yaraya “deyince Leyla kadın elci Hasan ın gözlerine bakarak, işimize yaraya “o ne demek oluyor? Yoksa elin gelinine göz mü koydun. Yoksa o nu canın mı çekti elci Hasan “diye soruyordu? Elci Hasan da Leyla kadına, yahu sen beni yanlış anladın, benim derdim, gayem bu Zekiye gelinle samimi olursak, benim yavuklum olan Elmasımdan haber getirir. Gız senin de aklından geçene bak ya.

Benim hakkımda böyle düşünmen bile çok ayıp vallahi “diyerek sitem ediyordu. Ama Leyla kadında kendini savunmak için, ey ama senin konuşmaların sanki o nu istiyormuşsun gibi geldi bana, ama sen hiç meraklanma ben onu iyice kafaya alır yavuklundan her gün haber getirttiririm “diye konuşmaları sürerken elci Hasan cebindeki düdüğünü çıkarıp öttürerek öğlen paydosunun olduğu işaretini veriyordu.

 

Tarladakiler düdüğü duyunca, o ölgün solgun çalışanlar öyle bir canlanış canlandılar ki, payları soğumuş gibi koşar adım haymaya doğru geliyorlardı. Bir yerde haklılardı da yani! Çukurova’nın sarı sıcağını bilmeyen yoktur. Onlar koşmasında kim koşsun. Güneş beyinlerine işlemiş, terlemekten gözleri görmez hale gelmişti. Haymanın gölgesinde herkesin birer ekmek çıkınları var olduğu gibi, kimisi küple, kimisi de şişelere su doldurup getirmiş, haymanın yanına gelenler hemen su testilerini alıp ellerini yüzlerini yıkayarak serinlemeye çalışıyorlardı. Biraz olsun üzerlerindeki ateşleri geçince, her zaman yaptıkları gibi ekmek çıkınlarını orta yere açıp yemeklerini paylaşarak hep birlikte yiyorlardı.

Zekiye gelin bu durumları bilmediği için, onlara katılmakta çekimser kalıyordu. Yemek saati olduğu için, elci Hasan ın yanından haymanın yanına gelen Leyla kadın, hadi Zekiye gelin sende ne getirdiysen ortaya koyda hep birlikte yemeğimizi yiyelim “deyince, sanki de böyle bir teklif beklermiş gibi, tabi Leyla abla memnuniyetle “deyip, o da çıkınında neyi varsa ortadaki yemeklerin arasına katmıştı. Leyla kadın yemeğini yerken, acaba durumu nasıl oldu “diye Zekiye gelini gözetliyordu. Zekiye geline baktığında biraz evvel ki o perişan hali gitmiş, yerine canlı bir Zekiye gelin gelmişti. Zaten Zekiye gelin işe gelirken birkaç gün işin zahmetini çekerim, ama ondan sonra, daha beni tutan olamaz “diye daha baştan söylemişti. İşçiler / ırgatlar yemeği öyle bir iştahla yiyorlardı ki sanki kırk yılın açları gibiydiler. Yemeklerini yiyenler gölge yerde bir kenara çekilerek uzanıp dinlenmeye çalışadursunlar. Gölge yer kalmayanlarda römorkun altına gidiyorlardı. Zekiye gelin işin acemisi olduğu gibi, nerede nasıl istirahat edeceğini de bilmiyordu. O’nun bu işleri bilmediği için, imdadına yine Leyla kadın yetişmiş, hadi Zekiye gelin bizde römorkun altına gidip biraz gölgede oturalım “diye alıp götürmüştü. İstirahatın saatinin bitiminde elci Hasan yine döş cebindeki düdüğünü çıkararak, askerlikte takım çavuşu askerlerine bölük istikamet eğitim alanı koşar adım marş, marş “dediği gibi, o da işçilere, hadi iş başına “diye düdüğünü uzun, uzun öttürüyordu. İşçilere kalk düdüğünün ne zaman çalacağını bilen Leyla kadın ise, hadi Zekiye kalk ta pamuk topladığımız yere doğru gidelim. Şimdi birazdan kalk borusu öter. “diyerek, Zekiye gelinle birlikte kalkıp pamuk topladıkları yere doğru giderlerken, Leyla kadın Zekiye geline şimdi biraz daha iyisin “değil mi canım “diye daha yakın, daha sıcak ilgi alaka gösteriyordu. Zekiye gelinde hem bu sıcak samimiyetten olsun, hem de kendisine yardım elini uzattığı için olsun, çok memnun olduğu her halinden belliydi, bu memnuniyetini dile getirerek Leyla kadına da söylemişti. Bu sıcak samimiyet her iki kadını birbirine daha da yakınlaştırmış, sanki birbirinden ayrılmaz parça olmuşlardı.

 

Zekiye gelin işe gelirken başına bir eşarp almıştı, ancak kızıl güneşin yakıcı sıcağı eşarp meşarp dinlemiyor insanın ta beyninin içine kadar işliyordu. Bu yakıcı sıcağa dayanamadığını gören Leyla kadın beline sardığı kalın bir bez parçasını çözerek Zekiye geline al şunu da başına sar, yoksa bu güneş seni perperişan edecek, daha işe başlamadan hastanelik olacaksın. Senin hastalanıp ta hastanelik olmanı asla istemem. Ben pamuk tarlalarında ırgatlık yaptım yapalı, hiç kimseyle samimi olmadım. Hem de sana kanımın ısındığı kadar kimseye kanım ısınmadı. “diye belinden çıkardığı bezi ona vermeden kendi eliyle Zekiye gelinin başına bir güzelce dolayıp sarmış, hah işte gördün mü tam bir Osmanlı kadını gibi oldun bak. “diye gülümsüyordu. O gülümseyince, Zekiye gelinde gülümsemeye başlamıştı. Sarıp sarmalama işi bitince tekrar pamuk toplamaya başlamışlardı. Nihayetinde o günü biraz meşakkatli geçirse de sonuçta akşam olmuş, öğlen ki işbaşı yapın düdüğü, bu sefer de paydos için çalmıştı. Düdük sesini duyan işçiler topladıkları pamukları getirip elci Hasan ın nezaretinde römorkun arkasına takılı olan diğer römorka yüklüyorlardı. Nihayetinde pamuklar yüklenip işçilerde römorka bindikten sonra, köye doğru yola çıkmışlardı. Karanlık çöküp akşam olmuştu, ama daha pamuğa giden işçiler köye gelmemiş, Zekiye gelinin eşi Zeki’nin gözleri yollarda kalmıştı. Çünkü akşama kadar kahvede oyun oynamaktan yorulmamış, o oyun senin bu oyun benim “diye masa, masa dolaşmış, ancak akşamın olduğunun farkına varmıştı. Akşamın olduğunun farkına varınca, kahveden çıkıp tarladan / pamuktan gelecek traktörü beklemeye başlamıştı. Traktör gele de Zekiye gelin, eşi Zeki ye akşamlık yemeği hazırlaya. Nihayetinde traktör gelmeden sesi köye kadar gelmişti. Traktör köye girerken köyün sığırları da aynı anda köye girmişti. Sığırların köye daha yeni geldiğini gören Zekiye, sığırlara bakarak bizimle şu sığırların ne farkı var yani “diye Leyla kadına kendilerinin de sığırlardan hiç farklarının olmadığını söyleyerek dertlenirken, evlerinin önünde eşini görünce, hemen Leyla kanının böğrüne dürtüp işaret ederek, işte orada bekleyen var ya, işte o benim herif. Şimdi o benim yolumu bekliyor ki, ben eve geldiğimde yemek hazırlayayım da o da karnını doyura. Siniri tepesinden çıkan Zekiye, de gel de böylesine kocam “deyi sarıl? “deyip içini de ah Zekiye’m ah “diyerek çekiyordu. Zekiye gelinin içini çektiğini görünce, üzülme be gelin, Allah ne dediyse o olur. Sen ne kadar o’nun iyi olmasını istesen iste, o iyi olmadıktan sonra, elinden hiçbir şey gelmez, ama bir gün bakarsın yüce tanrı o nu ıslah eder, bakarsın o da düzelir. “kim bilir?

 

Diye teselli etmeye çalışıyordu. Teslime kadının Mehmet ağayı daha bekleyecek zamanı kalmamış, traktör eve geldiğinde elci Hasanı yanına çağırmak için birini yollamıştı. O da koşarak elci Hasan ın yanına gelip, Hasan abi, Hasan abi hanım ağam Elci Hasana söyle de acele yanıma gelsin “diyor. “deyince, elci Hasan kendine haber getirenin telaşlı halini gördüğünden olacak ki, acaba hanım ağama bir şey mi oldu “diye o da koşar adım konağa gelerek, Hanım ağasının odasına bir telaş içinde dalmıştı. Hanım ağasını karşısında görünce buyur Hanım ağam, buyur, yoksa ters giden bir şey mi var? “diye sorarak merak içinde olduğunu belirtmeye çalışıyordu. Teslime kadın elci Hasana yarın öbür gün traktörü pamuğa götürüp getirecek birini bul. Elinde ki bir demet parayı da uzatarak sende şu parayı al, yarın Adana ya gidip Mehmet ağanı araştır. Başına bir iş mi geldi, ne olup, ne olmadığını bir iyice araştırıp öğren. Başına kötü bir iş mi geldi “diye kötü tarafından düşünürken belki de Mehmet ağanın önemli bir işi mişi vardı da ondan dolayı gelmemiştir, ama her neye mal olursa olsun nerede olduğunu araştır, o nu bul. Tamam mı elci Hasan “dediğinde elci Hasan da “tamam hanım ağam, tamam “ben şimdi gider traktörü sürecek birini bulur, yarın da Adana ya gider Mehmet ağamı arar bulurum “deyip geldiği gibi gerisin geri giderken, kendi kendine ah Mehmet ağam ah. Yoksa çırçırda çalışan o kadına mı takıldın, ya da gerçekten başına bir iş mi geldi. Hanım ağam gibi şimdi bende merak içinde kaldım. Her neyse sabah ola hayrola, yarın Adana ya gittim mi senin nerede olduğunu ya da sana ne olduğunu hemen bulur öğrenirim “diye düşüne, düşüne mutfağa gelmişti. Aşçılar elci Hasan bu gün yemeğe geç kadı “derken, o nu karşılarında görünce ooo elci Hasan gardaş sen hoş gelesin. Hoş gelesinde bu gün biraz geç kaldın. Yoksa işlerin başından mı aşkın “diye takılıyorlardı, ama elci Hasan evet bu gün ki işlerim eskisinden biraz daha başımdan aşkın olduğu için, ancak şimdi gelebildim. Ancak şimdi gelebildim de bana bir iki günlüğüne traktörü sürecek biri lazım. Öyle bildiğiniz tanıdığınız birisi var mı? “diye şoför araştırırken, aşçıbaşı benim bir yeğenim var, bizim köyde otururlar, hemen gidip o nu al getir. Temiz terbiyeli, iyi çocuktur. Traktör sürmesini de biliyor, ben o’na kefilim “diye teminatta veriyordu.

Elci Hasan o gece aşçıbaşının köylerine giderek yeğenini alıp çiftliğe getirmiş, bir yerde yatıp kalkması için de kendi kaldığı evine götürerek, bak Celal gardaşım ben Adana’dan gelene kadar aha burada kalacaksın. Yemek yiyeceğin zaman da dayının yanına gideceksin. O’nun haricinde yapacağın iş, sabahları ezan vakti kalkıp traktörün yağını, suyunu tekerlerini bir, bir kontrol edeceksin. Yağı suyu eksikse tamamlayıp, tekerleri patlamışsa hemen yapacak, daha sonra şu cihetten yola çıktın mı ilk evde ki işçiyi alacaksın. Diğer alacağın işçileri yanındaki işçiler söylerler. Zaten pamuğa gidecek işçiler traktörün sesini duyduklarında hemen yola çıkıyorlar. Tarlaya gidip gelirken de çok dikkatli vaziyette gidip geleceksin. Sakın ha sürat yapma. Sürat felaket getirir “derler ya, bu lafı sende çok duymuşsundur. İşte bu sebepten dolayı yavaş, yavaş gidip geleceksin. Çünkü römorkun üzerinde taşıdığın insanlar “hem çok değerli dünyanın en iyi emekçi insanlarıdır. Anladın mı beni Celal gardaş “diye sıkı sıkıya tembihliyordu. Elci Hasan ın Mehmet ağa ya “ağam” dediği gibi, Celal de elci Hasana anladım “ağam” diye hitabediyordu. Bu tembihleme faslı bittikten sonra, elci Hasan yavuklusu Elması görmek istiyordu! Nasıl görmesin ki, yarın ki güne Adana ya gidecek, ya bir günden gelir ya da beş günden gelir, belli olmadığı için, hemen gidip Elması mı göreyim “deyi evden aceleden çıkıp yavuklusunun evlerinin önünden geçerken cebindeki bekçi düdüğünü çıkarıp bekçi gibi öttürüyordu.

Anne ile kızı dışarıdaki bekçi düdüğünün öttüğünü duyduklarında, bekçi hakkında, sağ olsun vallahi, şu bizim bekçi gece demiyor gündüz demiyor köyü adım, adım gezip dolaşıyor, belki çokları beğenmez, ama en azından hem köyün malını mülkünü hem de köylüyü hırsızlardan koruyor. “diye birbirlerine bekçi hakkında böyle konuşsalarda, Elmas kız düdüğün kime ait olduğunu hemen anlamış, bulaşıkları yıkama bahanesiyle oda’dan çıktığında, mutfağa gideceğine arka odanın penceresinden damın arkasına geçer geçmez Hasan’ının boynuna atılmıştı. Her iki aşıklar sanki yılların hasretiymiş gibi boyun kucak olmuşlar, bir müddet öyle sarılı vaziyette kaldıktan sonra, hem göz göze bakışıp hem de arada bir dudaklarından öpüşerek mutlu olmaya çalışıyorlardı. Bir müddet öyle sevişmeler olduktan sonra, elci Hasan, güzel Elmasım ben yarın Mehmet ağamı soruşturup araştırmak için Adana ya gideceğim. Adana ya pamuk götüren Mehmet ağam kaç gündürlü geri dönüp gelmedi. O gelmediği için Teslime hanımda çok perişan oldu. Acaba başına bir iş mi geldi diye çok korkuyor, bana göre hanım ağam geceleri bile hiç uyumuyor, çünkü gece gündüz odasının lambası hep yanıyor. Lambası yandığına göre herhalde uyumuyor “diye düşünüyorum.

 

Elci Hasan hem tahmin ettiklerini hem de Adana ya gideceğini yavuklusuna tek, tek anlatmıştı. Elmas kız ise elci Hasana, Adana ya gidince sende Mehmet ağa gibi arkanı unutma ha emi. Gider bir iki gün araştırırsın, buldun, duldun, bulamazsan gerisin geri döner gelirsin. Ben seni iki saat görmedim mi deli oluyorum, deli olduğum gibi, gözlerim hemen seni arıyor. Tamammı sevgilim Adana ya gittin mi geç kalma. Senin oralarda geç kalman benim üzüntüm demektir “deyip yine dudak dudağa gelmişlerdi. Gençlik diyesin işte, sanki karpuz kabuğu kemirir gibi birbirlerini kemiriyorlardı. Nihayetinde vaktin hayli geçtiğinin farkına varıp birbirinden ayrılacakları sıra elleri bile birbirinden zor ayrılıyordu. Elmas kız tekrar pencereden içeriye geçene kadar, elci Hasan orada bekleyip, daha sonra kendiside oradan ayrılarak evine gitmişti. Sabahın ezan vaktinde hem elci Hasan hem de Celal kalkmış, ayaktalardı. Her ikisi de ellerini yüzlerini yıkayıp, kahvaltılarını yapmak için, mutfağa giderler kahvaltıdan sonra, doğruca traktörün yanına gider yağını suyunu tekerlerini kontrol edip çalıştırırlar ve o günü işçileri ikisi birlikte toplarlar. İşçileri birlikte toplarlar ki, Celal nerelerden işçi alınacağını öğrene. Bütün işçileri toplayıp ta köyü çıkacakları zaman elci Hasan traktörden inerek hem Ceyhan a, hem de Adana ya gidecek olan otobüsleri beklemeye başlar, zaten Köylerden Ceyhan a olsun, Adana ya olsun çalışan otobüslerde erkenden müşterilerini alıp yola koyuluyorlar. Çok zaman geçmeden otobüs gelmiş elci Hasanı da alarak yoluna devam eylemişti. Aradan bir saat kadar zaman geçmeden elci Hasan Adana’nın otogarına inmişti. Biranda bir sürü kalabalığı karşısında görünce şaşırmış olacak ki, garip, garip sağa sola bakınıyor, kendi kendine ula baba bende her gün bir sürü insanları topluyorum, ama burası daha bir başka “diye Mehmet ağanın götürüp de tanıştırdığı kuyumcuyla beyaz eşyası satan mağazaya doğru yollanır. Yine kendi kendine Mehmet ağamın nerede olduğunu bilse, bilse kuyumcuyla mağaza sahipleri bilirler. Çünkü onlarla çok işli dışlı olduğunu biliyorum. Eğer ki onlar bilemezseler bu sefer de çırçır fabrikasına gider, hem fabrikanın sahibinden hem de orada çalışan o güzel hatundan sorarım. Hiç kimse bilmese bile, o güzel hatun mutlaka bilir. “diyerek dalgın, dalgın, dikkatsizce karşıdan karşıya geçmek isterken, daha dikkatli olması için yolda geçen taksiler kornalarını çalıyorlardı. Korna sesleriyle irkilip kendine gelen elci Hasan, ulan oğlum sen buraya kaybolmuş bir adamı bulmaya geldin, ama bu gidişle sen bir arabanın altında kalıp kaybolacaksın. Kendine gel elci Hasan ım kendine gel “diye kendine nasihat vererek, daha dikkatli yürümeye çalışıyordu. On, on beş dakika yol yürüdükten sonra, mobilya mağazasına gelmişti. İçeriye girip doğruca patronun yanına giden elci Hasan, Selamünaleyküm, hayırlı sabahlar, hayırlı işler patron “diye hitapettiğinde, ooo sen hoş gelesin elci Hasan. Seni çoktan beri göremiyoruz, vallahi kendini özlettin. Ara sıra böyle çıkıp, çıkıp gel buralara, daha dün Mehmet ağa buradaydı, o’na pirim yapacak bir yerden güzel bir arsa aldık. Tapusunu daha bu gün alacak, eğer ki ağayı görmek istersen doğruca tapu dairesine git, saat on ile on iki arasında tapu devir teslim işlerini yapacaklar, tapu dairesine gidersen orada bulursun ağayı “diyordu, ama bilmiyordu ki elci Hasan ağasını aramaya gelmiş, hem de nereden bilsin? Elci Hasan sağı solu gezmeden, hiç yorulmadan aradığını bulmuştu. Hani hastanın ayağına doktor gelir” derler ya, elci Hasanınki de aynen öyle olmuştu, ama çok kurnaz biriydi, bu kurnazlığını da ağasından öğrenmişti, kendisinin Adana ya ağasını aramak için geldiğini hiç söylemiyor, saklı tutuyordu. Elci Hasan, kendisine söylenen bir bardak çayını içtikten sonra, mağaza sahibine çay için teşekkür ederek çıkıp doğruca tapu dairesine yollanmıştı, ama orayı da bilmiyor, gördüğü bazı insanlardan tapu dairesini sorarak tarif üzerine gide, gide sonunda bulmuştu. Daha tapu dairesi açılmadığı için, muamele yaptıracak insanlar hep bir araya toplanmış bekliyorlardı. Elci Hasan sağa sola bakınıp durdu, ama o insanların içinde ağasını görememiş olmasına rağmen, bu gün burayı bekleyeceğim, eğer ki tapu muamelesi yaptıracaksa mutlaka buraya gelecek “diyordu ve gidip simitçiden bir simit alıp yemeye başlamıştı.

 

Bir müddet ayakta dolaşınca yorulmuş olacak ki, hemen yanında ki kaldırım taşının üzerine oturup beklemeye başladı. Tapu dairesi açılmış tapu işlemleri yaptıracak insanlar daireye girip çıkarak işlemlerini yaptırıyorlardı, ama hala Mehmet ağa gelmemişti. Kendi kendine acaba bu adam gelmeyecek mi? Yoksa ben burada boşuna mı bekliyorum “diye düşünürken önünden geçen bir taksi hemen ileride durmuş, elci Hasan da gayri ihtiyari taksiden inenlere bakıyordu ki, iki üç kişi inince, inenlerden birinin Mehmet ağa olduğunu görünce. Elci Hasan elini gözlerine götürüp ovuşturarak, acaba ben serap mı görüyorum yoksa gerçekten Mehmet ağamı mı görüyorum “diye onlara doğru yürüyüp Mehmet ağam, Mehmet ağam “diye arkalarından sesleniyordu, Mehmet ağa duyduğu sese doğru geri dönüp baktığında, hemen karşısında elci Hasanı görmüştü. Elci Hasanı görünce, gördüğüne sevinmişti, ama sevindiği kadar da korkmuştu? Acaba konakta ya da köyde her hangi bir şey mi var “diye düşünse de bozuntuya vermeden sen hoş gelesin Hasan ım, ama hayırdır “işi gücü bırakıp ta niye buralara kadar geldin? Yoksa konakta ya da insanlarda bir şey mi var? “diye bir korku içerisinde sorgulama yapıyordu. Elci Hasan da anlamıştı ağasının korktuğunu, ortamı rahatlatmak için, yok ağam yok, ne konakta nede insanlarda her hangi kötü bir şey yok. Sadece benim doktor işim vardı da onun için geldim Adana ya “diyerek, sanki ağasını aramaya gelmemiş gibi durumu idare etmeye çalışıyordu, ama Mehmet ağa da duyduklarına inanarak, elci Hasan ın nişangahsız attığını yutmuştu. Diğer arkadaşlarına yetişmek için her ikisi de aceleden tapu dairesine girip, içerde onları bulduktan sonra, sıralarının gelmesini beklemeye başlamışlardı. Diğer iki kişiden biri arsa sahibi, diğeri de Mehmet ağanın işlerini takip eden iş takipçisiydi. Aradan yarım saat geçtikten sonra, iş takipçisi gelerek imza atmanız için, satıcıyla alıcıyı çağırıyorlar, ikinizde gelip imza atacaksınız “diye her ikisini de tapu memurunun yanına götürmüştü. Tapu memuru usul gereği kimliklerine bakarak falanca oğlu filan sen arsanı falanca oğlu filana satmışsın. Arsanı sattığına dair tüm paranı aldın mı “diye sorduğunda, arsa sahibi de, evet arsamı bu adama sattım ve paramın tamamını aldım “diye yanıtlıyordu. Memurda tüm paranı aldığına göre o zaman buyur şuraya imzanı at “diye satıcıya imzasını attırır. Mehmet ağa ya her hangi bir soru sormadan hadi hayırlı olsun efendim “diyerek tapuyu uzatıyordu. Her iki tarafta birbirlerine hayırlı uğurlu olsun “deyip hep birlikte tapu dairesinden çıkmışlardı. Mehmet ağa, iş takipçisi ve elci Hasana hadi çocuklar sizi güzel bir lokantaya götüreyim de bu güzel alışverişin üzerine bir güzelce kutlama yapalım. Hem kutlama yapalım hem de iki tek atalım “diyerek her üçü de bir taksiye binip, taksiciye sür gardaş doğruca barajın kenarında ki balıkçı lokantasına sür “diyorlardı. Elci Hasan yine bir düşünceye dalmıştı? Adana ya ne için gelmişti de neyle karşılaşmıştı. Kendi kendine demek ki buda Allah ın işi, bu işler Allah ın işleri olmasaydı ben böyle şeylerle karşılaşırmıydım yani, tabi ki karşılaşamazdım “diye aklından geçirip duruyordu. Bir müddet sonra barajın kenarında bir balıkçı lokantasına geldiklerinde, Mehmet ağayı gören lokantanın sahibi, ooo Mehmet ağam sen hoş gelesin sefalar getiresin. Ağam çoktan beri seni göremiyoruz. Vallahi de billahi de seni görmeyeli özlemişim “deyip göle bakan tarafı göstererek, ağam aha böyle buyurun, burası hem göl manzaralı hem de buradan güzel, güzel esinti eser, estikçe de insanın içini ferahlatır “diye önden giderek sandalyeyi geriye çekip ağasını buyur ediyordu.

 

Balıkçı lokantasının sahibi Mehmet ağayı yıllardır tanıyor, her ne zaman lokantaya gelse çıkarılan hesabın en az yarısı kadarını bahşiş bırakıyordu. Tam o arada daha başka gelenler olmuştu, ama lokantacının gözleri onları hiç görmüyor, Mehmet ağanın masasının etrafında fır dönüyordu. Diğer gelenler için garsona seslenerek, oğlum git de o müşterilere bak bakalım ne istiyorlar “diye garsonu göndermiş, kendisi de ağanın ve diğerlerinin ney yiyip içeceğini yazıp acele bir şekilde ocağın yanına giderek çalışan işçilere şunu, şunu çabuk bir şekilde hazırlayın “diye talimatını vermişti.

Evet, balıkçı lokantasının sahibi iltifat etmek için, Mehmet ağanın etrafında dört dönüyordu, ama orada çalışan işçilere de disiplinli bir işveren imajını veriyordu. Her ne derse, dedikleri beş dakikada hazırlanıp yerine geliyor, para konusunda ise hiçbir işçisini mağdur etmiyordu. Aradan on dakika geçtikten sonra, yiyecekler içecekler gelmiş, masa dört dörtlük donatılmış, Mehmet ağa ve yanındakiler yiyip içmeye başlamışlardı. Şişenin biri bitip diğer şişeye başladıklarında, kafaları da hafif çakırlaşmıştı. Mehmet ağanında bir huyu vardı ki kafası hafif çakırlaştı mı hemen elini kulağına atar yanık, yanık söylemeye başlardı. Bu günde kafası hafif çakırlaşınca öyle yaptı. Elini kulağına atarak yanık, yanık şu türküyü söylemeye başlamıştı.

 

BİR BAŞKA GÜZEL

Ey sevdiğim alem güzel olsada
Senin güzelliğin bir başka güzel
Elalem kendini başa koysada
Senin güzelliğin bir başka güzel

Yüzüne bakanın kanı kaynıyor
Cennetten bir huri gelmiş sanıyor
Gördüm ki yüzünden nurlar yağıyor
Senin güzelliğin bir başka güzel

Kimi çağdaş olur kimide özel
Kimi karga gibi çığırır gazel
Bir araya gelse kırk tane güzel
Senin güzelliğin bir başka güzel

Kuğu gibi nazlı nazlı salınır
Salındıkca ince beller kırılır
Çirkin diyenlerin dili alınır
Senin güzelliğin bir başka güzel

Duydum ki Kul Yusuf seni özlemiş
Geceden yollara çıkıp gözlemiş
Mevlam nakışını güzel işlemiş
Senin güzelliğin bir başka güzel.

 

Diye türküsünü bitiren Mehmet ağanın belli ki yüreğinde bir sıkıntısı vardı. Söylediği türküler hep yanık türkülerdi, ama kolay, kolay böyle sevdalı türküleri söylemezdi. Elci Hasanın da kafası çakırkeyif olunca ağasının söylediği türküye kafası takılmış olacak ki ağam ağzına sağlık, ama söylediğin bu türkü sevda türküsü. Ağam yoksa gönlüne ateşten bir sevda mı düştü? “diye soru sorduğunda Mehmet ağa, ah elci Hasan ım ah sen çiftliğin elcisi olduğun gibi, benimde hem koruyucum hem de müneccimim oldun. Beni gözetip kollamayı kendine bir görev bildin ya, buda bana yeter, hem de yeterde artar bile “deyip, tam zıddı bir davranışla davranarak sana ne ulan demeyip böyle sevgiyle yaklaşması Mehmet ağanın gönüllerde olan sevgisi bir kat daha artıyordu.

 

Yemekler yenilmiş kafalar çakırkeyif olmuş artık kalkma zamanı gelmişti. Mehmet ağa işaret ederek hesabı getir “diyordu. Balıkçı lokantası sahibi hiç kimseye kabarık hesap çıkarmıyor, ama gelen hesap ta baya kabarıktı. Çünkü bol, bol yiyip içmişler ona göre de hesap gelmişti. Mehmet ağa hesaba itiraz etmeyip ödedikten sonra, yine bir miktar bahşiş bırakmıştı. Bahşişi bırakırken lokanta sahibine, bu bahşişleri aha bu çalışan garsonlara paylaştır olur mu “diye tembihledikten sonra, yine bir taksi çağırarak kaldığı otele doğru giderlerken elci Hasana vakit akşam oldu, bu gün sende burada kal, yarın birlikte çiftliğe gideriz “tamam mı Hasanım. Zaten kaç gündür Adana’dayım, şimdi hem evdekiler hem de çalışan işçiler merak içindelerdir. “diye elci Hasanın da otelde kalmasını istiyordu. Elci Hasan bir ara, ağam senin taksin nerede de biz böyle taksilere biniyoruz, yoksa arızalandı mı? Demeye kalmadı Mehmet ağa lafı ağzında koyarak, evet Hasanım evet, taksinin motorunu rektefeye verdim. Sözde bu gün otelin park yerine getirip bırakacaklardı “diye yanıtlarken otele de gelmişler, taksiden inerlerken elci Hasan taksiyi görünce, ağam vallahi taksiyi getirmişler işte bak karşıya bırakmışlar “diye taksinin geldiğini müjde eder gibi ağasına müjdeliyordu. Ağa, eşi teslime kadını olsun, çocuklarını olsun, konaktakileri olsun, çiftlikte çalışanları olsun hepsini tek, tek düşündüğü gibi, çırçır fabrikasında çalışan Arzu hanımı da düşünüyor, hiç aklından çıkaramıyordu.

Çırçır fabrikasının sahibi olan bey Mehmet ağanın yakın arkadaşı olduğu için, fabrikaya her geldiğinde arkadaşıyla hem ticaret işlerini hem de gönül işlerini de konuşarak gülüp eğlenirler.

Hatta fabrikan sahibinin boylu poslu güzel mi güzel bir bayan arkadaşının olduğunu da biliyordu, ama kendine bir güzel rast gelmediği için üzgün olmasa da bir arayış içinde olduğu belli oluyordu. Her pamuk getirdiğinde fabrikayı incelemek için gezip görmeye çalışan Mehmet ağa, fabrikayı meraklı gözlerle gezip dolaşırken bir kenarda oturmuş yemeğini yiyen öyle bir güzel görür ki, daha ilk görüşte o güzelin güzelliği Mehmet ağanın aklını başından alır. Daha sonraları bu güzelin kimin nesi kimin fesi, evli mi dul mu, çoluk çocuğu var mı “diye iğneden ipliğe her şeyini arkadaşına sorar, soruşturur. Arkadaşı da Mehmet gardaş o kadın sana göre değil, çünkü ne tahsili var, nede hali vakti iyi. Ancak dul olmaya dul. İki tanede çocuğu var. İşte burada çalışıp çoluk çocuğunun nafakasını çıkarmaya çalışıyor. Şimdi Allah var güzelliğine diyecek yoktur. Eğer ki o işçiye gerçekten gönül vermişsen hemen çağırtayım bize bir kahve yapsın. Bu arada bende onu biraz lafa tutarım, ben onunla laflarken sende daha yakından görmüş olursun “diyerek o kadını çağırtıp kendilerine kahve yapmasını istemişti. İşte aylar önce gönül verdiği Arzu hanımı hatırlamış olacak ki, o’nun için derin, derin içini çekmişti. Bir ara arkadaşının yanına gitmeyi düşündü, ama onların o günü bir düğüne gideceklerini bildiği için, yarın fabrikaya gidip hem arkadaşımı hem de o güzeli bir daha görürüm “diyerek iş takipçisini uğurlayıp elci Hasanla birlikte otel odasına çıkarlarken, aferin sana elci Hasanım, hem de bin kere aferin. Ben iki üç gün köye gelmeyince hastaneyi bahane ederek beni aramaya geldin. Hastaneye bahanesiyle ağamı aramaya geldiğimi ağam yuttu deme yani. Hayır, hayır yutmadım, aksine hemen fark ettim  “diye elci Hasan ın kendisini aramaya geldiğini söylemeye çalışıyordu.

 

Her ikisi de yorgun oldukları için yataklarına uzanır uzanmaz hemen uyumuşlardı. Hem Mehmet ağa hem de Elci Hasan erken kalkmaya alışık oldukları için, ertesi günü sabah erkenden kalkmışlar, ellerini yüzlerini yıkayıp sabah çorbası içmek için doğruca bir lokantaya gitmişlerdi. Çorbalarını içerlerken ağa elcisine, Hasan ım çorbalarımızı içtikten sonra, doğruca çırçır fabrikasına gidelim, fabrikanın sahibi arkadaşla bir konuyu görüşüp halletmem lazım. Daha sonra da arabamıza biner çiftliğe gideriz. Bu gün üç gün mü oldu, dört gün mü oldu bende bilmiyorum. Ben yokum ya, şimdi konakta teslime yengen deli olmuştur. Büyük ihtimalle seni de buraya yengen gönderdi “değil mi? Diye hem konuşuyor hem de elci Hasan’dan bilgi almaya çalışıyordu. Ama elci Hasan da kurnazdı. Ee kimin yanında yetişiyor, tabi ki kurnaz olacak, çünkü ustası ağasıydı. Onca zamandır ağasından aldığı bir ders vardı. Eğer ki Adana ya ne için geldiğinden dolayı ufak bir açık verecek olsa, o zaman, şimdiye kadar aldığı derslerin hepsi boşa gitmiş olacaktı. İşte bu sebepten dolayı ince eleyip sıkı dokuyor, hiç açık vermemeye çalışıyordu. Ağanın sorgulamasını dikkatlice dinleyip, ama hep kaçamak laflar veren elci Hasan ile ağa göz göze geldiklerinde, iki cambaz bir ipte oynamaz misali akıllarına gelecek olmalı ki ikisi de birlikte gülüşmeye başlamışlardı. Nihayetinde sabah çorbalarını içmiş taksilerine de binerek doğruca çırçır fabrikasına sürmüşlerdi. Fabrikanın bekçisi Mehmet ağanın taksisini tanıdığı için, hemen sürgülü demir kapıyı açarak yol vermiş, Mehmet ağada bekçiye selam vererek fabrikadan içeriye girip park yerine sürüp gitmişti. Ağa taksiden inerken elci Hasana, Hasan ım sen biraz burada bekle, eğer canın sıkılırsa da bekçinin yanına gidip sohbet eyle. Benim içerde biraz işim var. İşimi hallettikten sonra, çıkar gideriz “tamam mı “diye tembihledikten sonra, ağa fabrikadan içeriye, elci Hasan da kapıdaki bekçinin yanına giderler. Aradan tam bir saat geçmişti ki ağa bir saatin sonunda çıkıp gelir. Ağa gelir, ama ağanın yüzünde sanki güller açıyor keyfine de hiç diyecek yoktu.

 

 Elci Hasan ın aklına türlü şeytanlıklar gelmesine geliyor, hatta ağam ile o patron içerde acaba neler konuştular. “diye merak içinde kalıyordu. Kendi kendine ağamın acaba gönül işimi var, yoksa gerçekten ticaret işimi var? Diye daha fazla dayanamayıp sormadan da edemedi. Ağam Maşallah yüzünüz güleç, gönlünüz ferah olarak çıktınız içerden. İnşallah daha güzel ve büyük işlere imza atarsınız. İnşallah bu fabrikadan daha büyük bir fabrika da siz kurarsınız “diye ağasına gaz veriyordu ki gerçeği öğrene, ama nafile, ağasının ağzından bir kelime bile alamıyor, ağasının neler yaptığını öğrenemedikçe türlü laflarla aklını çelmeye çalışıyordu. Ancak ağası da “Nuh” diyor, peygamber “demiyordu. Daha nice sonra, elci Hasan ın ısrarlarına dayanamayan Mehmet ağa, elcisine bak elci Hasan ım hani ben o arsayı aldım ya, hatta pazarlığını bitirmek için, hem benim o arkadaşım hem de ben üç gün dil döküp uğraştık, sonunda adamı ikna ederek yola getirdikte üç günün sonunda arsanın tapusunu alabildik. Ancak aldığımız bu arsa var ya şehrin tam göbeğinde bir yer. Allah nasip ederse yakın bir zamanda orada büyük bir inşaat başlatacağım. İnşaat iki ya da üç sene sürer ama, en az sekiz yada on katlı kocaman bir bina olur “diyor ve ekliyordu. Sen ta Adana’dan beri sorup soruşturup ağzımı arıyorsun ya, senin öğrenmek istediğin ve öğreneceğin şey işte bu. Yani bu gün yarın oraya büyük bir apartman inşaatı başlatacağım “diye ağa içindekini ortaya dökerken elci Hasanın da yüreği tükenmekten kurtulmuş, onun da içi rahatlamıştı. Mehmet ağa köye girmeden önce Ceyhana girip birkaç kilo tatlı almıştı, elci Hasana da önce pamukta çalışan işçilere uğrar bu tatlıları onlara dağıtır daha sonra da köye gideriz “diyordu. Nitekim öylede yaptı. Önce tarlada pamuk toplayan işçilerin yanına uğrayıp kendi elleriyle tatlıları dağıtıp, işçilerin tatlıları yediklerini kendi gözleriyle görüp te içi rahatladıktan sonra, hadi sizlere kolay gelsin “diyerek taksisine binip köye doğru sürüp gitmişti.

Mehmet ağa sürüp gitmişti, ama elci Hasan yine işçi arkadaşlarıyla bir araya gelmenin keyfini yaşıyordu. Leyla kadın tarlanın ta öbür başından bir şeyler diyecek gibi elci Hasanı kesiyor, ama yanında yöresinde olmadığı için bir şey “diyemiyordu.

Ancak, elci de kurnaz birisi olduğundan Leyla’nın kendisini kestiğinin farkına varmış olacak ki, kendine su getirmesi bahanesiyle yanına çağırmıştı. Elci Hasan ın kendisine biraz su getir demesini duyar duymaz, yan yana çalıştığı Zekiye geline elci Hasan benden su istiyor, ama onun da su istemesi bir bahane, o da benim kendini kestiğimi anladığı için su bahanesiyle beni yanına çağırıyor ki bir şeyler öğrene. Şimdi onun yanına vardığımda, Elmas kızla buluşmasına senin de yardımcı olacağını anlatırım “deyince, Zekiye yi bir heyecan sarmış, başıma bir iş gelir mi “diye korkmaya başlamıştı. Zekiye nin korktuğunun farkına varan Leyla kadın, o kadar da korkma kız. Elci Hasan yedi başlı bir canavar değil ya. O da herkes gibi bir insan onun tek derdi, gayesi yavuklusu Elmastan her gün haber almak olduğu gibi, ara sırada görmek “hepsi bu yani “diye Zekiye gelini teselli ederken, kız seninle daha fazla konuşamayacağım. Çünkü elci geciktiğimin farkında, ben geciktikçe elci sinir küpü olacak, sinir küpü de olunca vallahi ikimizi birbirimizden tutar ayırır. Bundan haberin olsun “deyip yürüyüp haymanın yanına vararak, soğuk ayran dolu küpü aldıktan sonra, römorkun altında oturan elci Hasan ın yanına varır varmaz, sen hoş gelesin sefalar getiresin. Senin burada olmayışın her ne kadar acı bir hasret ise, varlığın da gönüllere haz veren güzel bir mutluluktur. İşte bu ayrılığın hüznüyle birlikte mutlu olmanın güzelliğini bir arada yaşıyoruz. Yani öyle bir durum ki sana sadakatla bağlanmışız. Gerçi bizim seninle öyle aşklı meşkli yaşantımız yok, ama yine de şu bir günlük ayrılığın seni bize arattı. “diye gönlünden geçenleri dile getirirken, haa birde Zekiye gelinle senin sevdanı konuştuk. Ben o na kız bu oğlana arada bir yardımcı olda yavuklusunu rahatça göre “dedim. O da yavuklunun kim olduğunu, kendilerine yakın mı, uzak mı olduğunu, kızın adının ney olduğunu tek, tek sordu. Bende o na sen elci Hasana yardımcı olacaksan söylerim yoğusa niye söyleyem “deyince, tamam ablam ben senin hatırın için, elci Hasana yardımcı olacağım, bu kız benim bacımda olsa yardım edeceğim “deyince, bende o kızın evleri sizin yakınınızda, adı da Elmas “dedim. O da, demek ki elci Hasan gönlünü Elmas kıza kaptırmış. Söz, tamam yardımcı olacağım, ama her zaman yardım edemem. Bizim ki duyar muyarda bana kötülük eder “diye kocasından korkuyor “deyip içinde neyi var, neyi yok hepsini silkelemişti. Tabi o arada küpten soğuk ayranı tas, tas doldurup elciye iç diye ikram ediyordu.

Leyla kadın çalışan işçilere ara sıra baktıkça, onlarında kendilerine baktıklarının farkına varmış olacak ki, elci Hasana, ben artık küpü alıp haymanın altına götüreyim, oradan da işimin başına gideyim “diyerek römorkun yanından ayrılıp, önce haymanın yanına ondan sonra da doğruca Zekiye gelinin çalıştığı yere kadar gider pamuklarını toplamaya başlar.

 

Zekiye gelin Leyla kadına, ablam epey vakit sohbet eyledin elciyle, ama işçilerde kenar, kenar hep sizi gözetliyordu “sanki bir şey varmış gibi? Benim tahminim, sen elci Hasan ın yanına varınca hoşbeş eyledikten sonra, ona alıştığımızı, bir gün bile olsa burada olmadığı zaman, o nu aradığımızı, benim o’na yardımcı olacağımı söyledin. Arada birde tas, tas ayran vererek adamın yanmış yüreğini soğutmaya çalıştın. Hepsi bu değil mi? Yani bunda ne var ki bu millette merak uyandırıyor. Gerçi çokları da o tarafa dönüp bakmadı. Şimdi hepside size baktılar desem yalan olur, yukarıda Allah var. “deyince, Leyla kadın Zekiye ye kız sen müneccim gibi bir kadınsın vallahi. Biz elciyle aynen bu dediklerini konuştuk, ama kenar, kenar bizi o gözetleyenler var ya? Gün gelecek bir gün onların defterini düreceğim. Onlar belki bizim aramızda bir şeyler var diye şüpheleniyorlar, keşke ben elciyle aynı yaşta olsaydım, işte o zaman elimden hiç kaçırırmıydım. O nu hemen kendime bağlardım. Aslan gibi, yakışıklı babayiğit, işini gücünü bilen bir delikanlı oğlan. Bu gibi heriflerin yanıbaşında akıllı kadınlar oldu mu var ya? Tez zamanda hem ev bark sahibi olurlar hem de mutluluğun en daniskasını yaşarlar, ama İnşallah Elmas kızda benim bu dediklerimi yapacak cevher vardır. Yani elciyi kendine bende edecek, kendine bağlayacak mahareti, cevheri vardır. Bir erkeği de kendine bağlamanın tek yolu yataktan geçer “yataktannn. Ben onu bunu bilmem. Yatağı zevkli olanın, yatağında her şeyin en iyisini sunabilen kadının kocası var ya? O kadının kulu kölesi olur “kölesi vallahi. Ama öyle erkeklerde var ki gece gündüz it gibi altına yat gene hanzo gene hanzo “yani öküzün teki? Kadının bedenini en güzel şekilde sunduğunu ne anlar nede farkına varır öylesi salaklar? Allah, kadınları kocasız kalmasın diye onları koca diye yaratmış. Keşke de öylelerini koca diye yaratmasaydı. Koca diye yaratmasaydı da yalnız yaşasalardı. Öyle kocasız yaşamak, kocalı yaşamaktan çok, çok iyidir “diye coştukça coşmuş içinde neyi var neyi yok hepsini silkelemişti. Belli ki Leyla kadınında içinde derdi tasası vardı. İçinde derdi tasası olmasaydı gereksiz erkekler hakkında böyle konuşmazdı. Leyla kadın konuştukça sanki Zekiye gelini anlatıyor, anlattıkları tıpatıp Zekiye ye uyuyordu. Bunun farkına varan Leyla kadın Zekiye ye kız Zekiye bu anlattıklarım senin için değil ha! Sakın yanlış anlama. Senin o şerefsiz gibi benimde evde bir şerefsizim var. Ne işe bakar ne güce bakar, ben çalışırda eve bir şeyler götürürsem zıkkımlanır. Daha yetmez benden ha bire para çeker. Allah onun canını alada ondan kurtulayım. Bir insan hiç mi bir işe güce bakmaz ya! Evdeki çocuklar ne yer ne içer, üstlerinde başlarında giyecek üstleri başları ayakkabıları var mı yok mu hiç bilmez. İki tane de çocuğumuz var. Allaha çok şükür ki çocuklar akıllı çıktı da okuyorlar. Kendiside şimdi evde tek başına kalıyor. Ne yer ne içer bilmiyorum. Pamuk işleri bittiği zaman, her ne kazandımsa toplayıp götüreceğim ki hem evin kışlık erzaklarını alam hem de o’na üç beş kuruş para verem de kahvede masa başlarında tükete. “diye hem dertlenmiş hem de içini dökmüştü.

 

 Mehmet ağanın konağa geldiğini görenlerin her biri bir taraftan çok şükür ağamız geldi “derlerken içlerinden biri ikisi merdivenlerden yukarıya doğru koşar adım çıkarak “hanım ağam, hanım ağam müjde, müjde Mehmet ağam geldi. Müjdemizi isteriz hanım ağam “diye ağalarının geldiğini müjdeliyorlardı. Teslime kadın pencereden Mehmet ağanın konağa girdiğini seyrederken, kendisine müjde edenleri de umursamazlık etmeyip yanlarına gelerek, müjdeniz başım üstüne, “diyerek müjdecilere bir miktar para verip yollamış, müjdeyi yapanlarda ne kadar para aldıklarını bilmek adına paraları saya, saya merdivene aşağı inerlerken Mehmet ağayla karşılaşmışlardı. Mehmet ağa hizmetlilerin ellerinde paraları görünce, bu paralar hanımınızdan müjde eyleme parası mı hanımlar “diye sorduğunda? Hizmetliler bi utangaçlık içinde “evet ağam “deyip ardından, sizde hoş geldiniz ağam “dedikten sonra bi aceleyle merdivenden aşağıya iniyorlardı. Teslime kadın gökte uçan bir şahin gibi, konağa kimlerin geldiğini, kimlerin konaktan gittiğini, hizmetlilerin nasıl çalıştığını, ama her şeyi yukardan seyrediyordu. Mehmet ağanın da konağa geldiğini ve merdivenlerden yukarıya çıktığını bildiği için, yukarıya çıktığının farkında değilmiş gibi davranarak işlemeli koltuğuna oturup üzgün bir vaziyette, sanki dağda kırk devesini kurtlar yemiş gibi solgun, solgun oturuyordu. Mehmet ağa odadan içeriye girdiğinde bile o’nun geldiğinin değil de, konakta çalışan birilerinin geldiğini zannederek kapı tarafına hiç dönüp de bakmıyordu bile. Ama Mehmet ağanın odaya geldiğinin farkındaydı. Mehmet ağa her zamanki gibi, şen şakrak olarak odaya girmiş, Teslime kadınım ben geldim ben “diye seslendiğinde, Teslime kadın sanki yeni fark etmiş gibi, hemen yerinden sıçrayıp eşinin boynuna sarılarak hoş geldin evimin direği, hoş geldin.

 Teslime nin kara sevdası hoş geldin, sensiz geçen şu üç dört gün bana zehir zıkkım oldu. İçinde oturduğumuz şu koca konak olsa da, bu konağın içinde onlarca çalışanlar olsa da, içinde sen olmayınca ben neylerim sensiz koca konağı “diyerek Mehmet ağanın boynuna sarılmış yüzünü gözünü, boynunu, göğsünü koklayarak hasretini gideriyordu. Teslime kadın ne yapıyorsa Mehmet ağa da aynını yapıyor, o da Teslime ye sarılmış hasret gideriyordu. Birbirleriyle öpüşüp koklaşmalar bittikten sonra, koltuklarına oturmuşlar, Teslime kadın eşine konakta olmadığı o üç günün hesabını güzel bir üslupla sorgulamaya çalışıyordu. Mehmet ağada o üç günün hesabını vermek adına, Adana’da büyük bir arsa aldığını, bu arsayı almak için arsa sahibiyle “ancak” üç günün sonunda pazarlığı bitirdiğini, tapuyu almaya gittiğinde elci hasanı da orada gördüğünü, hatta Adana ya niçin geldiğini sorduğunda, elci Hasan ın kaçamak laflar ederek, ben Adana ya doktora geldim ağam “dediğini, halbuki elciyi senin gönderdiğinin farkına vardığımı, hatta elci Hasana yahu gardaşım öyle bir yalan uydur ki “inanayım “deyip ikimiz birden gülüştüğümüzü, tapu dairesinde işlerimiz bitip te tapuyu aldıktan sonra, arabamıza binip buraya ve aha senin yanına koşarak geldiğimi beyan ederim. İnşallah yakın bir zaman da o arsanın içine şöyle sekiz on katlı bir inşaat başlatacağım. Sekiz on katlı büyük bir apartman yapalım da, ileride çocuklarımıza lazım olur “diye Teslime kadına hem yaptıklarını hem de yapacaklarını teker, teker anlatmış, tekrar yanına varıp yanaklarından öperek gönlünü alıyordu. Bu gönül alma işi Teslime kadının gönlünü fetih eylemiş olacak ki, hemen Mehmet im sen yoldan geldin, açmısın, tokmusun? Aşçıyı çağırayımda hemen yemek hazırlasınlar” Diye sorduğunda Mehmet ağa tekrar yerinden kalkarak gelip Teslime kadının yanaklarından bir daha öpmüş, yahu hatunum sen var ya, benim her halimden anlıyorsun vallahi. İyi ki senin gibi anlayışlı bir hanımla evlenmişim “diye yarısı yalan yarısı da gerçek olarak iltifat ediyor, Teslime kadında kendine yapılan bu iltifatlardan oldukça memnun oluyordu. Mehmet ağa tekrar koltuğuna otururken, evet hatunum aşçı bir şeyler hazırlasında birlikte yiyelim “deyip Teslimenin yüzüne bakarken gönlünden çıkaramadığı çırçır fabrikasında çalışan o kadın ın güzelliğini aklında hayal ediyordu.

 

Her zaman ki gibi yine evinin önüne çıkmış, sanki elektrik direği gibi, öylesine ayakta dikili bir vaziyette traktörün yolunu bekliyordu ki Zekiye gelin gelsin de akşamlık hazırlaya, akşamlık hazırlaya da Zeki karnını doyura? Ama kadıncağızda derman mı kalmış ki mutfağa gire de yemek hazırlaya? Zeki nin Zekiye yi beklediğini herkes biliyordu. Bildikleri için, şaka yapanların bazıları dalgasını geçerek, hayırdır Zeki bey yoldan gelecek yolcun mu var da burada öylesine bekliyorsun? “diyenler oluyor, ama Zeki de öylesi şakalara alışmış olacak ki hiç aldırmıyordu. Traktör yolda gelirken Leyla kadın Zekiye ye kız akşama senin o asalağı da alıp bize gelinde birlikte yemek yiyelim. Şimdi sen bu yorgunlukla zor yemek yaparsın. Zaten bu gün dinimiz imanımız gevredi. Ben dünden biraz fazla yemek yapmıştım, tek başıma ben o kadar yemeği yeyip bitiremem, yiyemedimmide kalanı çöpe atmam gerekecek, yemeği çöpe atmakta çok günah oluyor. En iyisi bu gün akşama bize gelin de hep birlikte yemeğimizi yiyelim. Daha sonra da güzelce bir yorgunluk çayı demleriz. “Tamammı Zekiyem “diyordu, ama Zekiye den hiç çıt çıkmayınca, kız sana söylüyorum sana, güzel gelin sana! Diye sözünü tekrarlayan Leyla ya, Zekiye gelin “tamam ablam tamam geliriz “diye, yani istemeyerek tamam “diyordu. Zekiye gelinle birlikte inecek olanlar ayağa kalkmışlardı ki tamda o sırada traktör durmak için ani bir fren yapınca ayağa kalkmış olan işçiler patır, patır birbirlerinin üzerine devrilmişler, herkes gibi Zekiye de birilerinin üzerine düşmüştü.

Traktör durup ta işçiler indikten sonra, tekrar yoluna devam eder.

Zekiye gelinde eşine göz ucuyla bakarak, sende burada beni mi bekliyorsun?

Biliyorsun ki ben pamuğa gidiyorum. O sabah aha bu akşam oldu. İşten daha yeni geliyorum.

Sen burada beni bekleyeceğine akşama yiyecek bir şeyler hazırlasaydın ya, ya da hazırladın mı? Sen benim halimden bilmesen bile, Allah biliyor ki ne canımda can, ne dizimde derman kaldı. Ama Leyla ablam bu gün akşama eşini de alıp bize gelin, bize gelinde birlikte akşamlığımızı yapalım “diye ısrar etti. Bende Leyla ablamın ısrarına dayanamayıp “tamam geliriz “dedim. Hele eve varıp sağı solu temizleyelim de daha sonra çıkar gideriz “diyor, ancak he gideriz mi yoksa gitmeyiz mi diyecek “diye göz ucuyla eşinin yüzüne bakıyordu. Evde pişirilmemiş olan yemeği nasıl yiyeceklerdi ki? Mecburen gidelim “diyecekti ve öylede oldu. Zeki de zekiye ye sen işe gittikten sonra, benim de uykum kaçtı. Uykum kaçınca da hemen kalkıp pencereleri açarak yatağı yorganı evi havalandırdıktan sonra, güzelce düzenledim. Evin içi de zaten senin temizlediğin gibi tertemiz duruyor. Ama gene de eve gidelim hiç olmasa sen biraz dinlenmiş olursun. Ayrıyeten o kadında daha şimdi işten geldi. O da evinin penceresini paçasının açıp havalandırması, temizlemesi vede yemeğini hazırlaması lazım. Şöyle bir saat kadar bekleyelim de daha sonra, çıkar gideriz “diyerek yumuşak ve ılımlı bir hava estirmeye çalışıyordu. Nihayetinde bir saat sonra, Zeki ile Zekiye evlerinden çıkıp Leyla kadının evine doğru yollanmışlardı. Komşu evinin önünden geçerlerken pencerede Elmas kızı gördüklerinde, Zekiye gelin Elmas kıza, anan evde mi Elmas kız “diye soruyordu? Elmas kızda anam evde Zekiye ablam, anam evde “diye birbirleriyle paslaşarak konuşunca, hadi anana söyle de, biz Leyla kadına gidiyoruz, siz de bizimle gelin “diyerek birlikte gitmeleri için, onları da davet ediyordu.

Elmas ta, abla az bekle de anamla konuşayım, anamla konuşayım da gidip gitmeyeceğimizi birazdan sana söylerim “diyerek içeriye gidip anasını Zekiye gelinlerle birlikte Leyla kadın ın evine misafir gitmeye ikna eylemiş olacak ki, beş altı dakika sonra, onlarda evden çıkarak, her iki komşular birlikte yola koyulmuşlardı. Gecenin karanlığında birkaç dakika yürüdükten sonra, Leyla kanının evine varıp, şehir apartmanları gibi zili olmayan evin kapısına güm, güm, güm “diye vururlar.

 

İçeriden dışarıya kadar “geldim, geldim Zekiye gelin. Aha geldim “diye Leyla kadının sesi geliyordu.

Leyla kadının sesini duyan misafirlerden Zeynep kadın, gız anam bunun kulağı iyi duyuyor vallahi.

Siz, kapıya bir kere değil, kırk kere de vursanız benim kulağım bunun kulağı gibi hemen duymaz “derken kapı da açılmış, misafirlerini karşısında gören Leyla kadın hoş geldiniz sefalar getirdiniz “diyerek güler yüzle içeriye buyur ederken misafir odasını eliyle göstererek odaya geçmelerini istiyordu. Misafirlerde misafir odasına geçerek her biri bir minderin üzerine oturmuşlar, ev sahibesi de misafirlerine, tekrar hoş geldiniz “deyip biraz da hal hatır eyledikten sonra, hemen sofrayı hazırlayım da yemeğimizi yiyelim “deyip ayağa kalktığında Zekiye gelin ile Elmas kızda ayağa kalkarak, bizde yardım edelim “diyerek üçü de mutfağa giderler. Biri sofra bezini, biri ekmeği, bir diğeri de siniyle yemeği getirerek hemen sofrayı kurmuşlardı. Sofra kurulunca Leyla kadın misafirlerine, yemeğin yüzüne bakacak değiliz, de hadi buyurun, buyurunda Allah ne verdiyse şöyle iştahla yemeğimizi yiyelim “diyerek misafirlerini sofraya davet ediyor, misafirlerde birbirlerinin yüzüne bakarak, evet Leyla kadın doğru söylüyor. Yemeğin yüzüne bakacak değiliz “deyip hep birlikte pişmiş aşa kaşık çalmaya başlamışlardı. Karnı doyanlar birer, birer kalkarak, yemeğin tadı lezzeti çok güzel olmuş. Ellerine sağlık Leyla komşum “diye övgüler yağdırıyorlar, ev sahibesi de helali hoş olsun komşularım. Ne iyi etinizde geldiniz. Bazen herif köyden gelse de buralarda duramayıp birkaç gün içinde hemen geri dönüyor. Bende evde işte böyle tek başıma yalnızım. Çocuklar ise Adana da okuyorlar. İnşallah okurlarda bizler gibi sürünmeyip bir adam olurlar “diye kendinden bahsederken, misafirlerde İnşallah komşum, İnşallah okurlarda iş güç sahibi olurlar. Senin de dediğin gibi, bizler gibi yazıda yabanda tarlada sürünmezler “diye iyi niyet temennilerini dile getiriyorlardı. Daha yemekler yenirken Leyla kadın ocağa çay suyunu koymuştu. Yemek faslı bitince çay da hazır olmuş, ev sahibesiyle misafirler çaylarını içerlerken, konu konuyu açmış gelip elci Hasana dayanmıştı. Pamuğa giden Leyla kadınla Zekiye gelin elci Hasan ın dürüst, terbiyeli, çalışkan, evine bağlı bir çocuk olduğunu. İnşallah Allah gönlüne göre bir güzel kız nasip eder de evlenir. “diye bir bakıma Elmas kızı ima ediyorlardı. Leyla kadın ise Elmas kıza bakarken inşallah aha bu Elmas kız gibi güzel bir kızı nasip eyler “deyip Zeynep kadına da dönüp valla komşum elci Hasan gibi bir damadın olursa, İnşallah ki olur “diyorum. Eğer öyle bir damadın olursa, elci hasan bir yuva kurarak mutlu olur hem de Elmas kız mutlu olur. Elmas kız mutlu olduğu gibi, dengini de bulmuş olur vallahi “diye Zeynep kadının fikrini öğrenmek için, zarf atmıştı. Zekiye gelin de arada bir söze girerek Leyla kadına destek veriyordu. Elmas kız ile elci Hasanın birlikteliği hakkında konuşmalar olunca, kız her ne kadar utanmış gözükse de içten içe seviniyor, İnşallah anamın gönlü olurda Hasan’ıma kavuşurum “diye Allaha dua ediyordu.

 

Gecenin büyük bir bölümü elci Hasan ve Elmasın birbirine uygun çift oldukları, İnşallah, Allah kısmet ederde Allahın emriyle birbirlerine nasip olurlar. Bizlerde büyükleri olarak güzel bir düğün yaparız “diye bir umut ve temenni içinde geçmişti. Ev sahibesiyle komşular sohbetlerinin güzelliğinden olacak ki zamanın nasıl gelip geçtiğinin farkına bile varmamışlardı. Bir ara Zeki kolundaki saate baktığında saatin 12’yi gösterdiğini görünce, akşamın gece yarısını bulduğunu, sabaha işe gidecekleri için, ev sahibesine misafirperverliğinden dolayı çok, çok teşekkür ederek kalkmaları gerektiğini söyleyip evlerine gitmek için ayağa kalkmışlardı. Leyla kadın misafirlerini yolcu ederken, lütfen gene buyurup gelin, bir komşu olarak beni bu damın deliğinde tek başıma üssüz, kimsesiz bırakmayın “diye yolcu ediyordu. Misafirlerini yolcu eyleyen Leyla kadın, yemek bulaşıklarını Elmas kız yıkadı, sağ olsun var olsun, boylu boslu, güzel, temiz terbiyeli bir kız. İnşallah elci Hasanla güzel bir yuva kurmaları nasip olur “diye düşünürken, bende iki dakikada çay bardaklarını yıkayıp da hemen yerime düşüp yatayım. Yoksa sabah erkenden kalkmak zor olacak “diye koşar adım mutfağa giderek bardakları çarçabuk yıkayıp, uyumak için yatağına girerek günün yorgunluğunu çıkarmaya çalışıyordu. Sabahın ilk ışıklarında traktör Zekiye gelinin kapısına dayanmış, kimseyi göremeyince bir iki kere kornasını çalmıştı. Korna sesini duyan Zekiye gelin bi aceleyle yerinden kalkıp pencereden bakarak, geliyorum Hasan gardaş geliyorum, az bekle olur mu “diye seslenip çarçabuk üstünü başı giyerek akşamdan hazırladığı ekmek çıkınını da eline alıp koşar adım dışarıya çıkmıştı.

 

Elci Hasan konaktan çıktığında ilk aldığı işçi Zekiye gelindi. Zekiye gelin de o günü uyuya kalmıştı, ama korna sesine uyanarak alelaceleden üstünü başını giyinip bir aceleyle gelip römorka öyle binmişti ki, elci Hasan Zekiye gelinin bu kadar çarçabuk hem de bi aceleyle gelip römorka bindiğini ilk defa görmüştü. İkinci aldığı işçi ise Leyla kadındı. Leyla kadını almak için beklediği yerde durunca, elci Hasan römorktaki Zekiye geline bakarak, ablam bu gün uykuda kaldın galiba? İlerdeki çeşmede durak yapmamı istermisin? “Diyordu. Aslında elcinin aklındaki, bu gelin uykuya kalıp, korna sesine uyandı. Belki de daha elini yüzünü bile yıkamadı “diye düşünerek, ilerdeki çeşmede durak yapayım mı “diye soruyordu. Zekiye gelin ise elciye “çok iyi olur “sen çeşmede durak yap ta daha sonra, bizde sana müjdeli güzel bir haber verelim. Ben yanına gelemem, ama Leyla ablam yanına gelip o güzel haberi verir “diye elciyi sevindirmişti. Elci, sana müjdeli güzel bir haber verelim “sözünü duyunca İnşallah ablam İnşallah güzel bir haber duyarım bu gün “diye neşelenip, yüzündeki sevinci belli oluyordu. Leyla kadın da römorka binerken çeşmede durak yap ta elimizi yüzümüzü yıkayalım. Gece geç vakte kadar seninle Elmas kızın lafını eyledik. Laf ta güzel olunca vaktin ne çabuk geçtiğinin farkına varamadık. Yani senin anlayacağın gece geç yatınca sabah zor uyandık. Uyanır uyanmaz da elimizi yüzümüzü yıkamadan, traktörü kaçırmayalım diye hemen yola çıktık. Şimdi ne dediğimi anladın galiba? Tarlaya vardıktan sonra, ben gelir olanı biteni sana anlatırım.

Yani senin anlayacağın hal, vaziyet, durum çok, çok iyi, bu arada akşam hem senden hem de Elmas kızdan konuşunca, kızın gözlerinin içi gülüyor, yanaklarında güller açıyordu. “diyerek elci Hasana tüyoyu da veriyordu. Elci Hasan alacağı işçileri çar çabuk alarak bir keyif ile traktörü sürüp radyatöre su koyma bahanesiyle çeşmenin başında durak yapmıştı. Tabi o arada testilerine su doldurma bahanesiyle kadınlarda inip hem ellerini yüzlerini yıkayıp hem de testilerine suyu doldurarak rahatlamışlardı. Elci Hasan da kadınların işlerini bitirmelerini bekleyip daha sonra tekrar yoluna devam eyler. Mehmet ağa da sabahın ilk ışıklarında uyanmış, konakta ne var ne yok “diye çıkıp mutfağa uğrar, orada görür ki herkes hummalı bir şekilde işlerini yapıyorlar, aşçılara kolay gelsin “dedikten sonra, oradan ayrılıp koyunların kuzuların ineklerin bulunduğu ağıla, ahıra gider. Ağıl ile ahıra vardığında görür ki oradakilerde hummalı bir şekilde çalışıyorlar. Buraları dolaşıp ta konağa geri gelinceye kadar hayli zaman geçmişti. Ama Teslime kadın Mehmet ağanın erkenden çıkıp ta o kadar yerleri dolaşacağını hiç tahmin etmediği için, meraklanmıştı. Acaba dışarıda görebilirmiyim “diye pencereye doğru giderken, Mehmet ağa da odanın kapısını açmış, Kapının açıldığının farkına varan Teslime kadın dönüp baktığında Mehmet ağayı karşısında görünce, hemen yanına gidip boynuna sarılarak, seni yatakta göremeyince çok merak ettim. Canımsın canım benim “diye Mehmet ağanın olmayışını bahane ederek yine öpmeye başlamıştı. Teslime kadın öperde Mehmet ağa hiç öpmez mi? Tabi ki Mehmet ağada öper, hem de bir kadını iştaha getirici ve can alıcı yerlerine dokunarak, okşayarak öpüşlerini yapmasını çok iyi biliyordu ve öylede yapıyordu. Mehmet ağa en güzel öpüşmeyi, sevişmeyi yaparken, Teslime kadın aldığı tattan, zevkten çıldıracak duruma gelip daha bi iştahla Mehmet ağanın her yerini öpüyor, kokluyor, emiyordu.

 

Traktör tarlaya varıp işçiler işlerine, yani pamuk toplamaya başladıktan bir saat kadar sonra, Leyla kadın bir bahaneyle elci Hasanın yanına gelip akşamki konuşmaların tamamını tek, tek anlatarak müjdesini yapmıştı. Elcinin de şimdiye kadar duyduğu en güzel müjdelerden biriydi bu müjde. Nihayetinde, elci Hasan günün birinde konuyu Mehmet ağaya açarak Zeynep kadının kızı Elması Allah ın emriyle bana iste de yuvamı kurayım “demiş,

Mehmet ağa da elci Hasanın evlenme zamanının geldiğini ve kendisine sevdiği kızın adını da söyleyerek, ağam Allah ın emriyle bu kızı bana iste de yuvamı kurayım “dediğini elcisinden duyunca hem keyiflenmiş hem de şok olmuştu. Yıllarca çiftliğinde çalışan elcisine büyüklüğünü yapmak, hatta kız istemek için oğlan babası olacağını düşünmek çok güzel bir duygu olduğu gibi, çokta mutlu olmuştu.

 Mehmet ağa elcisinin yüzüne gülümseyerek bakıp tamam Hasan ım tamam, yarın Ceyhan’dan tatlı getirteyim akşama da yanıma Teslime yengeni alır gider Allah ın emriyle Peygamberin kavliyle Elmas kızı sana isterim. E ben kız isterimde, bana hayır kızımızı vermiyoruz “diyebilirler mi.? Tabi ki diyemezler çünkü karşılarında kocaman Mehmet ağa var. Mehmet ağa “deyip elcinin gönlüne su serpiyordu. Duyduğu güzel sözler karşısında keyiflenen elci Hasan ağasından müsaade isteyerek bir keyif ile oradan ayrılıp mutfağa geldiğinde, o keyif in verdiği heyecanla ilk işi aşçıyı öpmek olmuştu. Ertesi günü Ceyhan’dan tatlılar gelmiş, akşamda Teslime hanım ile birlikte Zeynep kadının evine misafir olarak gidip elci Hasanı öve, öve yere göğe sığdırmayıp, başını arşa kadar yücelterek, hatta hem Elmas kızın hem de elci Hasanın kefili olarak Allah ın emriyle Peygamberin kavliyle Elmas kızı elci Hasana istemişti. Zeynep kadında elcinin iyi bir çocuk olduğunu bildiği ve ağanın ben onlara kefilim “dediğini duyunca ne diyeceğini şaşırıp heyecandan küçük dilini yutmuş, bir ara öyle şaşkın, şaşkın durakladıktan sonra, Zeynep kadın Mehmet ağaya, valla ağam bir benim dememle olmuyor böylesi işler, hele birde kıza soralım, bakalım kız ne diyecek? Diyordu ki Elmas kız kahve tepsisiyle içeriye girip kahveleri misafirlere ikram ettiği gibi konuşulanlara da kulak misafiri oluyordu. Evde yabancı kimselerin olmadığı için, Mehmet ağa Zeynep kadına, Zeynep bacı, aha kızda hazır yanımızdayken ona da soralım? Hayır, ben evlenmek istemiyorum “derse ne ben buraya gelmiş nede kızını istemiş sayılırım. Ancak evet “derse işte o zaman düğünün bütün masrafları bana “derim. Deyince, Zeynep kadın kızının yüzüne bakarak “sen bu işe ne dersin kızım “diye kızının fikrini almaya çalışıyordu. Ama Elmas kız da anasına, ana benim sana ne dememi bekliyorsun? Ben sana sen bilirsin ana “diyorum. “deyip son noktayı koyarak geri mutfağa gitmişti. Elmas kızdan duyacakları sözü duyduktan sonra, anası kızını tekrar yanına çağırarak, kızım seni Allahın emri peygamberin kavliyle Mehmet ağanın elcisi Hasana veriyorum “dedikten sonra, Mehmet ağaya dönerek, ağam Allahın emrinden ve Peygamberin kavlinden kaçılmaz. Yarın tekrar birkaç kişiyle gelip Allahın emrini analım “diyerek mutluluğun verdiği bir keyif ile tatlılarını yemeye başlamışlardı. Ancak Mehmet ağa tekrar söz alarak, yarın gene birkaç tepsi tatlı ve şirincelik ısmarlayayım da akşam gelecek olan millete bol, bol dağıtın, bol, bol da yesinler “diyordu.

 

Nihayetinde Mehmet ağa Allah ın emri Peygamberin kavliyle Elmas kızı elcisi Hasana isteyip de söz keserken hem tatlıları hem de şirincelikleri dağıtılarak mutlu bir akşam geçirmişlerdi. Nişan işi bittikten sonra, sıra hem ev eşyalarına hem de altın akçe almaya gelmişti, ama işin içinde Mehmet ağa olduğu için, elcinin hiç korkusu yoktu.

Elci Hasan ile Elmas kız nişanlandıktan sonra, eskisinden daha rahat ve korkusuzca birbirlerini görmeye başlamışlar, her iki nişanlılar günün birinde beraber sohbet ederlerken konu konuyu açmış birlikte yaşayacakları eve nelerin lazım olduğunu bir kağıda teker, teker yazarak not etmeye başlamışlardı. Düğüne yakın bir zamanda

Adana ya giderek tanıdıkları mobilya ve beyaz eşya mağazalarında gerekli eşyaların siparişini verdikten sonra, yine tanıdıkları bir kuyumcudan da alacakları altın akçeyi alacaklarını hem yazıp hem de hesaplıyorlardı. Hesapları her ne kadar kabarık gözükse de elci Hasanın hiç umurunda değildi. Çünkü sırtını dayadığı bir Mehmet ağası vardı. O yazın sonuna doğru bütün işler bitip de milletin evlerine çekileceği zaman, düğünlerini yapma zamanının gelmiş olacağı zamandı. Ve o zamanda gelmişti. Gelin olacak kızla damat ve yanlarında Mehmet ağa ve eşi Teslimeyle Zeynep kadın hep birlikte taksiye binip Adana ya yollanarak gelinin ayağına, üstüne başına ve kolları ile parmağına alınacakları bir titizlik içinde seçe, seçe almışlardı. Onları aldıktan sonra sıra ev eşyalarına gelmişti. Ev eşyalarını da almak için, tanıdıkları mağazalara giderek, bir eve ney lazımsa hepsini almışlar, o kadar eşyayı almakla kalmayıp akşamı etmişler, ama hala karınları aç yüzleri güleç olarak dolaşıyorlardı. Nihayetinde Teslime kadın daha dayanamayıp dile gelerek Mehmet ağa, Mehmet ağa o sabah aha bu akşam oldu. Sabahtan akşama kadar o mağaza senin, bu mağaza benim “diye dolana, dolana ayaklarımıza kara sular indi. Ayaklarımıza kara suyun inmesi bir kenara bırak, yahu karnımız zil çalmaya başladı. Mehmet ağa, Mehmet ağa acımızdan öldük, öldük. Babanın hayrına bizi şurada bir lokantaya götür de karnımızı doyur “diye hem yorulduklarını hem de acıktıklarını sitem ederek söylüyordu. Ama Mehmet ağada hem yorulduklarının hem de acıktıklarının farkında olduğu için, tanıdığı bir lokantaya götürüyordu ki, Teslime hanım acıktıklarını söylediği sıra tam da o lokantanın önüne gelmişlerdi. Lokantanın önüne geldiklerinde Mehmet ağa, o zaman de hadi şu lokantaya buyurunda bir şeyler yiyelim “derken lokanta sahibi ağayı görünce, ooo ağam sizler hoş gelesiniz. Buyurun efendim, buyurun ablalar “diye lokantaya davet ediyordu. Mehmet ağanın adamları ise sanki kırk yıllık açlarmış gibi içeriye öyle bir hışımla dalmışlardı ki lokanta sahibi kenara çekilmek zorunda kalmıştı. Yemeklerini yiyen düğün sahiplerinin karınları doyunca gözleri açılmış, yemek boyunca oturdukları için, biraz olsun rahatlamışlardı. Yemekten sonra çaylarını içenler daha da rahatlayıp oturdukları yerde uykuları gelmeye başlamıştı. Mehmet ağa ve refakatindekiler çaylarını içtikten sonra, tekrar taksilerine binerek doğruca Naçarlının yolunu tutmuşlar, anca akşamın dar karanlığında evlerine varmışlardı.

 

Ceyhan’dan boya ve boyacı getirtilerek gelinin ineceği evi güzelce boyatıp tertemiz kutu gibi bir ev etmişlerdi. Elmas kız ile arkadaşları zaman, zaman eve gelerek mobilyaların hangi odaya daha uygun olacağını, nereye nasıl konulacağını tek, tek hesap ediyorlar arada birde kız vallahi sen şanslı kızsın. İnşallah her zaman şansın açık yüzün güleç olur. Sen şanslısında elci Hasan şanslı değil mi? O senden daha şanslı ki senin gibi boylu boslu, güzel hem de maharetli bir kızla evleniyor. Allah ikinizin de mutluluğunu tamamına erdirsin “deyip birbirleriyle şakalaşarak bu gün yarın gelecek olan mobilyaları kafalarında evin içine dizmişlerdi. O birkaç gün geçtikten sonra, mobilyalar gelmiş, mobilyalar gelince gelin hanım köyün kızlarıyla birlikte gelerek önceden nasıl düşündülerse öylede evin içini döşemişlerdi. Öte taraftan düğün hazırlıklarını yapan Mehmet ağanın keyfine diyecek yoktu. Sanki kendi oğlunu everir gibi elci Hasanı evermek için canla başla gayret ediyor, para harcamaktan hiç kaçınmıyordu. Para harcamaktan tabi ki kaçınmazdı, çünkü elci Hasan işinin erbabı dürüst, çalışkan ve ağanın sağ koluydu. Zaman gelmiş gün çatmış düğün halayı tutulmuş, Adana’dan, Ceyhan’dan, diğer köylerden düğüne davet edilen bütün davetliler geldiği gibi, çırçır fabrikasında çalışan Arzu hanımda düğüne gelmişti, ama Arzu hanımı bir gören dönüp bir daha bakıyordu. Allah var, Arzu hanım güzel boylu boslu bir bayan olduğu gibi, Mehmet ağanın tembihlemesiyle fabrikanın sahibi giyimiyle kuşamıyla kuaförüyle ilgilenmiş ve ortaya bambaşka bir Arzu hanım çıkmıştı. Tabi ki öyle bir güzelin güzelliğine bakacaklardı. Ama kimse bilmiyordu ki Mehmet ağa o güzele gönül vermişte onun harcadığı parayla böyle iki dirhem bir çekirdek olmuştu. Düğünde misafirlerin yiyip içmesi için koçlar kesilmiş, içecekler gelmiş, sofralar kurulmuş, bir taraftan çifte davullar güm, güm, güm “diye çalarken diğer taraftan köyün gelinlerinin kızlarının, delikanlı gençlerinin hep birlikte halay çekmeleri görülmeye değerdi. Tabi arada bir Mehmet ağayı da halaya kaldıranlar oluyordu. Ancak çırçır fabrikasının sahibi Arzu hanımı halaya soktuğunda gelip Mehmet ağanında elinden tutarak götürüp halaya sokmuştu, fabrika sahibi Mehmet ağayla Arzu hanımı özellikle yan yana getirmişti ki birbirleriyle daha yakın temas sağlasınlar, eğer olacaksa aralarında sıcak bir ilişki olsun “istiyordu. Nitekim öyle olmaya da başlamıştı. Mehmet ağayla, Arzu hanım el ele sıkı sıkıya tutuşmuşlar sanki yıllardır birbirlerini arayıp ta yeni buluşan bir çift gibi olmuşlardı. Arzu hanım Mehmet ağayı fabrikadan tanıyordu, ama bu kadar saygın ve değerli biri olduğunu tahmin edememiş, düğünde bu durumun daha iyice farkına vardığından olacak ki kendinin de yıllardır düşleyip aradığı adamı şimdi bulmuş gibi, sevincinden içi içine sığmıyor, keyiflerinden halay çekip duruyorlardı.

 

Her ikisi de bir müddet halay çektikleri için terlemişlerdi. Mehmet ağa kendinin terlediğini aldırmayarak Arzu hanıma, isterseniz halaydan çıkıp geçip oturalım. Hem biraz dinlenmiş oluruz hem de bir iki kadeh içeriz “deyip her ikisi de halaydan çıkarak yerlerine geçmişlerdi. Düğüne gelen köylülerin bazıları, valla Mehmet ağa bu kadını kendine bağlar “demeye başlamışlar, ama öyle düşünmekte haklılarda? Nitekim üç gün üç gece sürmüştü düğün. Köyden, kasabadan, şehirden gelen misafirlerin bazıları üç gün üç gece kalmadılar, ama çırçır fabrikasının sahibiyle Arzu hanım düğün bitene kadar düğün evinde kalmışlardı. Başka bir evde kalacak olsalar, zaten Mehmet ağa müsaade etmez, gönlünü verip te aşık olduğu kadının başkalarının evinde kalmasına hiç müsaade edermiydi? Tabi ki müsaade etmezdi. Eşini canından daha çok seven, eşinin her arzusunu canla başla yerine getiren Teslime kadın Adana’dan gelen misafirlerine Mehmet ağaya ettiği hizmetten daha fazla hizmet ediyor, bir dediklerini iki etmiyordu. Ancak Teslime kadın Arzu hanımı çırçır fabrikası

Sahibinin kız kardeşi biliyor, bu sebepten dolayı Arzu hanıma daha fazla ilgi alaka gösteriyordu. Bilseydi ki ileri bir zamanda, Arzu hanım kendinin üzerine gelip te kuması olacak, hiç öyle canı gönülden hizmet edermiydi? Tabi ki öyle canı gönülden hizmet etmez, belki de biran önce hem evden hem de köyden yolcu eyler, gönderirdi. Bazen insanoğlu gözünün önündekini bile göremeyecek kadar kör oluyor. İşte Teslime kadında gözünün önünü göremeyenler gibi kör bir kadındı. O üç gün içinde Mehmet ağayla, Arzu hanım birbirlerine karşı duydukları hislerini, duygularını açarak aralarında sıcak bir hava esmeye başlarken ilişkilerinin de ilk başlangıcının temelini atmış oluyorlardı. Düğünün üçüncü günü gelini gelin evinden alıp çifte davul, çifte zurnayla damadın evine getirirlerken arada bir de silah atmaları adet olmuştu. Bir düğünde silah atmadılar mı o düğünü düğünden saymadıkları için, illa ki silah atacaklardı. Üç gün süren düğün dernekten sonra, düğün sahipleri yorulduğu gibi, o üç gün boyunca düğünde bulunan hem misafirler olsun hem de köylüler olsun yorulmaya yorulmuşlardı, ama o silah atmalardan dolayı kimsenin burnu kanamadığı ve düğünü kazasız belasız savdıkları için, Allaha dua ediyorlardı. Düğün bitmiş gelin ile damat muradına ermişler, ama onlarda yoruldukları için evlerinden dışarıya hiç çıkmak istemiyorlardı. Hatta Adana’dan gelen misafirlerin geri gideceklerini bile unutmuşlardı. Mehmet ağanın fabrika arkadaşıyla yeni sevgili olduğu, Arzu hanım Adana ya gitmeleri için hazırlanmışlar, gitmeden önce birde gelin ile damadı göreyim de öyle gideyim “diyerek gidip Elmas geline ve damada mutluluklar diledikten sonra, her üçü de taksiye binerek Adana ya hareket etmişlerdi. Fabrika sahibinin ismi Mümtaz beydi. Yolda giderlerken, Mümtaz bey üç gün üç gece düğün yaptıklarını, düğünde üç gün üç gece halay çekip oynadıkları gibi, bol, bolda yiyip içtiklerini, onun haricinde, değer verip evinde ağırlayarak misafirperver oldukları için Mehmet ağaya tekrar, tekrar teşekkür ediyordu. Mümtaz beyden sonra, Arzu hanımda misafirperverliğine teşekkür ettiği gibi, birbirini tanıma amacıyla arkadaş oldukları için ayrıyeten teşekkür ediyordu Mehmet ağaya.

 

Mehmet ağada Arzu hanımla bir ilişkiye başlamanın sevincini yaşıyor, içi içine sığmıyordu. Hatta Mümtaz beye sen değerli ve kıymetli bir arkadaşımsın. Sen benim için yapılmayacak işleri yaptın. Senden Allah razı olsun. Arzu hanımdan da Allah razı olsun ki gönlüme düşen ateşi birlikte söndürmeye karar verdik. İnşallah birlikte mesut ve bahtiyar oluruz “diye hem arkadaşına hem de Arzu hanıma övgüler yağdırıyor, övgüler yağdırdığı gibi, böylece kendi sevincini de dışa vurmuş oluyordu. Yolda giderken, Mümtaz bey Mehmet ağaya bundan böyle Arzu hanımı daha çalıştırmaz hatta güzel bir ev kiralar içini de dayar döşer Arzu hanımı oturtturursun “diye fikir yoklaması yaparken, Mehmet ağa da evet Mümtaz kardeşim. Evet, aynen senin dediğin gibi yapmayı düşünüyorum. Önce güzel bir daire tutar, içini dayar döşeriz, Arzu hanım oraya geçtikten sonra, geçenlerde aldığımız o arsayı bir mütehahite vererek hemen inşaata başlayıp, oraya sekiz on katlı güzel bir apartman yaptırmayı düşünüyorum. “diye fikrini açıklıyordu. Arzu hanımın bir taraftan canla başla bir bedel ödeyerek çalıştığı çırçır fabrikası aklına geliyor, diğer taraftan da sanki derya deniz gibi bir varlığın içine düştüğünü düşünerek keyfinden dört köşe oluyor, Mehmet ağaya daha sıkıca bağlanıyordu. İleriye yönelik yapacakları işleri konuşa, konuşa Adana ya gelmişler, Mümtaz bey Mehmet ağaya beni taş köprüde indir de muhasebeye gidip hesapları gözden geçireyim “diye taş köprüde inmesini istiyordu. Zaten Mehmet ağa “Bossa bir fabrikasının oraya gelmiş, Bossa fabrikasını geçtikten sonra, taş köprüden de geçip biraz ilerde durarak Mümtaz beye düğüne geldiği için, çok, çok teşekkür edip indirdikten sonra, tekrar taksiyi sürüp Arzu hanımla birlikte çekip gitmişlerdi. Mehmet ağanın gözlerden uzak kalması için, kendine sığınak gibi güzel bir yeri vardı. Yine taksisini o sığınağa doğru sürmüş, Arzu hanımın hiç görmediği yerlere gelerek taksisini park eyleyip, gönlünü verdiği hanımın gözlerine bakarak, işte burası benim en çok sevdiğim yer. Buranın yemekleri lezzetli olduğu gibi, kalmak için misafirhanesi de var. “deyip Arzu hanımın ellerini elinin içine alıp biraz tuttuktan sonra, saçlarını okşarken her iki aşığın dudakları da birbiriyle buluşmuştu. Bir müddet birbirleriyle seviştikten sonra taksiden inerek lokantaya girerler. Mehmet ağayı gören garsonlar tanıdıkları için, hoş geldiniz ağam, hoş geldiniz “deyip her zaman ki oturduğu yerini göstererek buyur ediyorlardı. Arzu hanım bu izzet ve iltifattan oldukça memnun oluyordu. Tabi ki memnun olacaktı “çırçır fabrikasında çalıştığı günleri aklına getirdiği gibi, şimdi de bir hanımefendi yerine konmasını düşününce niye memnun olmasın ki.?

 

Garsonlar masaya gelerek yiyeceklerinin ve içeceklerinin siparişlerini alırken,

Mehmet ağa, Arzu hanımın hiç duymadığı yiyecek yemeklerin siparişini verdiği gibi, daha başka siparişleri de vermiş, siparişleri verirken bile,

Arzu hanımın gözlerine bakarak, sende başka bir şeyler siparişi vermek istermisin? “diye soruyordu. Arzu hanım da evet, evet yemekten sonra, benim çok sevdiğim şu tatlıyı da getirirlerse memnun olurum “diye kendisinin de bir şeyler ısmarladığını görmeleri için, tatlı siparişi vermişti. Aslında balık ve rakı masasında hiç tatlı çeşidi olurmuydu? Tabi ki olmazdı, ama Arzu hanım da bir şeyler sipariş verdi desinler “diye ısmarlamıştı. Mehmet ağanın hem garsonlara hem de lokanta sahibine sıkı sıkıya tembihi vardı. Eğer ki ben her ne zaman ve kiminle buraya gelirsem gelem, sizlerin bir yanlışını görürsem, işte o zaman lokanta sahibi kendine yeni bir yer arayacağı gibi, garsonlarda kendine yeni bir iş arasınlar “diye yumuşakta olsa tehditvari tembihlemişti. İşte o tembihleri kulaklarına küpe eden hem lokanta sahibi hem de garsonlar, Mehmet ağanın etrafında pervane gibi dört dönüyorlardı. Aslında pervane gibi dönmeleri de gerekmekteydi. Çünkü Mehmet ağa onların hepsine tomar, tomar bahşiş veriyordu. On dakika içinde sofraya çeşit, çeşit salatalar, kebaplar, balıklar, onun ötesinde yetmişlik bir şişe rakıları hepsi gelmişti. Sofrada sadece yılanın ödüyle kuşun sütü eksikti. Eğer ki onlarda olsaydı, paradan puldan kaçmayacak onları da ısmarlayacaktı. Tabi ki ısmarlayacaktı. Çünkü hayalinde şöyle bir güzel ile sevgili olsam “diye yıllarca hayalini kurduğu ve şimdi yanıbaşında bulunan sevgilisi Arzu hanım vardı. Onun için, tomar, tomar parayı değil de çuvalla parayı harcamaya razıydı Mehmet ağa. Evet, yemeklerden sonra, orta yere birde mum gelmişti. Belli ki iki sevgili mum ışığında yemeklerini yiyecekler, yemeklerini yerken içten gelen en güzel sevdalarını, aşklarını yaşayacaklardı. Nitekim de öyle oldu. Hem yemeklerini yiyorlar ve hem de rakılarını yudumluyorlardı. Her iki sevgilinin kafaları biraz çakırkeyif olunca, biribirine hadi bir türkü söyle, “diye öncelik vererek iltifat ediyorlardı. Ancak Mehmet ağa rica ederek ilk türkü söyleme sırasını Arzu hanıma vermişti. Arzu hanım da Kul Yusuf’un bir türküsünü söylemeye başladı.

 

SENDEN UTANSIN

Öyle bir ahlaklı ol ki sevdalım
Düşmanların bile senden utansın
Her halini örnek alsın düşmanın
Düşmanların bile senden utansın

Sakın öfkelenme her sözü duy da
Konu komşu dolaş haftada ay da
Zengin fakir deme herkesi say da
Düşmanların bile senden utansın

Alemin gözleri senin üstünde
Gizli gizli dolaşırlar peşinde
Merhametli olduğunu görsünde
Düşmanların bile senden utansın

Kin dolu yürekler sevgi dolsunda
Pişman olup heran hicap bulsunda
Yüzünü görünce mahçup olsunda
Düşmanların bile senden utansın

Kul Yusuf'ta senden olunca emin
Başlara taç oldun gönülde yerin
Dik duruşun örnek olsun da senin
Düşmanların bile senden utansın.

 

 

Türkünün sonunu böylece bağlamış olduğunda Mehmet ağa rakının da verdiği güçle Arzu hanımın başını her iki ellerinin arasına alarak, ölürüm senin için ölürüm güzel Arzum “diye içinden gelen sevdasını, aşkını dile getiriyor, her ne kadar birileri görür “diye sağa sola baksa da Arzu hanım. Mehmet ağa boşuna hiç çekinme, bizi burada Allahın bir kulu bile göremez “diyordu. Arzu hanım türküsünü bitirdikten sonra, türkü söyleme sırası Mehmet ağaya gelmişti. Hani derler ya, elini kulağına atta iki türkü söyle. Bu sefer de Mehmet ağa elini kulağına atıp, Arzu hanım için Kul Yusuf’un şu türküsünü söylemeye başlamıştı.

 

HİÇ BİLMİREM

Dostlar divanemi oldun diyorlar 
Ben sevdim o sevdimi hiç bilmirem
Yüreğimde artar oldu ağrılar
Ben sevdim o sevdimi hiç bilmirem

Biri var ki incitmeye kıyamam
Biri var ki yüreğimden atamam
Biri var ki yaklaşıpta soramam
Ben sevdim o sevdimi hiç bilmirem

Hep ağlarım o geldikçe aklıma
Göz yaşım dökülür sinemden yana
O'da seni sevdimi derler bana
Ben sevdim o sevdimi hiç bilmirem

Kul Yusuf ne küser nede kırılır
Al yanağa kara göze vurulur
Hakkın divanında sorgu sorulur
Ben sevdim o sevdimi hiç bilmirem.

 

 

Diyerek türküsünü sonlandırdığında, Arzu hanım yerinden kalkıp Mehmet ağanın boynuna sarılarak oy, oy, oy benim delikanlı, yiğit, mert, gözü kara sevgilim. Bu Arzu var ya senin yollarına kurban olsun emi, canım sevgilim “diyerek Mehmet ağanın gönlüne iyice giriyor, tahtını kuruyordu.

 

Elbette Mehmet ağanın gözüne girip, gönlüne tahtını kuracaktı. Kurması da gerekiyor, eğer ki gönlüne girmeyi başaramazsa öte tarafta çırçır fabrikasıyla, harabe bir ev ve eski üskü eşyaları kendini bekliyordu. Daha doğrusu, Arzu hanım bunun bilincinde olduğu gibi, Mehmet ağanın gözüne girip gönlüne tahtını kurması için elinden gelen bütün cilvelerini yapacaktı. Yemekler yenilmiş rakılar içilmiş, kafalar çakırkeyif olmuş, kafalar çakırkeyif olunca birbirlerine söyleyemedikleri cilveli sözleri söylemeye bile başlamışlardı. Nihayetinde masadan kalkıp el ele tutuşarak bir üst kata çıkarlarken, Arzu hanım Mehmet ağa ya, hayatım biz bu lokantaya o kapıdan girmiştik. Dışarıya çıkmak için, neden yukarıya çıkıyoruz ki “diye dili diline dolaşarak sorular soruyordu, ama Mehmet ağanın da cevabı hazırdı. Hayatım yukarda ikimiz için bir güzel yer ayırmışlar, gidip orada bir müddet dinlenelim, daha sonra çıkar gideriz. Buraya kadar gelmişken ikimizin bir odada rahatça kalmasında ne sakınca var ki, hem de gözlerden uzak olarak, “diye söyleyince, Arzu hanım hemen manzarayı çakmış, ne maksatla yukarıya çıktıklarını anlamıştı. Durumu anlayınca tamam hayatım, tamam şimdi anladım. Sen çok yaşa emi Mehmet ağa, sen her şeyi inceden inceye düşünen bir adamsın “deyip olduğu yerde durarak hemen dudak dudağa gelmişlerdi. Üst katta kimsenin olmayışından faydalanarak bir müddet birbirlerinin dudaklarını, affedersiniz “eşeğin karpuz kabuğunu kemirdiği gibi kemirip durdular. Tekrar odaya doğru yürümeye başladıklarında içkiyi biraz fazla kaçıran, Arzu hanım sağa sola yalpalayınca, Mehmet ağa kucağına alarak odaya götürüp yatağın üzerine uzatmış, ama Arzu hanım Mehmet ağanın boynuna sarılarak, hayatım beni sevmeni istiyorum. Hadi beni öyle bir sevki senin beni sevip okşamanla bulutların üzerinde kuşlar gibi uçayım “diye dişiliğini ortaya koymaya çalışıyordu. Mehmet ağanın ise tam hazzettiği bir işti kendisinden istenen istekler. Kendisinden istenen isteklere hiç hayır diyecek birimiydi “tabi ki hayır demez, neyi yapması gerekiyorsa onu yapmaya amadeydi. Zaten yukarıya çıkma amacı da oydu.

 

Arzu hanımla Mehmet ağa yatağın üzerinde birbirleriyle bir müddet seviştikten sonra, Arzu hanımı yavaş, yavaş soymaya başlamıştı. Arzu hanım soyunduktan sonra, bu seferde Mehmet ağa soyunup yorganı üzerilerine çekerek tekrar sevişmeye, birbirlerini öpüp koklamaya başlamışlardı.

O ateşli sevişmeye daha fazla dayanamayan, Arzu hanım, bir inilti içinde de hadi Mehmet im, de hadi ne duruyorsun gayrı. “diyerek sevişmenin doruğuna ermek istiyordu. Mehmet ağa da daha fazla dayanamayıp her ikisinin de arzuladıkları o işe başlamışlardı. Hem işlerini görürlerken hem de sevişiyorlar, ama o ateşli sevişmenin ve yaptıkları o işin kendilerine verdiği hazzın haricinde, terleri birbirine karışmış olduğu gibi, kalplerinin atışlarını bile hissediyorlardı. Nihayetinde en güzel bir aşk ve o aşkın kendilerine verdiği isteği yerine getirerek işlerinin bittiğinde her ikisi de bir tarafa düşmüş elleri birbirlerinin üzerinde olmakla birlikte bir müddet istirahat ederek yorulmuş olan bedenlerini dinlendirmişler daha sonra, yerlerinden kalkarak teker, teker duşlarını alıp üzerlerini giyinmişlerdi.

Mehmet ağa Arzu hanımla bir araya gelip işlerini gördükten sonra, daha da bağlanmış, sanki kırk yıldır aradığı aşkı Arzu hanımda bulmuştu.

Arzu hanım ise yıllarca yalnız yaşamanın acısını yaşamış olmakla birlikte, bir kadın olarak cinsel isteklerinin de yerine gelmeyişinden ve beden ateşinin sömeyişinden dolayı çektiği ızdırabın acısını çok iyi bilen biriydi.

Mehmet ağayla aynı yatağı paylaşarak beden arzularını yerine getirmekle rahatlamıştı. Bundan sonra her neye mal olursa olsun o nu hiç bırakmayacağını ve her zaman Mehmet ağanın koynuna girerek, kollarının arasında yatıp uyuyacağını düşleyerek, halen gücü kuvveti yerinde olan Mehmet ağayı çok, ama çok benimsemişti. Birbirlerine bakışırken bile her ikisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Artık hem Mehmet ağa hem de, Arzu hanım karı koca oldukları gibi, ilk işleri başlatacakları inşaatın bitimine kadar iyi bir yerden bir daire kiralamak olacaktı ve hemen emlak işleri yapan arkadaşlarını arayarak gerekli talimatı vermişti Mehmet ağa. E bunun burası Mehmet ağa, binlerce dönüm arazisi ve koca çiftlik sahibi olan Mehmet ağanın az çok buyurduğu talimatları olacaktı yani. Nihayetinde üst kattan aşağıya inerek tekrar bir yemek daha yiyip, hesabı ödediği gibi, garsonlara da bol, bol bahşiş verdikten sonra, lokantadan ayrılırken hem garsonlar hem de lokanta sahibi, ağam tekrar bekleriz, bir daha buyurup gelin efendim“diyerek yolcu ediyorlardı. Ağa ile hanımefendiyi yolcu ettikten sonra, hem lokanta sahibi hem de garsonlar ne kadar bahşiş vermiş “diye aldıkları parayı saymaya başlamışlar, lokanta sahibi ise garsonlarını yanına çağırarak, çocuklar bu beyin ismi Mehmet ağa, bu ağayı iyi tanıyın. Buraya her ne zaman gelirse gelsin, ister yalnız gelsin isterse yanında bir kadınla gelsin, bizler için fark etmez, ama sizler hizmette kusur etmeyin ki işte böyle bol, bol bahşiş alasınız. Anladınız mı “diye emir tekrarı yapınca, garsonlar da gayet iyi anladık patron “deyip söylenenlere uymaya gayret edeceklerini ifade ediyorlardı.

 

Çırçır fabrikasında çalışırken işten çıkarılma korkusuyla koşarak, o makine senin, bu makine benim diye canı çıka, çıka çalışarak işçiliğin hakkını veren. Bu gün bir ekmeği alabilse bile, yanına bir katıklık bile alamayan. Bir oğlan ile bir kız çocuğuna giyecek üst baş alamadığı gibi, okumaları için defter, kalem, çanta alamayan. Akşamları tenceresi zar zor kaynayan, zaman, zaman komşuları tarafından yardım gören, her ne kadar güzel olursa olsun, o güzelliğin bile karın doyurmadığı bir ortamda yaşadığının farkına varan, Arzu kadının bu perişan haline şahit olanlar herkes, ama herkes üzülmekteydi. Yaratıcı yüce Mevla kullarını imtihan etmek amacıyla verdiği hüzne, acıya, kedere, yokluğa göğüs gererek Allah ın verdiklerine boyun büküp ve şükretmesini bilenlerin bazılarını gün gelir çektiği o yokluğun içinden alır, derya deniz bir varlığın içine koymasını da bilir. Çünkü verende Allah, alanda Allah olduğuna göre, yüce yaratanın varlığından, birliğinden, hikmetinden sual edilmez. Ve onun yaratıcılığından şüphe etmek tamamen gaflete düşmek olur. Bu gün hali, vakti, durumu zayıf olanın, Allahın inayetiyle yarın hali, vakti, durumu çok, çok iyi bir durumda olabileceğine göre, yine hali, vakti, durumu çok, çok iyi olanın yarın perma perişan bir duruma düşebileceğine de inanmak gerek. Ancak Mehmet ağayla yolları kesiştikten sonra, hayatı yüz seksen derece değişen Arzu kadın.

Motoru yenilenmiş bir arabanın motoru gibi, kendini baştan aşağıya yenilemeyi başarmış olmalı ki?

Önceleri, çırçır fabrikasında çalıştığı zamanlar durumunun zayıf olduğundan dolayı, o nu gördüklerinde güzelliğinin farkına bile varamayan insanlar, şimdi ise Arzu kadının giyimli kuşamlı, bakımlı ve güzelliğiyle gözleri kamaştıran halini görenler bir gördüler mi, bir daha dönüp bakıyorlardı. Nasıl bakmasınlar ki? Allahın o’na bahşettiği boy, pos, endam ve bir o kadar da güzelliği vardı. Ancak yokluğun, fakirliğin yüzünden kendine bakmaya, güzelliğini ortaya çıkarmaya imkanı olmuyordu. Şimdi ise yaratan yaratıcı o eski devri alıp götürmüş, yerine yeni bir devir getirip bahşeylemiş, yeni bir çığır açmıştı. Arzu kadında sadece yaratanın verdiği imkanlardan faydalanmaya çalışıyordu. Mehmet ağaya emlakçı arkadaşlarından hemen peşpeşe telefonlar gelmeye başlamış, nerede ve nasıl evlerin var olduğunu tek, tek izah ediyorlardı. Mehmet ağa ise “Gazipaşa” mahallesindeki bir daireyi daha uygun görüp kiralaması için talimatını vermişti. Bu konuşmalar sona erdiği sırada, Arzu hanımın da ineceği yere gelmişlerdi.

Tekrar yeni iki sevgililer birbirlerine sarılıp öpüşürlerken, yarın ki gün için, nerede ve nasıl buluşacakları yeri ve saati kararlaştırıp, birbirlerine hayırlı geceler dileyerek ayrılırlar. Mehmet ağa gideceği yere taksisini sürüp giderken, Arzu hanım da gün boyu mutlu yaşadığı o anları bir keyif ve neşe içinde gözünün önüne getirip te sevinerek evine gider.

 

Eski bir barakada oturan, Arzu hanım evine girdiğinde ilk duyduğu sözler, anne kaç gündür sen neredeydin? Bizler sana çok özledik “sözleri olmuştu, aslında, Arzu hanım düğüne gitmeden birkaç gün önce çok yakın bir arkadaşına önemli bir düğüne gideceğini söyleyip, düğüne gidince evdeki çocuklara iki ya da üç gün bakmasını rica etmişti. Daha sonra, çocuklara bakmak için, o bayanın onlara geldiği ve sözünde durarak üç gün çocuklara baktığı ortadaydı. Çünki, Arzu hanımın eve geldiğinde çocuklarını emanet ettiği arkadaşı da evdeydi. Çocuklarını yalnız bırakmayıp ilgilendiği için, çok mutlu olduğu gibi, tekrar, tekrar teşekkür ediyor, teşekkür ederken bir taraftan da çocuklarını bağrına basıp, öpüp kokluyordu. Ama bu arada çocuklarla ilgilenen hanım, Arzu hanıma kız bu ne kılık kıyafet, bu ne şıklık, zarafet. Bir yerlerden bir yar mı devirdin yoksa? Diye merak için de sorular sormaya başlamıştı. Arzu hanımın giyim kuşamından ve saçlarının yapılmasından tutunda, giydiği ayakkabısına kadar şüphelenen hanım iyice soruşturmayı derinleştirmiş, bu kadar derin sorulara çocuklarının önünde cevap vermeyen Arzu hanım sözü kısa kesmek için, seninle daha sonra bu konuyu konuşalım “diye noktalamıştı.

Ancak, aradan bir saat kadar zaman geçmişti ki, Çocukların, anne bizim karnımız acıktı. Ney yiyeceğiz “diye açlıklarını dile getirdikleri sırada, hani bir atasözü var. “Kul bunalmasa Hızır yetişmez” derler ya. İşte tam o sırada güm, güm, güm “diye kapının çalınmasını duymuşlardı. Çocuklarla ilgilenen hanım, o gelen kimdir “diye gidip bakmak isterken, Arzu hanım, sen dur, sen dur da ben gidip bakayım. Hele bakayım o gelen kimmiş “diye gidip kapıyı açtığında, karşısında manavın elindeki, kasabın elindeki ve market elemanının elindeki yiyecek ve içecekleri görünce şaşırıp kalmış, ama hemen kendine gelerek, buyurun kimi aramıştınız “diye sormayı ihmal etmemişti. Yiyecek ve içecekleri getirenler, bu emanetleri falanca eve götürün “diye Mehmet ağa gönderdi. Arzu hanım Sizmisiniz efendim “diye sorduklarında, durum vaziyeti anlamış olduğu için, evet, evet Arzu hanım benim. Lütfen şöyle içeriye getirip bırakın “diye rica ediyordu.

Dışarıdaki konuşmaları duyan çocuklarla birlikte o hanımda bu gelenler kimdir “diye onlarda dışarıya çıkmış, fileler, sepetler, kucaklar dolusu yiyecekleri gördüklerinde gözlerine inanamamışlar arzu hanımın arkadaşı Zehra hanım bunlar nereden geldi “dercesine göz işaretiyle yine soru soruyordu. Zehra’nın göz işaretini anlayan, Arzu hanım daha sonra konuşuruz “diye yine soruyu geçiştirmiş olmakla birlikte, ney var ney yok misalinden yavaş, yavaş sepet ile filedeki yiyecekleri çıkarıyorlar, bir taraftan da çocuklar yiyecek bir şeyleri alıp yemeye başlamışlardı.

 

Nihayetinde çeşidi bol güzel bir sofra donatarak hep birlikte yiyip içip karınlarını doyurmuşlar, üzerine bir demlikte çay hazırlayıp içerlerken Zehra, bu ne iştir kızım, sen ne işler çeviriyorsun, Şunu anlat ta bizde bilelim? “diye tekrar sormaya başlayınca, Arzu hanım, çocukların yanında olmaz, şöyle bir kenara çekilelim de her şeyi anlatayım “deyip çocuklardan uzak bir kenara çekilerek başına gelenleri tek, tek anlatmaya başlamıştı. Zehra’ya, benim çırçır fabrikasında çalıştığımı biliyorsun. İşte o çırçır fabrikasına her gün traktör olsun kamyon olsun onlarcası tarlalardan pamukları getiriyor. Pamukları getiren pamuk sahiplerinin içinde birde Mehmet ağa varmış. Bu Mehmet ağa aynı zamanda bizim patronun arkadaşıymış, her pamuk getirdiğinde patronun odasında patronla birlikte oturup saatlerce sohbet ederler, bana da haber salarak çay kahve yaptırırlardı. Bende onlara çay olsun, kahve olsun yapıp götürdüğümde, arada birde bana baktığını seziyordum, ama beni aklına takıp ta gönül vereceğini hiç tahmin etmiyordum. Oysaki adam beni göre, göre bana abayı yakmış. Bu anlattıklarım yıllar öncesi yani, o zamanlar bu adam arada bir gelirdi fabrikaya, beni gördükten sonra, sık, sık gelmeye başladı. Her geldiğinde benden kahve yapmamı isterler, bende kahveyi her götürdüğümde beni de lafa tutarlar işe salmazlardı. Oysaki adam beni görmek için, patron beni lafa tutuyormuş. Hani derler ya, arkadaş arkadaşın şeyidir. E bunlar birbirleriyle sıkı fıkı arkadaş oldukları için, beni Mehmet ağayla arkadaş etmek istermiş. Böyle kahve yapa, yapa onlara da kahvelerini götüre, götüre, oraya her gittiğimde onlarla konuşa, konuşa bende Mehmet ağayla samimileşmiştim. Samimi olduktan sonra arada birde beni yemeğe götürdüğü oluyordu. Her yemeğe gittiğimizde adamı daha iyi tanımaya başladım. Adamı tanıdıkça, bana aşık olduğunu anladığım gibi, adam benden hiç para esirgemiyor, sanki başımdan aşağıya para döküyordu. E bende şimdiye kadar bana hiçbir ilgi, alaka gösterilmediği için, gördüğüm ilgiye ve alakaya kayıtsız kalmayıp bende ilgi duymaya başladım. Fakat gönül işi olan bu ilgilenmeyi, ilgi duymayı resmileştirmeyip ve hep mesafeli durmaya çalıştık. Bu arada aradan günler aylar yıllar gelip geçiyordu. Günün birinde bizim patron bana, Mehmet ağa çiftlikte çalışan elcisini gelecek hafta everiyormuş.  Köy düğünleri de davullu zurnalı olduğu için, çok güzel olur. Ben haftaya Naçarlı köyüne düğüne gideceğim. Yalnız Mehmet ağa senden için, Arzu hanımda düğüne gelirse çok memnun olurum “dedi dediğinde, ben ne diyeceğimi şaşırmış olmakla birlikte, gitmemek için, düğünde giyecek güzel bir elbisem bile yok “diye bahane ediyordum. Ama patron bana eğer ki sen Mehmet ağayı kırmayıp düğüne gidersen var ya, elbisem yok, ayakkabım yok “diye hiç düşünme. Mehmet ağa seni giydirir kuşandırır, kuaförüne gönderip, şöyle bir prenses gibi eder. Ondan yanı hiç düşünme “diyordu. Bende bir köy düğününü göreyim “deyip tamam “dedim. Düğünün üç gün süreceğini öğrendiğimde, tamam giderim “dediğime bin pişman oldum. Ama bir kere “tamam demiş olduğum için, sözümden geri dönemeyip çocuklara bakman için, sana rica ettim. Sende sağ olasın var olasın, yok demeyip üç gün bu çocuklara baktın. İşte her ne olduysa o düğünde oldu. Mehmet ağayla el ele tutuşup halaya çıktık. Bir müddet halay çektikten sonra, gene masamıza geçtik. Masada içeceklerimizi yudumlarken bana açılmaya başladı. Beni ilk gördüğü günden beri gönül verdiğini, beninle birlikte olursan, sana kul köle olurum, elini soğuk sudan sıcak suya sokturmam, her istediğin elinin altında olur “deyip bir hayli dil döküp ısrar edince, bende kendi kendime bir kere deneyeyim. Denemekten zarar gelmez. Eğer ki anlaşamazsak geri çekilirim “deyip tamam “dedim. Tamam deyince adama sanki dünyaları bahşetmişim gibi, keyfinden dört köşe olmuştu. Düğünden çıkıp Adana ya geldikten sonra, gidip bir lokantada yemek yiyip rakı içtik, yemekten sonra, lokantanın üst katına çıkarak bir odaya geçmiştik “deyince, Zehra hanım söze girerek, kız yoksa hemen orada adamla yattın mı? “diye sorduğunda, Arzu hanımın gözlerinin içi gülerek “evet yılların verdiği beden arzusunu orada yerine getirip rahatlamıştım. “deyip, Zehra ya, kız Zehra şu çocukların babası bizleri orta yere atarak defolup gitti, e bizler ne yapacağız bu damın deliğinde, ne yiyip ne içeceğiz? Benim aldığım üç beş kuruş para. Bu para bizim neyimize yetecek? Ayrıyeten ben hep böyle yalnız mı yaşayacağım, mutlaka bir gün biriyle evleneceğim. Evleneceğim kişinin bekar olması iyi olur, ama diyelim ki bir bekar adamla evlendim. O adamın da durumu zayıf olursa neye yarar ki, “diye düşünerek Mehmet ağaya evet “dedim. Zehra hanımefendi duydukları karşısında şok olmuş, ne diyeceğini şaşırmıştı. Bir müddet sessiz sedasız kaldıktan sonra, kız anam vallahi senden korkulur. Sen nasıl etinde o ağayı elde ettin. Elde etmenin yolunu yordamını bana da öğret ki, bir ağada ben bulayım. Ama inceden inceye düşündüm de galiba sen haklısın. Sonuçta biriyle evleneceksin. Ama evlendiğin kişi, senin de dediğin gibi züğürt’ün biriyse neye yarar ki! Ya da hiç evlenmedin “diyelim. Peki, arada bir canın koca isterse, yoldan geçenin hemen altına mı yatacaksın. “buda olmaz. Hem de böyle yapanlara sokak orospu’su “derler. Çok ayıp bir şey, hele züğürt biri hiç olmaz. Bence de en iyisi Mehmet ağa. Erkeklerin koynuna giren kadının da yatağı tatlı olacak, yatağı tatlı olan kadının her dediği de yerine gelir yani.

Mehmet ağa’nın altından girip üstünden çıkarak gönlünü de gördün mü, ondan sonra da yiyip içip, keyfine göre yan gelip yatarsın “dediğinde, Arzu hanım Zehra ya kız yok anam yok, adam öyle hızlı biri çıktı ki! Ben yılların açı olduğum ve canımın çektiği için, onunla yatarken keyif aldım, ama adam benim kaç yıllık açlığımı, vallahi bir yatmada yerine getirip, beni öyle bir doyurdu ki.! Ancak adamda da sanki çuvalla para var. Parayı harcarken bile hiç acımıyor. Ben kaç yıldır yokluğun içinde yaşadım, yaşıyorum da. Aha bu çocukların babasına vardığımda, adam benimle yatmadı mı? “yattı. Şimdi gidip de benim gibi bir fakire varmış olsam, o da benimle yatmayacak mı? “tabi ki yatacak. Hem yatacak ve hem de yiyecek olsun, giyecek olsun birini bulursak diğerini bulamayacağız, gene yokluk içinde günümüz geçecek. O zaman yokluk içinde günümüzü geçireceğimize, Mehmet ağayla evlenerek, varlık için de günümü yaşarım. Tek varlık için de günümüzü yaşayalım da, bir gece de bir kere yerine isterse beş kere şey etsin. Ona da razı olurum vallahi “diyor ve ekliyordu.

 

Çok yakın zamanda daha güzel şeyler olacağına eminim. Çünkü Mehmet ağa beni hep yanında görmek istiyor. Beni hep yanında görmesi için şöyle güzel bir daire kiralayıp bizi oraya yerleştirmesi lazım. Kocaman ağa adam, gelip te benim şu virane evde hiç kalır mı? Tabi ki öyle zengin biri gelip te burada eğleşmez. “diyordu. Çırçır fabrikasında çalışırken, o zamanlar Arzu kadındı, ama şimdi Arzu hanım olan, Arzu hanım konuştukça Zehra’nın ağzı açık kalıyor, Zehra da kız vallahi de billahi de senden korkulur. Sen o ağaya daha gör neler yaptıracaksın. Belki ola kendine dairede aldırırsın. Ağada alır yani, alır, alır. Sen o na iki cilve yapıp birde altına yattın mı? Ağa sana daire değil, altına birde taksi alır. Arzu hanım binip de şöyle bi güzelce keyfine göre Adana yı gezmesi için. “deyip her ikisi de gülmeye başlamışlardı. Mehmet ağa dün akşam sevgilisi Arzu hanımı evine bıraktıktan sonra, bara pavyona gidip eğlenmeyi düşünmüştü, ama bu düşüncesinden vazgeçerek kaldığı otele gidip, yatıp uyumayı daha uygun görerek otele gitmişti. Mehmet ağa ertesi günü kalktıktan sonra, yakın tanıdığı bir mütehahit arkadaşına giderek sekiz katlı bir apartman yaptırması için sözleşme yapmıştı. Sözleşmeyi yaptıktan sonra, oradan ayrılıp, müjde vermek için Arzu hanımın oturduğu baraka eve gelen ağa, taksiden inerken, Zehra Arzu hanıma, kız Arzu şu karşıda duran taksiden inen adam mı senin ağa “diye gösteriyordu. Arzu hanımda, he kız, işte bu Mehmet ağa. Vallahi adam kapıya kadar geldi “deyip karşılamak için bir heyecan içinde koşup, kapıyı açarak, hoş geldiniz Mehmet ağam. Güler bir yüzle lütfen içeriye buyurun “deyip eve girmesi için buyur etmişti. Ağa da sevgilisinin ricasına uyarak içeriye girmiş, ama çevre komşuların dedi kodu yapabileceğini düşünerek, hadi Arzu hanım, hadi gidiyoruz. Gidiyoruz dedim, ama görüyorum ki senin misafirin var. Misafiri burada bırakıp gitmek hiç doğru olur mu? “diyordu ki, misafir dediği bayan, ben Arzunun arkadaşı Zehra, hoş geldiniz efendim. Sizler buyurun gidin, ben çocuklara bakarım. Geçenlerde sizin düğüne gittiğinde de ben bakmıştım bu çocuklara “deyip gitmeleri için, her hangi bir mahsurun olmadığını söylüyordu. Kendine gösterilen saygıdan ötürü çok memnun olan ağa, Zehra hanımın göstermiş olduğu ilgiden, saygıdan, nezaketinden dolayı, o na teşekkür ederken, Arzu hanım hemen iki dakikada giyinip kuşanıp yanlarına geldiğinde, Mehmet ağa da o zaman size güzel bir haber vereyim. Öncelikle şimdi çıkıp biraz dolaşalım. Daha sonra ben çiftliğe gideceğim, ben çiftliğe gittikten sonra, Arzu hanımın gözlerinin içine bakarak, bu arkadaşını da alıp, benim o arkadaşın mağazasına gidin ve bir daireye ney lazımsa teker, teker beğenip yazdırın. Zaten dün akşam daireyi kiraladım. Beğendiğiniz eşyalar daireye taşınıp her şey yerli yerince dizildikten sonra, anahtarı getirip sana verecekler. Sende bu eşyaların hiç birini oraya götürme, ihtiyacı olan insanlara dağıt “diye talimat verdikten sonra, yine bir yerlerde bir araya gelmek için, her ikisi de evden çıkıp gitmişlerdi. Onlar giderlerken arkalarından bakakalan Zehra, bazı erkekler şeyiyle malı mülkü buluyor, bazı kadınlarda işte böyle hem cilvesiyle ve hem de şeyiyle buluyor. Acıyan Allah benim gibi garibanlara acısın. Gene de, kız bu yollar sana helal olsun “deyip derin, derin içini çekiyordu.

 

Mehmet ağa gene aynı balıkçı lokantasına sürmüştü taksisini. Lokantada çalışan garsonlardan biri Mehmet ağanın taksisinin geldiğini gördüğünde, hemen diğer arkadaşlarına dışarıyı işaret ederek Mehmet ağanın geldiğini söylemeye çalışıyordu. Dışarıya bakıp ta ağayı görenler, gene bu gün bahşişle cebimiz dolacak “diye keyifleniyorlardı. Garsonların dışarıya baktıklarının farkına varan lokanta sahibi de dışarıya baktığında Mehmet ağayı görünce, karşılamak için, koşar adım dış kapıya doğru yürüyüp, kapını ağzında gelen misafirlerle karşılaşınca, buyurun Mehmet ağam, buyurun efendim “diyerek yağlı müşterisine elinden geldiğince iltifat etmeye çalışıyordu. Bir ata sözünde “denir ki? [ Palu’dan geçen mektubu okurum ] Mehmet ağa da cin gibi bir adamdı. O da Palu’dan geçen mektubu okuyacak kadar arif bir adam olduğu için, lokanta sahibinin yaptığı iltifatın yağcılıktan başka bir şey olmadığını biliyordu. Ama o na hakta veriyordu. Sonuç itibariyle lokanta sahibi kendi işini yapıyor, gelen müşterilerini karşılamakla yükümlüydü. Mehmet ağayla, Arzu hanım yine aynı masalarına geçmiş, gelecek garsonları beklerken, lokantanın sahibi gelip, yine bir izzet iltifat ederek ney yiyip içmek istedikleri sorar. Ancak Arzu hanımın, dün akşamki içkiyle yemeklerin aynını getirin lütfen “diyerek böylece siparişleri vermiş oluyordu. Dünkü siparişlerin aynını verdiğinden olacak ki, Mehmet ağa Arzu hanımın elini tutup, gözlerinin içine bakarak, dünkü siparişlerin aynını verdin. Dün ney yiyip içtiysek, daha neler yaptıysak, galiba bu günde aynını yapacağız gibime geliyor. “diye ağzını arayınca, Arzu hanımda evet Mehmet ağam, evet, dün ney yiyip içtiysek, ondan sonra daha neler yaptıysak, bu günde aynını yapalım. Bu can senin yoluna kurban olsun Mehmet ağam, kurban. “derken, kimseye çaktırmadan uzanarak dudağından öpüyordu. Böylesi sıcak bir ilgiden ve sıcak bir öpüşten keyif alarak bulutların üzerinde uçan Mehmet ağa, elini koyun cebine sokup bir miktar para çıkararak Arzu hanımın çantasının içine bırakırken, ben yarın çiftliğe gideceğim. Oradaki işler düzenlimi yoksa düzensiz mi gidiyor.? Hele gidip yerinde göreyim. O günü belki çiftlikte kalabilirim. İster bu gibi sebeplerden olsun veya olmasın, bundan sonra senin çantanda her an lazım olur “diye para bulunsun istiyorum “diye bir insanın sevdiğine karşı yapılması gerekenlerden birini yapıyordu. Sevdiğinin çantasına para bıraktığı için, Mehmet ağanın vicdanı rahat gönlü hoş olmakla birlikte, Arzu hanımda kendine önem verilmesinden dolayı çok sevinmiş, bir keyif ile sanki de kuşlar gibi göklerde uçuyordu.

 

Birkaç dakika içinde sipariş ettikleri her şey masaya gelmiş, yine dünkü gibi masa bereketlenip şenlenmişti. Bir taraftan yemeklerini yerlerken, diğer taraftan kadehlerini kaldırıp aşkımızın şerefine, mutluluğumuzun şerefine “diyerek bir keyif ile yudumluyorlardı.

Mehmet ağa ileriye yönelik yapmak istediği projelerini tek, tek anlatmaya başlamış, Gazipaşa semtinde lüks bir daireyi kiraladığını ve Arzu hanıma yarından tezi yok, arkadaşının mobilya ve beyaz eşya mağazasına gidip bütün eşyaları beğenerek almasını tembihliyordu. Aslında, Mehmet ağa daireye alınacak eşyaları beğenip seçmişti bile. Ama Arzu hanımın gönlü kalmasın  “diye mağazaya gidip hem eşyalara bak, hem de beğen “diyordu. Arzu hanım her ne kadar bakıp beğense de mağaza sahibi bir şekilde Mehmet ağanın beğendiği eşyaları beğenmesi için ikna edecekti. Zaten ikna gücü kuvvetli olan mağaza sahibinin fabrika işçisi bir bayanı mı ikna edemeyecekti. Tabi ki ikna edecek akıla sahip ve kendini yetiştirmiş bir insandı. Daire ve mobilya mevzusunu bitirdikten sonra, yaptıracağı apartmanın konusunu açmış olup, inşaat bittikten sonra, ortaya sekiz katlı kocaman bir apartmanın çıkacağı, işte bu apartmanın en üst katına ikimiz yerleşerek, yukardan aşağıya kuş bakışı bakarak koca Adana’yı birlikte seyredeceğiz “deyip Arzu hanımı mutlu etmeye çalışıyordu. Birkaç duble rakı içtikten sonra, yine kafalar çakırkeyif olmuş, oturdukları yer de gözlerden uzak kuytu bir yer olduğu için, Mehmet ağa sevdiğini onure etmek adına, dünkü gibi bir kere daha elini kulağına atıp Kul Yusuf’tan bir türküyü söylemeye başlamıştı

 

DOYDUM

Ey sevgili senin hoş sohbetine
Ne bu alem doydu nede ben doydum
Yüreğinden gelen temiz sevgine
Ne bu alem doydu nede ben doydum

İnsan oğlu bir çul almaz yanına
Çıplak geldi çıplak gider yoluna
Senin şu tertemiz insanlığına
Ne bu alem doydu nede ben doydum

Hilal kaşlarına kara gözüne
Dilinden dökülen tatlı sözüne
Allahın verdiği nurlu yüzüne
Ne bu alem doydu nede ben doydum

Çirtik vurma Yusuf gibi şaşkına
Kara gözlüm seni seven düşküne
Allah bir Muhammet Ali aşkına
Ne bu alem doydu nede ben doydum.

 

 

Mehmet ağa türküyü söylerken, sanki Arzu hanımın gözlerinin içi gülüyordu. Nihayetinde kendini onure edip yüceltiyordu Mehmet ağa. Türküyü söyleyip bitirdikten sonra, beni onure ettiğin için, sana çok, çok teşekkür ederim sevdiğim, seninle birlikte olduğum için Allah’ıma bin kere şükrediyorum. İyi ki seni tanımışım, iyi ki seninle sevgili olmuşum. İnşallah bir ömür birlikte olur, birlikte yaşar, birlikte kocarız “dedikten sonra, yine sevdiği adama uzanarak dudak dudağa gelmişlerdi. Bu sıcak temas her zaman Mehmet ağayı mutlu ettiği gibi, Arzu hanımı da seksi yönden kamçılıyor, bir an önce masadan kalkıp üst kata çıkmayı ve bir an önce yatağa girerek arzu ettiği emellerine kavuşmayı istiyordu. Ama masadan kalkmadan önce, kendini onure eden sevdiğini, kendide onure etmek adına “Kul Yusuf’tan” şu türküyü söylemeye başlamıştı.

 

BİRİ SEN BİRİ BEN OLAM

Gel seninle bir fotoğraf yapalım
Kaşının biri sen biri ben olam
Kirpiklere kara kalem katalım
Kirpiğin biri sen biri ben olam

Kıtadan kıtaya olmaz mı geçit
Şan şeref sahibi ey ulu mecit
Dünyayı içine alacak bir çift
Gözünün biri sen biri ben olam

Şişman kısa boylu olmasın badı
Bütün kahinatta duyulsun adı
Ay parçası gibi olsun her yanı
Yanağın biri sen biri ben olam

Ey sevgili sensiz olmayı nidem
Olacaksa olsun ikimiz birden
El açıp mevlaya dualar eden
Elinin biri sen biri ben olam

Kul Yusuf der ulu hakkı analım
Gönülleri bir edip bağlayalım
Gel sevgili iki yürek yapalım
Kalbinin biri sen biri ben olam.

 

 

Diye türküsünü bitirdikten sonra, bu seferde Mehmet ağa sevdiğinin başını iki elinin arasına alıp, kız ben senin için ölürüm ölür. “diyerek başını uzatıp dudaklarını, Arzu hanımın dudaklarıyla birleştirmişti. Bu ateşli öpüşmeler Arzu hanımı iyice kamçılayıp ateşlendirmiş, bir an önce üst kata çıkmayı istiyordu. Ama henüz rakıları bitmediği için, daha zamanı vardı ve sabırla bekliyordu o anı.

 

Aradan bir saat kadar zaman geçtikten sonra, masada ne yiyecek yemekleri nede içecek rakıları kalmış, ney var ney yok hepsini silip süpürmüşler, kafaları da dünkü gibi güzelleşmişti. Birbirlerinin gözlerine baktıklarında, sanki hadi kalk gidelim “der gibi halleri vardı. Mehmet ağa ayağa kalktığında, Arzu hanımda kalkmıştı. Arzu hanımın ayağa kalkmasıyla birlikte, Mehmet ağada hemen sevdiğinin elini eline alarak merdivene doğru yürümeye başlamışlardı. Ama Arzu hanımın sanki bir acele işi varmış gibi merdivenleri iki, iki çıkıyordu. Merdivenleri başa çıktıklarında Mehmet ağa, Arzu hanımı yine kolları arasına alarak, odalarına kucağında götürüp yatağın üzerine yavaşça bırakmış olmasıyla birlikte Arzu hanım, Mehmet ağanın boynuna sarılarak kendine doğru çekip, dudak dudağa gelmişlerdi. Dünkü gibi bir kere daha ateşli bir şekilde birbirlerini, eşeğin karpuz kabuğu kemirdiği gibi, kemirmeye başlamışlar, sevişmeleri bir müddet sürdükten sonra, her ikisi de yatağa girip, Arzu hanım bir inilti içinde, Mehmet ağa da azgın bir boğanın hiddetlenişi gibi, üstüne abanarak, arzu ettikleri emellerine ulaşmışlardı. Arzu hanım yakın arkadaşı Zehra ya bütün hayat hikayesini bir gün önce anlatarak, bu çocukların babasıyla evlendiğimde hep rezil bir hayat yaşadım. Birini bulduysam diğerini bulamadım. Ben hep böyle dul da kalacak değilim. Bir gün birileri karşıma çıkıp benimle evlenecek. Benimle evlenecek olan o kişinin durumu vaziyeti gör nasıl? Malı mülkü, oturacak evi barkı var mı acaba? Malı mülkü, evi barkı yok’sa, ben yine sefilleri oynayacağım. Onun ötesinde benimle evlenecek kişi bana ana “deyip te benimle yatmayacak mı yani? Ben anası olmadığıma göre, gözümün yaşına bakmayıp tabi ki yatacak. Şimdi düşünüyorumda ben niye öyle birileriyle hayatımı birleştirip rezil rüsva olayım. İşte karşıma çıktı. Belki de Allah onu karşıma çıkardı. Elin koynunda yatıp ta rezil bir kadın olacağıma, bunun koynunda yatıp hanım ağa olurum. İsterse bir yerine beş kere yatsın benimle. Bu canım Mehmet ağama kurban olsun “diye film şeridi gibi aklından geçirip hem dişiliğini ve hem de en ateşli seksiliğini en güzel biçimde sergiliyordu. Yaptıkları işlerin tadını alarak muhteşem bir şekilde tamamlamışlar, ama yine kanter içinde nefes nefese kalarak her biri bir kenara düşüp uzanmışlardı. Bir müddet öyle uzanmış vaziyette kaldıktan sonra, yine teker, teker banyoya gidip duşlarını alan elbiselerini giyinip kimi saçını tarıyor kimide makyajını yapıyordu.

Arzu hanım ile Mehmet ağanın keyfine diyecek yoktu. Hatta Mehmet ağa ile Arzu hanımın daha iki gündür birlikte olmalarına rağmen, o iki günün verdiği mutluluk her ikisinin de gözlerinden okunuyordu. Mutlulukları gözlerinden nasıl okunmasın ki, iki günde dünyalar kadar yol katetmişler, yiyip içmelerinin dışında, yıllardan beri bedenlerinin arzulayıp ta yapamadıklarını, bu iki günde doyasıya yapmışlardı. Tabi ki her ikisinin de mutluluk haklarıydı. Hayli bir vakit geçmiş, gün akşam olmaya yüz tutmuş olmasına rağmen hala balıkçı lokantasının üst katında, gitmeleri için hazırlıklarını yapıyorlardı. Her ikisi de hazırlandıktan sonra, el ele tutuşup merdivenlerden aşağıya inerlerken, lokanta sahibini çağırıp bir miktar para uzatarak, bu paranın bir kısmını çocuklara dağıt, diğeri de senindir. Tekrar görüşmek dileğiyle hoşça kalın “deyip lokantadan çıkarlarken garsonlarda güle, güle Mehmet ağam, güle, güle “diye uğurluyorlardı. Gördüğü bu izzet ve iltifattan oldukça memnun kalan, Arzu hanım’ın Mehmet ağa ya daha sıkıca sarılıp, sanki de bedenini bedenine karasakızla yapıştırmak isteyip, bir dakika bile hiç ayrı kalmak istemiyordu. Yatağın verdiği o sıcaklığın tadıyla, zevkiyle taksilerine binip yolarına devam etmişlerdi. Yolda giderlerken birbirlerine bir ömür boyu bağlı kalacaklarını, birbirlerini hep seveceklerini, hatta Mehmet ağa, Arzu hanıma bundan sonra, benim hanım ağam sen olacaksın “dediğinde, Arzu hanım da, hemen hanım ağalığı benimseyerek, bu hanım ağa senin yoluna kurban olsun Mehmet ağam “kurban. “deyip eliyle ağasının bazı yerlerini sevip okşadığı, hatta ağzını uzatarak öptüğü de oluyordu. Böyle güzel sözler söyleyip, birbirlerine sevgilerini gösterirlerken hiç farkında olmadan birde baktılar ki, Arzu hanımı bırakacağı evin önüne gelmişlerdi. Kapının önünde taksinin durduğunu fark eden Zehra perdenin kıyısından dışarıya bakarak onları seyretmeye başlamış, onlar ise daha inmeden tekrar dudak dudağa gelip öpüşüyorlardı. Bu öpüşmeleri gören Zehra’nın canı çekip, içi geçse de, kız helal olsun sana bu yollar Arzu “deyip tekrar kenara çekilmişti. Arzu hanım ise sevdiği adamla helalleşip ayrıldıktan birkaç dakika sonra, evine girdiğinde mutluluğu, keyfi, neşesi yüzünden okunuyordu. Arkadaşının mutlu olduğunu gören Zehra ise, o’na, Allah’tan dileğim her zaman böyle mutlu olursun canım arkadaşım “diyerek sarılıp öperken, o da Zehra’yı öpüyordu. Daha sonra çocuklarına sarılıp öpen Arzu hanım. Zehra ya ve çocuklarına, hadi çabucak hazırlanın canlarım. Çarçabuk hazırlanın da dışarıya çıkıp sizlerle bir güzelce yemek yiyelim “diye bir hareketlik içinde, bir keyif ile hazırlanıp çarşıya çıkmışlardı. Orası senin burası benim “diye epey gezip dolaştıktan sonra, bir lokantaya girip yemeklerini bir keyif ile yerlerken,

 

Zehra, Arzu hanıma şık ve zarifsin. Bu şıklığın ve zarifliğin senin güzelliğini bir kat daha ortaya çıkarıyor. Senin gibi böyle bir güzele Mehmet ağanın nasıl gönlü düşmesin ki. Senin şu güzelliğine benim bile gönlüm düşmeye başladı vallahi “diyerek, bu espriye her ikisi de gülüşmeye başlamışlardı. Mehmet ağa sevdiği kadını evinin önüne bıraktıktan sonra, kamyon garajına giderek, yarın ki güne bizim oraya beş kamyon gönderin “diye tembihleyip, daha da başka yerlerde eğleşmeden sürüp gitmişti Naçarlı köyüne. Düğünden sonra, misafirlerini alıp götüren ağa iki gündür çiftlikte olmadığı için, Teslime kadının içine bir kurt düşmüş, benim bilmediğim ortada gizli bir dolap mı dönüyor, yoksa gizli bir şeyler mi var acaba? Diyerek, içinden ala vere, ala vere düşünüp dururken konağın büyük dış kapısı açılarak biraz evvelki düşündüğü ağasının taksisi konaktan içeriye giriyordu. Yine aklına “iti an çomağı eline al” diye böyle bir laf gelmiş, Ama mırıldanarak söylemeyi bırak, hemen aklından bu düşüncesini siliverip atmıştı bile, kendi kendine çok şükür iki günde anca gelebildi. Bu gidişle herhalde hem beni hem de çocuklarımızı unutacağa benziyor “diye düşüne, düşüne yüreğini tüketiyordu. Ama öte taraftan Mehmet ağa bir keyifle, Teslimem, canım sevdiğim, evimin direği, gözümün nuru, güzel karım iki gündür seni görmeyince, vallahide billahide sana çok özledim. Senden ayrı kalmaya hiç dayanamıyorum “diyerek odaya girdiğinde, eşine sarılıp öperken, Teslimenin biraz evvelki düşündüğü korkulu rüyası uçup gitmiş, sanki her yer cennete dönüşmüş, güllük gülistanlık olmuştu. Teslime hem çocuklarını, hem de kocasını canından çok seven, evine bağlı yiğit bir kadındı. Ne yapsın ki yani? Aklına getirdiği her kötü düşüncesi için, evinin direği olan Mehmet ağaya karşı tavır mı takınsın. Elbette tavır takınamazdı. Tabiî ki kadınlar yüce bir anadır, evine bağlı birer eştir, tabi ki kadınlar topraktır, yükün bütün ağırlığına göğüs gerip sırtında taşırlar. Teslime kadında işte bunu yapmaya çalışıyordu. Mehmet ağanın göstermiş olduğu sıcak ilgisine karşılık vermek için, kendiside ağasının boynuna sarılarak öpmeye başlamış ve hatta Mehmet’im benim, ağam benim, senin evden bir dakika bile uzak kalmana dayanamıyor, seni hemen özlüyorum. Senden ricam, nereye gidersen git, ama gittiğin yerlerde kalma, gittiğin günü geri gel eve. Senden ayrı kalmaya hiç, ama hiç dayanamıyorum. “diye hem öpüyor hem de kendi içinden geçenleri söylemeye çalışıyordu. Mehmet ağada duyduğu bu acıtasyonlu sözlere karşı kayıtsız kalmayarak Teslime yi daha iyice bağrına basıp hem kokluyor hem de öpüyordu. Daha sonra Mehmet ağa, elci Hasanı yanına çağırtıp iki günlük faaliyet raporunu almış, yarın ki güne buğday ve arpa ambarından birkaç kamyon arpayla buğdayı yükletip Adana ya göndermesini istiyordu. Kendi de çiftliğe gelmeden önce her zaman ki çağırdığı kamyonculara haber ettiğini, yarın ki güne kamyonların geleceğini söyleyip, kamyonlar geldiğinde de, sıkışmamak için, işçileri şimdiden ayarlamasını tembihliyordu.

 

Bu konuşmalar bittikten sonra, ağa elcisine, sizlerin hali vakti durumu nasıl? Düğünden sonra, ben ve Mümtaz bey buradan hemen ayrılıp gitmiştik. Tabi, adamın koca fabrikası var, gitmesi de gerekiyordu. Gerçi fabrikada ustabaşı sı var, ama her ne kadar ustabaşı olsa da, mal sahibinin malının başında bulunması daha başka oluyor galiba? Ancak, bu konu seninle benim için geçerli değil. Çünkü ben senin kadar işlerin ehli değilim. Sen benden daha iyi idare ediyor ve biliyorsun çiftlik işlerini. “diye konuşmalarının sonunu da tatlıya bağlıyordu. Ertesi günü kamyonlar peş peşe köye girdiklerinde, kahvede oturan köylüler, ulan, bu Mehmet ağada ne kadar çok mal varmış ki? Hem geçmiş yıllarda hem de bu yıl Adana’nın kamyonları çekmeyle bitiremediler. Daha geçen günü kaç kamyon pamuk götürdüler. Şimdi de aha beş kamyon geldi. Gör ney yükletip götürecek, yoksa bu kamyonlar boşuna mı geldi, ta oradan buraya “deyip kahvede bulunanların çoğu, yani biri diğerine hem Mehmet ağayı hem de Mehmet ağanın malının mülkünün çokluğundan bahsediyorlardı. Hani bir atasözü var ya, “Zenginin malı züğürt’ün çenesini yorar” işte aynen öyleydi yani. Kahvedekiler avare olduklarından dolayı, elin malıyla mülküyle “leyleğin hesabı, günleri laklak ile geçiyor. Elci Hasan Mehmet ağaya, ağam bir kişi daha olsaydı işimiz biraz daha rahatlayacaktı, ya pamuk tarlasına gidip işçinin birini alıp geleceğim yada kahveden birini çağıracağız “diyordu. Pamuk toplayan işçilerden her hangi birinin gelmesine razı olmayan Mehmet ağa, hemen kahveye giderek, karşısında ilk gördüğü kişi olan, komşusuna Zeki, Zeki hadi kalk gidelim de biraz bize yardım eyle. Yardım eyle de biran önce şu kamyonları doldurup gönderelim. ”diye rica eder gibi söylüyordu.

Zeki de, yıllardır bu köyde komşuyuz, ama bana daha ilk defa işi düşen Mehmet ağaya “yok gelmiyorum. “Desem ayıp olur “diye düşünerek, tamam ağam hadi gidelim “deyip yumuşak bir dille yardım etmek istediğini söyleyince, Mehmet ağada çok memnun olmuştu Zekinin saygılı ve yumuşak başlı oluşuna, buğday ambarı konağa yakın bir yerde olduğu için, Mehmet ağa spor maksadıyla yürümeyi daha uygun görmüştü. Her ikisi de birlikte kahveden çıkıp buğday ambarlarına doğru yürüyerek giderlerken. Ağa, Zekiye nasihat edercesine, bak Zeki gardaşım hepimiz aha bu köylüyüz, hiç birimizin bir diğerinden üstünlüğü yoktur. Ben insan olarak neysem, sende, o da, öbürüde aynı yani. Belki birinin diğerinden biraz fazla malı vardır, ama hepimizde aynı geminin içindeyiz. İşte bu sebepten dolayı benim senden bir isteğim ya da şöyle söyleyeyim, bir ricam var. Sen sabahtan akşama kadar kahvede al kız, ver papaz “diye kağıt oynayacağına, gidip bir işte çalışsan iyi olmaz mı? Çalışan insanın hem evinde hem de bütün insanların yanında değeri, kıymeti her zaman çok olur. Eğer ki iş bulamıyorum “dersen, gel bizim elcinin yanına o sana göre bir iş ayarlasın. Sende iyi kötü çalışır, kahve köşelerinde pineklemekten kurtulursun. En azından elin dilinden kurtulmuş olursun. “diyor ve devam ederek, ula cebinde paran pulun yoksa eğer, gel benim yanıma, derdini tasanı anlat. Ben vicdansız, merhametsiz biri değil, sizler gibi bir insanım. Yoksulun halinden, derdinden anlayan biriyim. “diye nasihat ediyordu, ama bu nasihatten her ne kadarını alacak, tabi onu da zaman gösterecekti. Böyle konuşa, konuşa buğday ambarlarına gelmişler, diğer işçilerde daha yeni başlamışlardı çalışmaya.

 

Zeki’de çalışan işçilerin arasına katılıp çalışmaya başlamıştı. Mehmet ağa elcisini yanına çağırarak arada bir bu Zekiyi işe çağır da iyi kötü çalışsın. Çalışsın ki çalışmaya alışa, yoksa bu dürzü adam, hep böyle avare gezecek, köyün insanları da bununla hep matrah geçip duracaklar. Yazık, buna yazık olduğu gibi, bundan fazla hanımına yazık. Dürüst, terbiyeli, evine bağlı bir kadın. O öyle dürüst, terbiyeli, evine bağlı bir kadın olmasaydı, bunun gibi bir sünepenin hiç kahrını çekermiydi? Şimdiye çoktan başından defederdi bunu. Eğer ki o kadın gidip te pamuk tarlalarında çalışmasaydı ne yapacaklardı. İki baş küfletler, ama geçim sıkıntısı çekmekteler, ya bir iki tane de çocukları olsaydı ne yapacaklardı. İşte bunları düşündüğüm için, arada bir iki kere bunu işe çağır da çalışsın hiç bari. Nede olsa aynı köylüyüz. Hem aynı köylüyüz hem de şurada kapı komşuyuz “deyip elcisini tembihliyor, arada birde Zekiye bakarak çalışmasını izliyordu. Mehmet ağa buğday dolan kamyonları hiç bekletmeden hemen gönderiyor, siloya vardığınızda, gidip falanca adamı görün. O arkadaş size yardımcı olacaktır “diye şoförleri de tembihliyordu. Tarlalardan kaldırılan hasatların ister çırçır fabrikalarına, isterse silolara, nereye giderse gitsin, oralarda Mehmet ağanın işlerini takip edecek mutlaka birer adamı vardı. Zaten köye gelmeden önce buğday ve arpa silolarına gidip orada ki arkadaşlarına yarın ya da öbürsü gün birkaç kamyon buğdayla arpa göndereceğini tembihlediği için, içi rahat, beli berkti. İkindi vakti olmuştu, ama hem güneşin sarı sıcağından hem de içerde çalıştıklarından dolayı buğday ile arpanın tozları yüzlerine yapışa, yapışa sanki de çamurdan birer adam olmuşlardı. Eğer ki sırtlarındaki elbiseleri olmasa, yüzlerinden tanınmayacak haldelerdi. Nihayetinde ikindi vakti olduğunda beş kamyonun beşini de yüklenip gönderilmişti. Ama çalışanlarda iyi yorulmuşlardı. Mehmet ağa çalışan işçilere, arkadaşlar elinize kolunuza sağlık olsun. Çok güzel canla başla çalıştınız. Şimdi gidip bir güzelce duşunuzu alın, üstünüzü başınızı giyinin, ondan sonra, doğruca buraya gelin. Ha gelirken yalnız gelmeyin eşinizi de çocuklarınızı da alıp birlikte gelin. Bu gün hepiniz benim misafirimsiniz “diye tembihleyip, elcisine de bu arkadaşların hemen paralarını ver ki yorgunlukları çıka, çalışanlara da dönerek, çalışan bir kişi işini bitirdiğinde parasını aldı mı, işte o zaman bütün yorgunluğu çıkarmış. Parasını alamadığı zaman da, bir kere o yorulmuş hali var ya, on kere yorulmuşa bedel olur. İşte bu sebepten dolayı, çalışanın hakkını hemen verdiririm ki, o kişinin yüzü gülsün, içi rahat etsin “diyor ve paranızı alın, akşama da hep birlikte buraya gelin “diye tembihliyordu.

 

Elci Hasan’dan parasını alan işçiler, Mehmet ağaya teşekkür ederek, bir keyif ile evlerinin yolunu tutmuşlar, güle oynaya gidiyorlardı. Evlerine varan işçileri gören kadınları, şaşkın bir vaziyette ula bu halın ne senin, sana n’oldu ki böyle? Sanki toza toprağa belenmişte gelmiş gibisin. Oralarda daha başka toz toprak yokmuydu ki iyice toza toprağa belenesin. “diye şaşkınlığını dile getirirken, sözlerine devam ederek, Çamaşır yıkamak için ocağa kazanla su koymuştum. Hadi ahıra gidip soyunda seni teşde sokup bir güzel çimdireyim bari. Hadi çabuk, çabuk ahıra gidip te soyun “diye eşini banyo yaptırması için, ahıra gönderiyordu. Eski zamanlar evlerde henüz banyo falan olmadığı gibi, kimselerin görmemesi için, gözlerden uzak, ahır gibi kuytu yerlerde banyo yapıyorlardı. Banyosunu yapan erkekler, kadınlarına bu akşam yemek falan yapmayın. Akşama Mehmet ağaların misafiriyiz. Kamyonlara buğday yükleyen bütün arkadaşlarımıza, akşamleyin kadınlarınızla çocuklarınızı alıp bize gelin. Bize gelinde akşam yemeğini hep birlikte yiyelim “diye bizleri tembihledi. Şimdi gitmesek bizden için, gelmediler diye bir sürü laf ederler, hem de çok ayıp olur. Hadi, hadi sizde çabuk hazırlanın da yavaş, yavaş gidelim. Zaten akşama da bir şey kalmadı. “diye kadınına bir an önce hazırlanmasını söylüyordu. Nihayetinde, kamyonlara buğday yükleyen işçilerin tümü, ailece, konağa gelmişler, mutfağın yemekhanesinde masalara dizilmiş olan bol çeşitli yemekleri yemek için, düzenli bir şekilde oturmuşlar, onlarla birlikte Mehmet ağayla Teslime kadın da yerlerini alarak, güzel bir iştahla yemeklerini yemeye başlamışlardı.

Mehmet ağanın gayesi yemek, yemek değildi. Onun gayesi o insanlarla bir arada olarak, onlara güzel bir akşam yaşatmaktı. Ve düşündüğü gibi, öyle de yaptı. Ağa yemek yermiş gibi yaparak, hele de çocukların iştahlı bir şekilde yemek yediklerini seyrederken, kendi kendine ula oğlum Mehmet ağa, aha bu çocukların yerinde senin çocuklarında olabilirdi. Allah’tan, babadan kalma tarlan tumtun varda, paraya pula, para demiyorsun. Yediğin önün de, yemediğin de arkanda. Sen her sene tarlalarından çeşit, çeşit mahsul kaldırıyor deste, deste paraları bankaya koyuyorsun. Onun haricinde beslediğin sığırlardan olsun, keçilerden, koyunlardan olsun, onların yağından, sütünden, hatta yavrularından olsun yine deste, deste para kazanıyor, yediğini yiyor, yemediğini bankaya koyuyorsun. Az yedin ya da çok yedin diye kimse senden hesap ta sormuyor. Ula oğlum bari aha bu çocukları bayramlarda, yani Ramazan ve Kurban bayramlarında giydirip kuşandır ki, güle oynaya sevineler. Oruçlarda, yani Ramazan ve Muharrem ayı oruçlarında erzaklarını alıp evlerine gönder ki, onların karınları doya, sende sadakanı vermiş olasın. İhtiyacı olanlara sadakasını verenler Allah tarafından mükafatlandırılıp defterlerine iyi ecirleri yazılır. Ama sen bunların hiç birini yapmazsan, senin defterine de bu kişi Allah’ın hayırsız kulu “diye yazılır. İşte o zaman ne malın mülkün, nede bankadaki paran seni cehennem zebanilerinin elinden kurtaramaz. En iyisi anan baban hayrına olsun, senin ve çocuklarının ve eşinin başı gözü sadakası için olsun, hele de Allah rızası için olsun malının mülkünün ve paranın sadakasını köyündeki aha bu çocuklara ver. Aha bu çocuklara ver ki, Allah ta sana vere? “diye bazen ellere nasihat verdiği gibi, şimdi de kendi kendine nasihat veriyordu.

 

Böyle düşüne, düşüne gözleri dolmuş olmalı ki, ağladığını görmesinler diye, masadan kalkarak biraz uzaklaşır. Daha sonra tekrar geldiğinde herkes yemeklerini yemişler, konağın aşçılarıda masayı temizliyorlardı. Ağanın evi olunca misafir gelenler daha saygılı olmaya çalışıyordu, ama ya çocuklar? Adı üstünde onlar çocuklar. Yerlerinde dur durak bilmiyorlardı. Ama daha sonra, yorulmuş olacaklar ki bir köşeye çekilmişler birbirleriyle el oyunları oynuyorlardı. Çocukların oynadıklarını gören Mehmet ağa büyükleri bırakarak, o da çocuklarla hem konuşup hem de oyunlara iştirak ediyordu. Teslime kadın, Mehmet ağanın her ne kadar çocukları çok sevdiğini bilse de, çocukların anneleriyle babaları, ağanın çocuklarla yakından ilgilenmesine hem şaşırmışlar hem de seviniyorlardı. Çocukların her biri aşağı yukarı on ila on iki yaşlarında olduğu için, Mehmet ağa çocuklara, çocuklar içinizde bisiklet sürmesini bileniniz var mı “diye sorduğunda? Çocuklarda bizim bisikletimiz yok ki sürmesini bilek “diye yanıtlıyorlardı. Bunun üzerine ağa, çocuklar şimdi burada kaç kişisiniz? Ağanın kendisi bir, iki, üç, dört, beş kişisiniz diye saydıktan sonra, yarın her birinize birer bisiklet alacağım ve sizde bisiklet sürmeyi öğreneceksiniz. Ayrıyeten okul için, önlüğü, defteri, kalemi, çantası olmayanlar, neyiniz eksik, noksana şimdi, aha burada bir kağıda not edip bana verin. Yarın o eksik noksan olanları da aldırayım “tamam mı çocuklar dedikten sonra, hadi size kolay gelsin, deyip çocukların yanından ayrılarak, tekrar misafirlerinin yanına gelip, komşular kusuruma kalmayın lütfen. Ben biraz çocuklara düşkünümde o sebepten çocuklarla biraz ilgilendim “diyor ve kendisine uzatılan kahvesini almış yudumluyordu. Konağın aşçıları, konağa kimler gelirse gelsinler, ayırım yapmaksızın herkese eşit şekilde hizmet ediyorlardı. Bu Mehmet ağanın olmazsa olmazlarından biri olduğu gibi, aşçılarını da sıkı sıkıya tembihlemişti. Misafirlerin içinde Zekiye gelinin sıkılganlığı, çekingenliği üzerinde olmasına rağmen, Mehmet ağaya, Allah sizden razı ve hoşnut olsun ağam. Evet, bizler çalışarak emeğimizin, alın terimizin karşılığını alıyoruz, ama yinede sizlerin sayesinde çalışarak paramızı kazanıp evlerimizin eksiğini noksanını tamamlıyoruz. Temsil getirmekte kusur, hata olmaz, ama aha gürleye, gürleye kış ayları geliyor. Kış boyu bir kimse işe gitmeyip, herkes evinde tembel, tembel yatacaklar. Evde yan gelip yatmak için, o eve en azından yakacak odunla, yiyecek ekmek lazım. Ancak ki çiftliğin işlerinde çalışanların hepsi iyi kötü kış aylarında yakacaklarını da, yiyeceklerini de şimdiden tedarik ettiler “işte bu sebepten dolayı Mehmet ağadan da Teslime ablamızdan da Allah razı ve hoşnut olsun “diyorum deyip sözünü bitirdiğinde, Teslime kadın Zekiye geline bakarak Allah sizlerden de razı ve hoşnut olsun gızım.

Sizlerin sayesinde o kadar işler dönüyor, sizler olmasanız o işler nasıl görülür “diye birbirlerine iltifatlar yağdırıyorlardı.

 

Misafirler daha kahvelerini içmeden, çocukların her birinin ellerinde birer kağıtla Mehmet ağanın yanına gelip uzatarak, ağam eksik noksanlarımızı aha bu kağıtlara yazdık “diyorlardı. Çocuklar isteklerini yazdıkları kağıtları ağalarına uzattığında, anneleri olsun, babaları olsun çocuklar bu yaptığınız çok ayıp. Hem de ağamızı rahatsız etmek hiç yakışıyor mu sizlere “diye ayıplayıp, utandırmaya çalışıyorlardı, ama çocukların hiç birinin aldırmadığı gibi, ağada çocukların yaptıklarına karşı çıkanlara, lütfen sizler bu işe karışmayın. Bu mesele çocuklarla benim aramdaki bir mesele “diye çocukları kayırıp, onları susturmaya çalışıyordu. Nihayetinde, gecenin bir vakti olmuş, çocukların bazıları da oturdukları yerde uyumaya başlamışlardı. Her ne kadar büyüklerin gelmiş geçmişlerden sözleri sohbetleri tükenmesede, çocukların uyuduklarını gördüklerinden olacak ki, artık kalkıp gitme zamanın geldiğini düşünerek, uyuyan çocukların her birini babaları kucağına alıp yollanırken, ağam hem size hem de Teslime ablaya, bizleri misafir olarak evinize kabul ettiğiniz için, çok, çok teşekkür ederiz. Sağ olun var olun efendim. “deyip merdivenlerden aşağıya inerlerken hem ağa hem de Teslime kadın, bizlere misafir olarak geldiğiniz için, asıl bizler sizlere teşekkür ederiz. Sizler de çok sağ olun var olun, iyi ki sizler gibi, köylülerimiz,  komşularımız var “diye misafirlerini yolcu ediyorlardı. Elci Hasan dış kapıya kadar misafirleri uğurladıktan sonra, o da, evde yolunu bekleyen Elmasına kavuşmak için, bir aceleyle evine gidiyordu. Ertesi günü Mehmet ağa sabah erkenden kalkıp Teslime kadınla kahvaltısını yaptıktan sonra, eşinin de yanaklarından öperek Adana ya gitmek için evden ayrılır. Aradan bir saat geçmişti ki Toprak Mahsulleri Ofisine gelip, adına kesilmiş olan çeklerini muhasebeden aldıktan sonra, oradan çıkıp doğru mütehahitin yazıhanesine giderek, inşaat işlerinin ne durumda olduğunu öğrenmeye çalışıyordu.

 

 Mütehahitten aldığı haberlerin olumlu olmasına sevindiği gibi, işlerin daha çabuk yürümesi için, Toprak Mahsullerinden aldığı çeklerin bir kısmını ciro ederek mütehahite vermişti. Ağa çayını, kahvesini içtikten sonra, mütehahite, benim biraz işlerim var. Şimdilik Allahaısmarladık, hoşça kal “deyip oradan ayrılarak doğruca çırçır fabrikasına Mümtaz beyin yanına gider. Birkaç gündür görüşmeyen bu iki sıkı fıkı arkadaşlar, birbirlerini görünce, boyun kucak sarılıp öpüşerek hasretlerini giderip yerlerine otururlar. Mümtaz bey hemen çaycıya seslenerek, misafirine kahve getirmelerini ister. Birkaç dakika içinde kahveleri gelmişti, ama kahveyi getiren işçi de, bir önceki çalışan Arzu hanım gibi, güzel mi güzeldi. Kahveleri getiren işçi odadan çıktıktan sonra, Mehmet ağa dayanamayıp sorar? Yahu kardeşim senin buraya hep güzeller mi çalışmaya geliyor? Yukarda Allah var, bu bayanda çok güzelmiş vallahi “diye espri yapınca, Mümtaz bey de evet, bu işçimizde güzel bir hanım, ama bunu kendime saklıyorum. İnşallah bir gün benim olur “diye ikisi de kahkahayla gülmeye başlamışlardı. Kahvelerini içerlerken Mehmet ağa Mümtaz beye, ben şu beyaz eşyası satan mağazaya, oradan da kırtasiyeciye gideceğim “deyip sözlerine devam eden ağa, dün kamyonlara arpa buğday yükleyen işçileri ailece eve davet edip bir akşam yemeği verdim. Misafirler yemeklerini yerlerken, bende çocuklarla biraz sohbet eyleyip, çocuklar bisiklet sürmesini biliyormusunuz “diye sorduğumda, bana öyle güzel bir cevap verdiler ki? Onların verdikleri cevap karşısında şaşırıp kaldım. Bana ne dediler biliyormusun? Ağam bizim bisikletimiz mi var ki sürmesini bilelim “dediklerinde, çocukların karşısında öyle utandım, öyle utandım ki. Utancımı belli etmemekle beraber, çocuklara çocuklar size söz veriyorum, yarın her birinize birer bisiklet alacağım, onun haricinde okulda neyiniz eksikse, onu da bir kağıda yazıp bana verin ki yarın onları da alayım “dedim. Daha on dakika geçmeden çocukların ellerinde birer kağıtla yanıma geldiler. Ağam okul için eksik olanlarımız aha bu kağıtlarda yazılı “diyerek kağıtları bana verdiklerinde, sanki bisikletleriyle okul ihtiyaçları alınmış gibi, keyifleniyorlardı. Ben şimdi işte bu çocuklara söz verdiklerimi almaya gideceğim. Hatta kırtasiye sahibine bizim köye gidip okulda birinci sınıftan tut ta beşinci sınıfa kadar bütün öğrencilerin neye ihtiyaçları varsa hepsini teker, teker not edip alıp götür “diye talimat vereceğim “deyip çocuklara söz verdiklerini almak için, çırçır fabrikasından ayrılmıştı. Mehmet ağa işlerinin düzenli gitmesi için, sert görünümlü görülse de, vicdanlı merhametli yumuşak başlı, güzel huylu ve cesur bir yüreği vardı.

 

Çocuklara söz verdiklerini mutlaka alacaktı. Hep dün akşam ki o çocukların sevimli ve mahzun halleri vardı aklında. Onları düşüne, düşüne mağazaya geldiğinde, ilk işi mağaza önündeki bisikletlere bakmak oldu. Ağa bisikletlere bakarken, mağaza sahibi dışarıda bisikletlere bakan ağayı görünce hemen koşarak yanına gelip, hoş geldiniz ağam, şöyle içeriye buyurunuz. Siz ney arzu ederseniz çocuklar yerine getirsinler. “diyerek İçeriye buyur ediyordu, ama ağa bisikletin birini göstererek, aha bu bisikletten beş tane bisikleti alıp bizim konağa götürün “diye söyleyince, mağaza sahibi baş üstüne ağam, baş üstüne. Derhal gönderirim “diyor, yanında çalışan bir işçiyi de çağırarak, oğlum aha bu bisikletten beş tanesini pikaba yükleyip ağanın çiftlikteki konağına acele tarafından götürün “diyordu. İşçi de, tamam efendim, hemen şimdi yükleyip götürürüm. “diye emir tekrarı yaptıktan sonra, mağaza sahibi, ağam de hadi içeriye buyurun da bir fincan kahvemizi için “diye rica ederek mağazaya buyur ederken, ağada bisiklet işi tamam olduğuna göre, şimdi hem bir fincan kahvenizi içeyim, hem de paranızı ödeyeyim “diyerek mağazaya girmişti. Ağa kahvesini içerken mağaza sahibine vereceği parayı ödedikten sonra, oradan çıkıp doğruca kırtasiyeciye gider. Kırtasiyeciye okul ihtiyaç listesini verdikten sonra, ağa kırtasiyeciye, aha bunları hazırlayıp bizim konağa götürüp verin. Verdikten sonra, okula gidip, öğretmene benim seni gönderdiğimi söyle ve birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün öğrencilerin neyi eksikse hepsini not eyle ve geri buraya gelip o eksik noksanları alıp okula götürüp öğretmene ver. Ondan sonrada her kaç lira tuttuysa bana gelip paranı al “diyordu. Kırtasiyeci birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar her öğrenciye birer kalem versem” şu kadar para tutar. O öğrencilerin şimdi gör neleri eksiktir? Desene bu gidişle ağamdan epey para kazanacağım “diye keyfinden ayağı yere değmiyordu. Ağaya “tamam ağam “deyip yanında çalışan işçisine şu kağıtlardaki yazılı olanları çarçabuk hazırla, hazırladıktan sonra da, bana haber ver “diyerek buyur etmişti. Bir saat sonra, o işçi patronunun yanına gelerek, dediklerinizi paket eyleyip pikaba bıraktım efendim “deyip, kendine verilen görevi yerine getirdiğini ifade ediyordu.

 

Ağa çocukların okul ihtiyaçlarının tamam olduğunu duyunca, ee, o zaman ben kalkıp gideyim, sende kalkıp işine bak “diyerek ayağa kalkınca, ağayla birlikte kırtasiye sahibi de kalkmıştı. Gün öğleni geçmiş ikindi vakti olmuştu. Ama hala Mehmet ağa sabah ki kahvaltısıyla duruyordu. Kırtasiyeden çıkınca karnının acıktığı aklına gelmiş, ama yemeğe yalnız gitmemek için, gidip arzu hanımı da alayım da yine balıkçı lokantasına gidip hem karnımızı doyuralım hem de daire için mobilyaları beğendimi, beğenmedi mi? Onu sorayım, “diye taksisini sürüp gider arzu hanımın oturduğu eve doğru. Mehmet ağa işlerinden dolayı iki gündür çiftlikte olduğu için, ha geldi ha gelecek “diye Arzu hanımın gözleri yollarda kalmış, kendi kendine aradan koca iki gün geçti’de, niye gelmedi Mehmet ağam “diye, yine yola bakarken nihayetinde beklediği taksi gelip kapıya dayanmıştı. Acaba serap mı görüyorum ben “deyip gözlerine inanamayan Arzu hanım. Gözlerini ovuşturduktan sonra, bir daha baktığında çok şükür hem ağamız hem de para babamız geldi. Bu adamla ben birlikte oldukça, hiç yokluk çekmem herhalde. Arada birde birlikte olup gönlünü gördüm mü iş tamam demektir. E, o kadarda olacak yani! “diyerek, hemen koşar adım kapıya koşup, buyur Mehmet ağam, buyur gözümün nuru, buyur canım içi Mehmet im diyerek içeriye buyur ediyordu, ama Mehmet ağa da hemen söze girerek, bak güzel Arzum, ben daha öğlenlik yemedim. Hadi çabuk hazırlan da balıkçı lokantasına gidip birlikte şöyle güzelce bir yemek yiyelim “diyordu. Ama çocuklara bakması için, yine Zehra ya ihtiyaç duyulmuştu. Arzu hanım Mehmet ağaya, sen şöyle bir iki dakika otur’da, ben Zehra’yı çağırıp geleyim. Ondan sonrada çıkar gideriz canım “deyip ağasının dudağına bir’de öpücük kondurduktan sonra, aceleyle çıkıp Zehra’yı çağırmaya gitmişti. Aradan beş ya da on dakika geçtikten sonra, her ikisi birlikte gelmişler, Mehmet ağayla Zehra hanım ayak üstü hal hatır sorup sual ederken, Arzu hanım hemen iki dakikada hazırlanmış, ağaya, ben hazırım canım “deyip birlikte çıkıp gitmişlerdi. Onlar giderlerken Zehra da arkalarından mahzun, mahzun bakarak, benim bu çocuklara mukayyet olduğumun karşılığını verirler İnşallah “diye kendi kendine mırıldanıyordu. O öyle mırıldanırken taksi gözlerden kaybolup gitmişti bile…

 

Balıkçı lokantasının sahibi garsonlarına, aman çocuklar elinizi çabuk tutunda Mehmet ağanın masasını derli toplu eyleyin. Çünkü biraz sonra Mehmet ağa buraya gelecek “diye talimatlar veriyordu. Garsonlar ağanın geleceğini duyduklarında, her biri bir koldan koşuşturarak hem ağanın oturduğu masasını hem de bütün etrafı gözden geçirip, derlemiş toparlamışlar, bahşiş babamız ne zaman gelecek diye, gözleri yollarda beklemeye başlamışlardı. Nihayetinde lokantanın kapısı açıldığında hem Mehmet ağayı hem de Arzu hanımı karşılarında gören garsonların hepsi, askerlerin komutanlarına karşı esas duruşta durdukları gibi, esas duruşa geçerek hoş geldiniz ağam, hoş geldiniz hanımefendi “diyorlardı. Garsonlar müşterileri olmanın dışında özel bir misafirlerini karşılamanın heyecanını yaşıyorlardı. Mehmet ağa garsonların bu samimi karşılamalarını önemsiyor, ama önemsemezmiş gibi davranıyordu, yanındaki Arzu hanım ise sanki mehter marşıyla karşılanmış çocuklar gibi, çok keyif alıyordu. Mehmet ağanın yanında dünyalar güzeli Arzu hanım gibi, güzel bir bayan olunca, garsonlar daha bi özen göstermek adına, önlerine biri düşerek gidip masalarını gösteriyor, daha sonra da lokantanın sahibi, ağayla hanımefendinin yanına gelip siparişleri alıyordu. Lokanta sahibi ile Mehmet ağanın, müşteri ilişkileri ciddi bir şekilde ciddiliğini korurken, öte tarafta perdenin arka yüzü daha başkaydı. Buna rağmen çalışanlar ekmeklerinin hatırına gelen ağam, giden paşam “demeyi yeğlemişlerdi. Ağayla Arzu hanım her zaman ki gibi, kebaplarını yiyip, rakılarını içerlerken Mehmet ağa yine elini kulağına atıp Kul Yusuf’tan güzel bir türküyü söylemeye başlamıştı.

 

SENİ SEVMEK SUÇ MU BANA?

Ey sevdiğim gıyabında
Seni sevmek suç mu bana?
Bir kere şu hayatımda
Seni sevmek suç mu bana?

Saçlarını tel, tel örüp
Her birini ayrı sevip
Oy canım cananım deyip
Seni sevmek suç mu bana?

Sana gönül bağlayarak
Ne hayallere dalarak
Bende bir insan olarak
Seni sevmek suç mu bana?

Yetseydi dağlara gücüm
Salardım koyunla koçum
Olmaz olsun böyle suçum
Seni sevmek suç mu bana?

Gelip geçti bunca günler
Gelmedi giden ömürler
Kul Yusuf ardınca döner
Seni sevmek suç mu bana?

 

Diye türküsünü bitirdiğinde, güzelliği dillere destan olan sevdiği hanım bir kere daha hem para babası olup, hem de kendini bir bataklıktan çekip çıkaran ağasının dudaklarına uzanarak öperken, beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Bu Arzu kadın da senin yollarına kurban olsun, kurban Mehmet ağam. “diyordu. Belli ki Arzu hanım Mehmet ağadan önce kafayı bulmuş, ben senin yollarına ölürüm “ölür. “Mehmet ağam “diye sanki bayrak açmış ta, tellal gibi çığırıyordu. Ama bir anda iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamıştı. Bir müddet gözlerinden akıttıktan sonra, ağam, ben doğu illerinin birinden, Adana ya ekmek parası kazanmak için gelen Kürt asıllı olan bu vatanın bir yurttaşıyım. Ama bizler içimizdeki derdimizi bazen anlatarak anlatırız, bazen de şiirlerle anlatmaya çalışırız. Eğer müsaade edersen bende sana derdimizi, tasamızı türkülerle anlatacak bir türkü söylemek istiyorum “deyince, Mehmet ağa da tabi ki söyleyebilirsin. Söyleyeceğin türkü başım, gözüm üstüne “deyip Arzu hanımın söyleyeceği türküyü dinlemek istiyordu. Arzu hanım da yine Kul Yusuf’tan kendi hallerini dile getiren güzel bir türküyü söylemeye başlamıştı.

 

AĞIT YAKARLAR

Kürtlerin ağıdı meşhur diyorlar
Onlar ağladıkça ağıt yakarlar
Toprağa hesapsız can veriyorlar
Canları yandıkça ağıt yakarlar

Dağıtılmış yuvasından yerinden
Parça parça olmuş içi, derdinden
El ne bilir kürdün dertli halinden
Onlar ağladıkça ağıt yakarlar

Biter mi dünyanın sonsuz cefası
Sade zalimin mi Allah Hüdası
Bir değil beş değil ciğer yarası
Canları yandıkça ağıt yakarlar

Yere serilmesin halkın civanı
Hem gelini oğlu bütün insanı
Kimse görmez gözlerinden akanı
Onlar ağladıkça ağıt yakarlar

Çanakkale hepimize bir ayna
Ne ben sana nede bana sen kıyma
Kul Yusuf der Hasan Hüseyin Suna
Canları yandıkça ağıt yakarlar.

 

Arzu hanım türküsünü bitirdiğinde Mehmet ağa ayağa kalkarak hem alkışlıyor, hem de bravo Arzu hanım, bravo sana. Bu son zamana kadar duyduğum en içten ve samimi bir ağıt tı bu. Ağzına sağlık canım benim “deyip ağa da sevdiği kadının yanaklarından öpüyordu.

 

Yine yemekler yenilmiş, rakılar içilmiş, kafalar hoş olmuştu. Önceleri yemekten sonra, yukarıya çıkmak için, Mehmet ağa Arzu hanımın elinden tutarak götürüyordu. Ama bu sefer, Arzu hanım ağasının elinden tutarak hadi yukarıya çıkıp biraz da orada eğlenelim “diyor ve her ikisi de ayağa kalkarak merdivenlerden yukarıya doğru çıkıyorlardı. Aradan iki ya da üç saat geçmişti ki tekrar merdivenlerden aşağıya indiklerinde lokanta sahibinin hesabını ve garsonlarında bahşişlerini vererek çıkıp giderlerken, güle, güle efendim. Tekrar bekleriz efendim “diye yolcu ediyorlardı. Yolda giderlerken Arzu hanımın Mehmet ağaya, hayatım ben mobilya ve beyaz eşya mağazalarına gittim. Ama mağaza sahipleri cin gibi adamlar olduğu için, benim beğendiğim mobilyaları, bana caydırıp başka mobilya ile beyaz eşyalarını aldırdılar. Benim beğendiğim mobilyaların fiyatı, şimdi aldığımız mobilyaların fiyatından biraz daha ucuzdu. Ama onlar pahalı mobilyayı tavsiye edip aldırdılar. Umarım yanlış yapmamışımdır. Ancak ki, şimdiki aldığımız mobilyalar, benim beğendiklerimden kat be kat üstün yani. “diyordu. Fakat arada birde Mehmet ağaya bakarak, onun ne düşündüğünü çözmeye çalışıyordu. Mehmet ağa anasından doğduğunda bile ağa olarak doğmuştu. Ta ki bu yaşına kadar yaşamı içinde insanların hangi huyda, hangi karakterde, kim iyiyi ya da daha iyiyi seçeceğini bildiği için kendisi mağaza sahiplerini önceden tembihlemişti. Ama bundan Arzu hanımın hiç mi hiç haberi yoktu. Mobilyaların gelip gelmediğini yerinde görmeleri için, daireye gittiklerinde, mağaza sahipleri daireye eşyaları getirip her şeyi yerli yerince dizmişler, çıkıp giderlerken ağayla karşılaşmışlardı. Ağayla karşılaşınca tekrar hep birlikte daireye girip, neyi nereye yerleştirdiklerini gösterdiklerinde, hem ağa hem de Arzu hanım yapılan hizmetlerden dolayı ve mobilyaları kendilerinin seçtiği için çok, çok teşekkür ediyorlardı. Daha sonra mağaza sahipleri, güle, güle oturun efendim “deyip çekip giderler. Ve ağayla, Arzu hanım baş başa kalmışlardı kocaman dairenin içinde.

 

Ekmek elden su gölden misali, Arzu hanımın keyfine diyecek yoktu. Hayatında misafirliğe bile gitmediği böylesi güzel bir dairede oturacaktı. Tabii ki keyfine diyecek olmayacaktı. Mehmet ağa, balkona çıkarken Arzu hanımda birlikte çıkmış Adana’yı seyrediyorlardı. Arzu hanım bu kadar yüksekten bile Adana’yı ilk defa görüyordu. Mehmet ağaya, hayatım iyi ki seninle tanışmışım, iyi ki beni kendine yar “diye seçtin, ben seninle bu hayatın güzelliğini yaşıyorum. Bana bu güzel hayatı yaşattığın için sana binlerce teşekkür ederim. Ömrümce sana minnettar kalacağım. “diyerek Mehmet ağanın elini elinin içine almış tutuyor, hem de arada bir öpücüğünü konduruyordu. Ama Arzu hanımın yaşamı boyunca, hayatın içindeki o acımasız rezilliği yaşadığı için, ilk etapta böyle sıcak ve samimi gözüküyor olabilir. Ancak Mehmet ağanın yanında varlıklı hayata alıştıktan sonra, inşallah bukalemun gibi rengini değiştirmez. Yine, ancak sonradan görmüşlerin sonu da pek hayra yorulmaz “derler ama bukalemun gibi değişip değişmeyeceği daha ileri ki yıllarda belli olacaktır. Arzu hanımın evindeki eşyaları bu dairede kullanılacak eşya olmadığı için, Mehmet ağa Arzu hanıma o evden hiçbir şeyini alıp buraya getirme, kimin neye ihtiyacı varsa? İhtiyaç sahiplerine hepsini dağıt. Ha belki özel eşyaların olabilir, mesela resimler gibi yani “diyerek evinden hiçbir şey getirmemesini vurguluyordu. Arzu hanımda zaten öyle düşünmüş, kendi oturduğu evden hangi eşyasını alıp ta buraya getirebilirdi yani! Eşyalarının çoğu kullanılamaz durumda olduğu gibi, diğerleri de taşra insanlarının eski üskü olarak kullandığı eşyalar gibiydi. Yani o eşyalar bu daireye asla gelmemeliydi. Çünkü Mehmet ağanın etrafı zengin, geniş ve sosyete kitlesi insanlara dayanıyordu. Her ne kadar, Arzu hanım mobilyalara bakmış olsa’da, perde arkasındaki yine Mehmet ağaydı. Mehmet ağa da oturacağı dairesini ona göre dizayin ettirmişti. Gecenin ışıklarında hem Adana’yı, hem de yoldan ve kaldırımdan gelip geçen insanlar ile çeşitli taksi, münübüs ve otobüsleri seyrederlerken bir hayli vaktin geçtiğinin farkına varan Mehmet ağa, Arzu hanımı bağrına basıp öpüp koklayarak, hayatım vakit hayli geçti. Seni eve götüreyim de çocuklarla, Zehra hanımda meraklanmasınlar. Hatta eve gitmeden önce yiyecek ve içecekte alalım, şimdi onlarda acıkmıştır “diyerek daireden çıkıp gitmişlerdi. Aradan bir saat kadar zaman geçmişti ki taksi Arzu hanımın evinin önünde durup ta aldıkları eşyaları taksiden aşağıya indirdiklerini gören çocuklar acıkmış olacaklar ki koşarak gelip, bir an önce yiyecekleri içeriye götürmeye çalışıyorlardı.

 

Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra, Mehmet ağa taksisini sürüp giderken, Arzu hanım da evine girmiş, Zehra hanıma Şimdi ne sen nede bu çocuklar yemek yememişsinizdir. Hadi Zehram, hadi bir şeyler hazırlayın da yiyin. Sizler bir şeyler yiyesiniz diye Mehmet ağa bak neler, neler aldı. “diyordu. Ama Zehra’nın yüzüne doğru konuştukça olabildiğince nefesi yüzüne vuruyordu. Nefesinden rakı kokusunu alan Zehra, kız sen rakıda mı içtin yoksa? Bak ağzından rakı kokusu geliyor. Seni zilli seni, evden çıktın mı Mehmet ağayla gör neler yapıyorsundur sen? Diye sitem eder gibi söylenince, Arzu hanım da Zehra ya, ooo biz var ya biz? Ağayla çıktıktan sonra, neler, neler yapıyoruz. Mesela önce bir güzelce yemeğimizi yiyor, rakımızı içiyoruz. Ondan sonra var ya? Yukarıda ki odaya çıkıyor “deyip geri kalan laflarını çocuklar duymasın “diye Zehra’nın kulağına eğilerek, işte o odaya girdikten sonra, başlıyoruz öpüşüp koklaşmaya, birbirimizle öpüşüp koklaşırken o benim üzerimdekileri, ben de onun üzerindekileri tek, tek soyuyor, ondan sonra yorganın altına giriyoruz. İşte ne oluyorsa o yorganın altında oluyor. O zaman sanki bulutların üzerinde uçuyorum “diyerek sarhoş kafayla yaşadıklarını bir keyif ile anlatırken ha, ha, ha “diye de gülmekten kendini alamıyordu. Arzu hanımın anlattığı şey,  Zehra’nın da hoşuna gitmiş olacak ki, ayy kız ne de güzel olur bulutların üzerinde uçmak “değil mi? Diyor, ardından, kız şu çocuklarda bende daha bir şey yemedik. Ben mutfağa gidip bir şeyler hazırlayayım da hem şu çocuklar hem de ben yemeğimizi yiyelim “diyerek koşarcasına mutfağa gider. Ertesi günü iki bavul kadar olan özel eşyalarını toparlamış, evdeki geri kalan eşyalarının bir kısmını Zehra aldıktan sonra, diğerlerini de ihtiyacı olanlara dağıtmışlar, bir iki yakın komşularıyla da helalleştikten sonra, Zehra’nın da daireyi öğrenmesi için, birlikte çıkıp gitmişlerdi. Arzu hanım daireye yerleştiği gibi, artık zengin ve sosyeteler arasına girme zamanı da gelmişti. Yine o günü Mehmet ağa yaptırdığı inşaatına gidip yerinde görerek inceleme yapıyordu. Binanın ikinci katı bitmiş üçüncü katına başlamışlardı işçiler. Gördüğü çalışmalar hoşuna gittiği gibi,  mütehahitin bir özveriyle çalışmalarını yakından gördüğü için, kendince içten içe teşekkür ediyordu. Ancak ki sekiz katlı binanın yapımı yıllar sürmüş, Teslime hanımdan bir kızı bir oğlu olan ağanın, binanın bitimine kadar bir kızı bir oğlu daha olmuştu. Böylece iki kızı ve iki de oğlu olan ağanın, dost hayatı yaşadığı Arzu hanımında yanında getirdiği bir kız ile bir oğlu vardı. Nihayetinde yıllar sonra apartmanın yapımı bitmiş, Arzu hanım oturduğu daireden, yeni yaptırdıkları apartmana taşınmıştı. Arzu hanım göz dolduran güzelliğiyle ve kurnazlığıyla zengin ve sosyeteler arasına girmiş, tam bir hanım ağa olmuş, etrafındakiler gıptayla bakıyorlardı.

Öte taraftan Mehmet ağanın saygı duyup, hürmet ettiği Ayşe’lerin Mustafa köyün ileri gelenlerinden biri olduğundan dolayı herkes o’na saygı duyuyordu. Köyden her hangi birilerinin bir konu hakkında anlaşmazlığı olsun ya da kavgaları olsun, Ayşe’lerin Mustafa araya girdiği zaman her şeyi tatlıya bağlar, birbirine husumeti olan insanları bir araya getirip barıştırarak, köyde birliği beraberliği ve en önemlisi huzuru sağlardı. Ayşe’lerin Mustafa köylünün gözünde sanki de bir barış elçisi gibi adamdı. Yıllar sonra, babaannesinin ismini alan Ayşe kadın hem kendi köylerinden ve hem de kendi ev hallerinden aklında kalan kısımları komşusuna bir, bir şöylece anlatıyordu. Benim büyük ağabeyim iki üç yaşlarında, ağabeyimin bir büyüğü de bilemedin üç ya da dört yaşlarındayken, ben doğmuşum. Bana’da “Ayşe, deyip babaannemin ismini vermişler. Benim büyüğümün ismini Ahmet, onun büyüğünün ismi de Yaşar koymuşlar. Babam Amanos dağlarının eteğindeki tarlamızı üzüm bağı yapmış. Babam o tarlayı üzüm bağı yapmadan önce yıllarca öküzlerle çift sürmüş. Niye çift sürmüş? Tabii ki çocuklarının olsun, anamın olsun, kendinin olsun, rızıklarını çıkarmak için, muhannete muhtaç olmamak için, ancak, o üç dönümlük tarlaya ekin ekiyor, ama evine yetecek, boğazlarını geçindirecek kadar hasat kaldıramıyor, pamuk ekiyor yine olmuyor. Yani babam umduğu hasatı o üç dönümlük tarladan kaldıramıyor. O kadar emek çekip de umduğu hasatı kaldıramayınca, ben buraya neyi ekip’te bol, bol hasat kaldırayım “diye düşünürken? O arada

 [ tabi o zamanlar herkesin evinde radyo falan yok ama] hali vakti iyi olan bir komşumuzun radyosu güzel bir türkü söylermiş. Türkü de “Bağa girdim üzüme, Çubuk değdi gözüme” bu türküyü duyan babam kendi kendine “bu iş tamam” ben o tarlaya ne ekeceğimi ve nasıl bir hasat kaldıracağımı buldum  “demiş ve o sene Amanos dağlarının eteğindeki tarlamızı üzüm bağı etmiş. Babam tarlayı üzüm bağı etmek için, eşeğine binip Toros dağlarının eteğindeki üzüm bağı olan köyleri, o köy senin bu köy benim “diyerek bir, bir gezmiş. Gittiği her köydeki üzüm bağlarına gidip, bağ sahiplerinden hangi cins üzüm fidanlarını ekersem daha verimli üzüm alırım “diye fikir ala vere, ala vere en sonunda bir çeşit üzüm fidanının üzerinde karar kılıyor. Daha doğrusu gittiği o üzüm bağının sahibi kendi bağındaki üzüm fidanlarının çok iyi bir üzüm cinsi olduğunu “söyleyerek babamı ikna ediyor. Tabi babamın üzüm hakkında fazla bir bilgisinin olmadığından olacak ki, o adamın tavsiye ettiği üzüm fidanlarını almak için, tamam diyor. Yok dese bile, üzümden anladığımı var sanki! Üzüm bağının sahibi her yıl bol, bol üzüm kaldırıp, üzüm cinsinin iyi olduğundan olacak ki bol, bol da üzüm satarmış. Babamın da gariban halini gören üzüm bağı sahibi, o günü babamı evinde misafir eder, ertesi günü de üç dönümlük tarlaya yetecek kadar üzüm fidanlarını, hatta yolda yemesi için, evinde, birde [azık çıkınını] yiyecek ekmek hazırlatıp, her şey tamam olduktan sonra, babamla sarım gürüm olup, helalleşerek köyüne yollar. Babamın bizim köyden çıkıp ta geri köye gelmesi tam tamına beş gün sürmüş. Babam o tarlayı üzüm bağı etmeden evveli, köyde kimsenin üzüm bağı yokmuş. Ne zaman ki babam tarlayı üzüm bağı etmiş! Ondan sonra, köylülerin çoğu babamı örnek alarak tarlalarını üzüm bağı etmişler. Aradan tam tamına beş koca gün geçmiş, ama hala Ayşe’lerin Mustafa köye gelmemiş. Fukara anam da, babamdan için, Mustafam ha bu gün gelir, ha yarın gelir “diye, diye gözleri yollarda kalmış. Yüreği yanıyor, içi kan ağlıyor, ama içi kan ağlasa da, yüreği yansa da ne fayda! Ancak, kendini teselli etmek için, Mustafa elden çıktı nasipten çıkmaz İnşallah “diyor. Bu arada köylülerde babam için, telaşa düşüyorlar. O zaman ki bazı büyükler aklı yetik birini Adana tarafına gönderelimde sağdan soldan bir araştırma yapsın. Bu Ayşe’lerin Mustafa’ya ne olup olmadığını sorup soruştursun “deyi köylülerden aklı yetik birini sözde yarın ki güne yola çıkması için karar alıyorlar. Yarın ki günde, babamın köyden çıkışının tam tamına beşinci günü oluyor.

Köylümüzden o aklı yetik biri kamyona binip te tam köyden çıkacağı zaman, bir bakıyorlar ki, ta uzaktan eşeğiyle birileri geliyor.

O geleni gördükleri için, hele şu gelen adam kim ise bir gelsin görelimde ondan sonra, kamyon hareket etsin “derler. Eşeğiyle gelen adam köye doğru yaklaştıkça, köylüler birbirlerine vallaha bu Ayşe’lerin Mustafa.

Aha geliyor, Ayşe’lerin Mustafa geliyor. Komşular koşun da Zeynep karıya müjde edin. Mustafa geliyor, Mustafa geliyor diyerek bütün köylüler rahat bir nefes alıyorlar. Rahat bir nefes aldıkları gibi, düğün sanki bayram ediyorlar.

 

Babam köye gelene kadar kamyonda hareket etmeyip, orada beklemiş.

Nihayetinde, babam ön tarafta bir eliyle de eşeğin yularını tutmuş çekerek köye girdiğinde, ilk gördüğü manzara şu olmuş? Köylülerin, bu adama ne oldu ne olmadı “diye bir merak içinde beklediklerini, hatta kendisi için, köylülerden birini Adana’ya oradan Tarsus a, hatta daha başka yerlere olsun gönderip arattıracaklarını öğrendiğinde hem çok mutlu oluyor hem de o kocaman beş günün ayrı kalma acısıyla duygulanıp gözleri dolu, dolu oluyor. Lafın birini bırakıp diğerine başlıyorum ya! Babam köylülerin yanına gelir gelmez kendisi için, köylülerin orada toplandığını anlamış olacak ki, elindeki yuları hemen bırakıp koşarak köylülerin her birinin boynuna sarılıp, sarılıp öpüyor, sarılıp, sarılıp öpüyor. Köylülerde babamı görünce çok seviniyorlar, kimileri Allaha çok şükür Ayşe’lerin Mustafa sağ salim geri geldi “diyor.

Kimileri de bu günü bize gösteren Allaha çok şükür “diyor.

Bu arada anama da hemen haber ulaşmış. Babamın geldiği müjdesini alan anam ellerini açarak Allah’ım sana çok şükürler olsun. Nihayetinde Mustafa’m geldi. Ya Mustafa’mın başına bir iş gelip te hiç gelmeseydi? Ya şu oğlan ile bir başımıza damın deliğinde kalsaydık, o zaman bizler ne yapardık “diyerek ağabeyimi de evde bırakıp o heyecanla evden çıkıp köyün girişi tarafına, yola doğru koşmaya başlar. Anamın şehir yoluna doğru koştuğunu gören komşu kadınlarda anama bir şeyler olduğunu zannederek, onlar da anamın peşi sıra koşuşmaya başlarlar. Köyün dışına vardıklarında ne görsünler, bütün köylüler oraya toplanmışlar, babamda her bir köylüyle sarılıp, sarılıp öpüşerek hasret gideriyorlar. Hatta Adana’ya gidecek kamyonun bile orada durduğunu görüyorlar. Nihayetinde orada toplanmış olan köylü erkeklerin yanına kadınlarda gelmişler, tabi o gelen kadınların içinde anamda var.

Anamda var, ama anam köylü erkeklerden utandığı için, babama sarılıp öpemiyor. Ancak hoş geldin evimizin direği, hoş geldin Mustafa’m “diyebiliyor. O zamanlar edep, haya varmış. Ar varmış, namus varmış.

Şimdiki gibi çarşıda pazarda, sokak ortasında öpüşmeler sevişmeler gibi ahlaksızlık diz boyu değilmiş. Köylüler babam ile babamda köylülerle hasbihal olduktan sonra, Şoför, Adana’ya gidecek yolcular kamyona binsinler, gayrı yolcu yolunda gerek “diyerek Adana yolcularını bindirdikten sonra, kornasını çala, çala yoluna devam eder. Kamyon gittikten sonra, babam ile köylülerde hep birlikte köye doğru yürüyüp giderler. Köylülerle babam hep birlikte köye vardıktan sonra, çokları dağılıp evlerine gider, bazıları da babamla birlikte bize gelirler.

Eve gelen köylülere ikram olsun “diye Anam hemen çaydanlığı ocağa kor. Bize gelen köylülerden biri babama, yahu Mustafa sen kaç gündür köyden çıkalı “nerelere gittin, ne yiyip içtin, hele bir anlat? “Derler.

Babamda başından geçen olayları, yani o beş gün içinde nerelere, hangi üzüm bağına gittiğini tek, tek anlatır. Hatta üzüm fidanlarını aldığı adamı da öve, öve bitiremez. Bu arada anam “odaya” çayı getirir, köylülerde çaylarını içtikten sonra, birbirlerinin gözlerine bakarak “hadi kalkıp gidelim” diye işaretleşirler. Bu işaretleşmeden sonra, hep birlikte ayağa kalkıp,  Mustafa gardaş köyüne tekrar hoş geldin. Hoş geldin, ama sen yol yorgunusun, en iyisi bizler kalkıp gidelim de sende istirahatine bak olur mu “derler ve haydi sizlere iyi geceler “diyerek çıkıp giderler. Anam çok akıllı ve görgülü bir kadındı. Köylüler gittikten hemen sonra, anam babama, Mustafa sen kaç günün yorgunusun, ocağa kazan ile su koydum, şimdi kaynamıştır. Hadi bir güzelce sıcak suyla yıkanda, rahatlayasın “diyerek babamı bakır teşt’in içine sokar, bir güzelce çimdirir.

Babam banyosunu yaptıktan sonra, öyle bir rahatlar ki, sanki anasından yeni doğmuş gibi olur. “Öylece de yerine düşüp kirpit gibi geçer, uyur.

Ertesi günü erkenden kalkan babam getirdiği üzüm fidanlarını eşeğe yükler, doğruca tarlaya götürür. Bu sefer babam tarlaya giderken anamı da birlikte götürür. Zaten babam üzüm fidanlarını getirmeye gitmeden önce, tarlayı bir güzelce sürmüş, tarlayı sürdüğü gibi, fidanları da nasıl dikeceğini hesaplamış, ona göre kafasında bir plan proje hazırlamış. Neyse, tarlaya varır varmaz, anam ile birlikte eşeğin sırtındaki üzüm fidanlarını indirirler. Zaten hepsi üç dönümlük bir tarla! Babamın eli çok çabuktu, bir işe başladığı zaman, o işi çarçabuk bitiriverirdi.

Babam ile anam o günü akşam olmadan fidanları dikmiş, bitirmişler! Ondan sonra, geriye sulama işi kalır. Bizim oralarda sulama işi de çok kolay, yani her tarafta sulama kanalları var. Babam hemen su kanalına hortumu atar, suyu fidanların arkına bağlar. Bir saat içinde de bütün üzüm fidanlarını sular. Gayrı suyunu da alan fidanların yeşermesi Allah a kalmıştı. Allah’ın babamlara verecek rızkı varsa, zaten verir yani, ama suyunu alan üzüm fidanları on gün içinde tuttuğu, yirmi gün içinde de yeşermeye / filizlenmeye başlayıp, içlerinde birer, ikişer yaprak açanlarında olduğu görülmeye başlamış. Zaten o sene de ben doğmuşum. Babam bir iki sene üzüm bağına emek çekmiş, ama o bir iki seneden sonra da üzüm bağı babama gardaş gibi olmuş. E bir hasatın verimli olması için, yapılacak bütün ziraat ilaçlarını zamanında atarsan / yani ilaçlarsan, hem o tarla hem de tarladaki o hasat hastalanmaz, sağlıklı olur. Sağlıklı olan bir tarlanın da hasatı verimli olur. Babam evinin eksiğini noksanını, anamın, ağabeyimin, benim boğazımızın yiyip içmesini sağlamak için, daha başka işler görse de / çalışsa da, üzüm bağının verimi olsun, veriminin yanında geliri olsun elin işinde çalışmaktan çok, çok iyiymiş. Babam çok iyi, çok mülayim bir insandı. Kafasına koyup ta yapacağı bir işi, yapmadan önce anam ile enine boyuna konuşur, anamın da onayını aldıktan sonra, o işi yapmaya kalkardı. Aradan birkaç sene geçtikten sonra, babam anama bu evi yıkıp yerine yeni bir ev yapalım “dediğinde, anam da babama he vallahi Mustafa’m benim de aklımdan böyle bir şey geçiyordu. Bu ev ne zaman yapıldı, kaç senelik ev olduğunu dahi bilmiyoruz. Baksana şu eve her tarafı dökülmeye başladı bile. Allah korusun başımıza keper meper de altında kalırız. Biz neyse de çocuklarımıza yazık olur. Bu ev babanı bırak ta belki de ta dedenden kalma bir evdir, sanki bildiğimiz mi var? Bu evin yapılış tarihini kim biliyor ki? Elimizde avucumuzda “şükür” üç beş kuruş paramız var.

Biz hemen bu sene bu evi söktürüp, yerine yenisini yaptıralım.

Ev yaptıranla düğün yapanın yardımcısı Allah’tır “derler.

Biz evi yaptırmaya başlayınca, Allah’ta bizlerin yardımcısı olur “İnşallah.

Allah büyük mevlam kerimdir “deyip anam ile babam o sene evi yaptırma kararı alırlar. O sene ağabeyim okula yeni başlamıştı. Demek ki ağabeyim yedi sekiz, ben de beş altı yaşlarındayız! Babamın evi yaptırdığına kıt ta olsa benim aklıma geliyor. Bitişik komşumuzun evleri çok büyüktü, yani bir aileyi bırak, iki üç aile sığacak kadar büyüktü. Bir gün baktım ki köylülerimizden iki üç kişi geldiler, babamla anamla hep birlikte bizim evin eşyalarını bitişik komşumuzun evine taşıdılar.

Zaten evimizin eşyalarında ne var ki? Üç dört kat yatak, birkaç tane kilim, kap kaçak, birde un bulgur koyduğumuz kocaman bir ambarımız vardı.

Ev eşyaları taşınırken, ambarı götürmek biraz zor oldu, ama yinede götürdüler. Babam ev yaptırana kadar, komşumuzun evinde kalmamız için, bize iki göz ev vermişlerdi. Biz o sene o komşumuzun evinde kaldık.

Biz o komşumuzun evlerine taşındıktan bir iki gün sonra, babama yardım etmek için, evimizi komşulara taşıyan yine o köylüler gelmişlerdi.

O köylülerimizde babayiğit, aslan gibi elli ayaklı adamlardı.

Oo ne görek? Birde baktık ki evimizin kapısını penceresini sökmeye başladılar. O günü evin kapılarını pencerelerini sökmeyle uğraştılar, ama ertesi günü de gelip evin sağından solundan girerek yıkmaya başladılar.

Böyle çalışa, çalışa dört beş gün içinde evi tamamen söküp bitirdiler.

Yeni yaptıracağımız eve lazım olacak temel taşlarını bırakıp, geri kalan tozu toprağı bir köylümüzün traktörüyle götürüp köyün dışında bir yere döktüler. Babam da o çalışan işçiler de istirahat etmeleri için, kendilerine ertesi günü bir gün izin verip daha sonra, kazmayla kürekle gelerek yeni yapılacak evin temelini kazmaya başladılar. Yani babam ile anam o sene o evi yaptırmaları için, gece demeden, gündüz demeden çalıştılar, ama sonunda çektikleri emeğin karşılığını da aldılar. Ev yapılıp bittikten sonra, ortaya tertemiz, yepyeni güzel bir ev çıkmıştı. Babam Amanos dağlarının eteğindeki tarlayı üzüm bağı ettikten sonra, evimizi de yaptırmıştı.

Evimizi de yaptırmıştı, ama o sene ne babam da nede anam da hiç hayır kalmamış, çok yorulmuşlardı. Allah a çok şükür ki babam da anam da tutumlularmış da evi yaptırırken paradan, puldan yana hiç sıkıntıya düşmemişlerdi. Evi yapan usta veya çalışan işçiler her ne zaman ki babama para lazım “diye paranın lafını etseler Hemen, babam anama “gız hatunnn” [gız hatun “derken sonunu da hep uzatırdı] hele bana şu kadar para getir “diye seslenirdi. Babam anamı ismiyle hiç çağırmamış.

Bizim aklımız yetti yeteli babam anama hep “gız hatun” diye seslenirdi.

Babamı duyan anam da arif bir kadın olduğundan olacak ki!

Herif benden para istediğine göre, muhakkak işçilere para, mara verecek “diye düşünerek babamın sandığa sakladığı para kasasını açar, babam da ne kadar para istediyse o kadar parayı bir, bir sayarak alıp götürüp verirdi. Bizlerde anamın babama para götürüp verdiğini görürdük, bilirdik, ama anam parayı nereden aldığını bize hiç göstermezdi.

Hatta anam gelinlik sandığının olduğu odaya girdiğinde bize, siz biraz dışarıda bekleyin “deyip bizi o odaya hiç yanaştırmazdı.

Ben şimdi anlıyorum ki o odada ki sandıkta babamın parası saklıydı.

Bizim köyümüz büyük bir köy olduğu gibi, köylülerin evleri için olsun,  

kendileri için olsun alış veriş yapacakları dükkanlar, yani şimdikinin 

marketleri diyelim “vardı. Hatta köyün erkeklerinin gidip çay kahve içeceği, domino, kağıt, tavla gibi oyunlar oynayacağı kahvehanesi bile vardı. Köylüler sebzesini meyvesini tarlasında bahçesinde yetiştiriyordu, ama o zamanlar köyde bizim üzüm bağından hariç hiç üzüm bağı yoktu.

Köyde başka üzüm bağının olmayışı bizim için bir avantajdı.

Babam bağdan topladığı üzümleri hem köylülere hem de köyden gelip geçen yolculara kilo, kilo satardı. Üzüm bağının sayesinde hem benim cebim hem de ağabeyimin cebi hiç parasız kalmazdı. Evi yaptırdığımız sene ağabeyim ilkokula başladı, ama babam üzüm bağına her gittiğinde ağabeyimi de yanına alıp götürüyordu. Oğlan benim ile gelip gitsin ki okumayı söküp öğrendiği gibi, iş hayatını da öğrene, iş hayatını da öğrene ki yarın okumaz mokumazsa, hiç bari çalışmasını öğrenmiş ola “deyip eşeğin üzerine üzüm sandıklarını koyduktan sonra, ağabeyimi de üzerine bindirip, alıp götürürdü.

Babam yıllarca ağabeyimi üzüm bağına götürüp getirdi. Buna ağabeyimde alışmıştı ki, babam her ne zaman üzüm bağına gidecek olursa, ağabeyimde gitmek için hemen hazırlanıyordu. Günün birinde babam üzüm bağının içinde dolaşırken, teveklerinin bolluğundan dibindeki toprak bile gözükmeyen bir üzüm asmasının dibine bırakılmış küçük bir sepet bulur, sepetin içine baktığında birkaç kutu mermiyle bir de tabanca çıkar. Babam, yani Ayşe’lerin Mustafa bu sepeti kim ya da kimler getirip buraya bırakır “diye sağı solu gözden geçirip, kendince bir araştırma yapar. Nihayetinde bir taksinin izine rastlar. Kendi kendine, demek ki buraya bir taksi geldi. Bu mermiyle tabancayı da üzüm teveklerinin altına sakladı. Bunları buraya saklayan kişi mutlaka beni çok iyi tanıyor! Eğer ki bu adam beni çok iyi tanıyan biri olmasaydı, ta buraya kadar gelip te bunları buraya saklamazdı “diye uzaktan uzağa üzüm bağını takibe almıştı. Nihayet günün birinde gece vakti taksinin biri üzüm bağına gelir, taksiden inen şahıs saklanmış sepetin yanına varıp, biraz eğleştikten sonra, geri gelip taksisine binerek sürüp gider. Ancak ki Ayşe’lerin Mustafa o gelen kişinin Mehmet ağa olduğunu bilmiş, tanımıştı. Kendi kendine ulan Mehmet ağa, gidecek bir yer bulamadın mı, senin ne işin var ta buralarda? Hem de sen kocaman bir ağasın. Senin malın, mülkün var, senin paran, pulun var, senin bir burada değil, her yerde itibarın, haysiyetin şerefin var, sen cahil biri de değilsin ki, ya bu adam cahilin biri olduğu için bu işi yaptı “diyeyim. Ulan ağa ben düşünüyorum, düşünüyorum da bir türlü bir kabına koyamıyorum senin aha bu yaptığın işi! İnşallah sonu kötü olacak bir şeye karışmış olmazsın. “diyordu. Öte taraftan Mehmet ağa sekiz katlı binayı yaptırmış, en üst katıda Arzu hanıma tahsis etmişti. Yeni dairelerine daha göçmeden önce, yeni daireye yeni mobilya gider düşüncesiyle, mobilya ve beyaz eşyası mağazalarına gidip, mobilya ve beyaz eşyalarını seçen Arzu hanım, eskisi gibi, nasıl olursa olsun “alayım demiyor, aksine alacağı bir mobilyanın sağını solunu kontrol edip, bir iyice inceledikten sonra, karar veriyordu. Yani tam manasıyla iyi bir seçici olmuştu. Arzu hanım eşyaların dizilmesi için, hiç aceleye getirmiyor, aksine çok titiz bir şekilde seçerek yeni oturacağı dairesini tam bir hanım ağa ya yakışır, konforlu bir daire gibi olmasını istiyordu. Hani derler ya, Allah verirse kimin oğlu kimin kızı “demez verir. Arzu hanımda Allah ın haznesinden verdiği biri haline gelmişti. Oysaki öte tarafta ömrünü kocasına adamış bir Teslime kadın vardı, ama onun ne bu sekiz katlı apartmandan nede başka bir kadının kendi alın terlerine konduğundan haberi vardı. Emektar Teslime kadının, saçını kocasına, çocuklarına ve evine süpürge etmenin başlıca mükafatı bumuydu? Yani başka bir kadınla aldatılmakmıydı acaba? Acaba Teslime kadın kocası tarafından başka bir kadınla aldatıldığını öğrense, acaba nasıl bir tepki gösterirdi. Her ne kadar Mehmet ağa mal benim mülk benim. Ben istediğim gibi hayatımı yaşarım derse bile, eşine karşı bu yaptıkları kendini haklı çıkaracak değildi! Aksine utanç verici bir durum olarak nitelenir boyutta. Arzu hanım ise her gördüğünden, her konuştuğundan bir dil öğrenip, bir akıl alarak çok kurnaz biri oluvermiş, Mehmet ağanın damarından girmeyi ve onu kendine bağlamayı başarmıştı.

Hatta ağa çiftliğe gittiği zaman kendiside birlikte gitmeyi çok istiyor, ama ne diye gidecekti? Onun yollarını araştırmaya kalkmış, ağaya, her zaman ki yaptığı cilvesini yaparak, hayatım sen çiftliğe gittiğin zaman beni de ara sıra götürmeni istiyorum. Beni de ara sıra götür de koyunları kuzuları seveyim. Hem de köy tavuklarının organik yumurtalarından olsun, koyunların, keçilerin, hatta ineklerin sütlerinden olsun, alıp ta eve getireyim. Burada ki marketlerde satılan yiyecekler içecekler ne kadar hakikidir, ne kadar organiktir ki? “diyor ve daha da damardan girerek, hayatım bak kaç yıldır beraberiz, kaç yıldır senin hizmetinde sana karılık yapıyorum, benim hiç mi hatırım yoktur senin yanında? Tabii ki hatırım vardır. Hatırımı saydığını da biliyorum. Ama artık benim de o çiftlikte biraz olsun hakkım, hukukum olsun yani! Ben çiftlikteki karını kıskanmıyorum, ama lütfen ara sıra beni de götür çiftliğe n’olur! “diyerek kedilerin ev sahibine sürtündüğü gibi, Arzu hanım da Mehmet ağaya sürtünerek adım, adım çiftliği de eline geçirmeye çalışıyordu. Arzu hanımın yaptığı cilveler Mehmet ağanın hoşuna gelse de, hoşuna gelmeyip aklını karıştıran şeyde? Ne demeye götürecekti. Götürse bile hem köylülerinin hem de Teslime hanımın, kendileri hakkında neler düşüneceklerdi? Yani iki ucu çamurlu bir değnek misali gibi, ne tarafından tutsan eline çamur bulaşacaktı. Bazen Mehmet ağa kendi kendine, acaba ben yanlış mı yaptım bu kadınla birlikte olmaktan “diye zaman, zaman düşündüğü oluyordu! Ama bir kere, Arzu hanım ağayı parmağına dolamış, istediği gibi atını koşturuyor, her dediğini aşağı yukarı yaptırıyor, çiftliğe gitmeyi de başaracağa benziyordu. Mehmet ağa Arzu hanımın yaptığı cilveler karşısında daha fazla direnç gösteremeyip, tamam, tamam çiftliğe gideceğimiz günü Mümtaz beyle konuşup kararlaştırayım, daha sonra hep beraber gideriz canım “diyerek işini kolaylaştırmaya çalışıyordu.

 

Çiftliğin çeşitli yorucu işleri olduğu gibi, onun ötesinde küçükbaş, büyükbaş hayvanlarının bakımı ve alım satım işleri, sanki bunlar yetmezmiş gibi, birde sekiz katlı apartmanın yapım işleri boynundaydı, bunlar sadece maddi işler, parayla yapılacak işlerdi. Bunların haricinde birde manevi işleri, yani gönül işleri vardı Mehmet ağanın. Her ne kadar doğuştan ağa olarak doğmuş olsa bile, onu da atalarının usulü gereği, görücü usulüyle evermişlerdi. Her ne kadar ağalık sıfatı olsa da, o da, gahi elden utanarak, gahi buda benim kaderim, alın yazım, namusum “diyerek evliliğini sürdürmek için, kaderine boyun büküp, sinesine kocaman bir kaya basmıştı. Aslında evlendiği kız ne çirkindi nede sıska biriydi. Tam tersine, güzel mi güzel olduğu gibi, uzun boylu, saçları belinden ta aşağıya kadar inmiş, göze görkemli, kimseyi kırıp incitmeyen, hatır gönül sayan, değerli mi, değerli bir hanımefendiydi. Böylesi emektar ve hatırlı bir hanımdan, evlendiğinden bu yanı iki oğluyla iki de kızı olmuştu. Teslime kadın iki oğlan ile iki de kız anası olduğundan, kendini her ne kadar konağın hanım ağası olarak görse de, Mehmet ağanın çiftlikten gidip te iki gün, ya da üç gün Adana da kalması, gizliden gizliye içine bir kurt düşürüyordu. Teslime kadın Adana’daki olan işleri, dönen dolapları nerden bilecekti? Tabii ki bilemezdi. Ama günün birinde Mehmet ağa, Mümtaz beyi ve Arzu hanımı da yanına alarak hep birlikte çiftliğe gelmişlerdi. İşte, Teslime kadının acaba olabilir mi? Diye şüpheyle baktığı ve içine düşen kurt’un esas sahibiyle birlikte aynı konakta, aynı çatı altında birlikte çay, kahve içtiğini, aynı sofrada yemek yediğini bile bilmiyordu.

Arzu hanım, çırçır fabrikasında çalıştığını, yıkık dökük baraka bir evde oturduğunu, ekmeği bulsa bile, yanına katığını bulamadığını, sırtlarına doğru dürüst giyecek dahi alıp giyemediklerini, Mehmet ağanın sırtına bir sülük gibi yapıştığını bir anda unutmuş olacak ki? Mehmet ağayla kaç yıllık evli olan Teslime kadını hor görüp küçümser gibi bir tavır içine girmişti. Arzu hanımın kendisini küçümseyerek davrandığının farkına varan Teslime kadın. Arzu hanıma, Arzu hanım senin bana karşı aşağılayıcı tavrın hiç hoşuma gitmiyor! Sen bizim elci Hasan ın düğününden bu yanı Mehmet ağayı tanıdın ve ondan beri kalburüstü insanlarla tanışmaya ve konuşmaya başladın. Lütfen, önce kendi geçmişinizi gözden geçirin, daha sonra da kimseyi aşağılayıcı gözle görmeye kalkışıp, incitmeyin. “diye ikaz ederek uyarısını yapmıştı, ama Arzu hanım bir kere kafasına koymuş, ne edip edecek Teslime kadının yerine kendisi geçecekti. Bu tatsız hal ve davranışlardan sonra, ayağa kalkan Arzu hanım, kız sende iki çift şaka etmeyle hemen alındın ha! Alınma güzelim alınma, sana şaka yaptım şaka “dedikten sonra, yine iğneleyici sözler sarfederek, ama kız, Mehmet ağa var ya, gerçekten bir beyefendi, hem de tam bir ağa o. Ama sende “nerdeee, ağasını mutlu edecek o cilve, o naz? Ağanı mutlu eyle mutlu, güzelim! Bakarsın bir gün birileri çıkar da elinden alır ağanı “deyip bir kahkahayla misafir odasına doğru yürüyüp gitmişti.

 

Arzu hanım kendi geçmişini bir anda unutarak yaptığı kalp kırıcı bu tatsız konuşmalar, Teslime kadının midesini bulandırmaya yetmişti.

Misafir falan dinlemeyip derhal evden kovacaktı, ama Mehmet ağanın hatırı kalır “diye yutarak, sessiz kalmayı tercih eylemişti. Misafirler için, öğlen yemeğine, aşçılar güzel bir sofra hazırlayıp kurmuşlardı. Ama sofrada ağanın hemen yanına, Arzu hanım oturmak isteyince, Teslime kadın, hanımefendi lütfen oturacağınız yeri biliniz. Siz Mümtaz beyin yan tarafına oturun lütfen “diye ciddi, ciddi müdahale edince, Arzu hanımda “n’olacak köylü kadını işte, ne dediğini bilmiyor” diye gayri ihtiyari ağzından çıkan sözlere karşılık, Teslime kadın sinirlenerek, yine ciddi bir şekilde, hanımefendi ben neyi konuştuğumu gayet iyi biliyorum. Siz buraya Mehmet ağanın misafiri olarak geldiniz. Mehmet ağanın misafiri benimde misafirim sayılır. Siz bizim misafirimiz olduğunuz için, size bir şey demiyorum, ama lütfen haddinizi aşarak kimseyi kırmayın. Aksi takdir de Adana’nın yolu “deha oradan gider. Size göstermeme hiç gerek yoktur “diye haklı olarak bir daha tepkisini koymuş, o an masada soğuk rüzgarların esmesi bir anda ortamı germişti, ama Mümtaz bey akıllı ve kurnaz biri olduğu için, olaya hemen müdahale edip işi tatlıya bağlamış olması Mehmet ağayı da içinden çıkılmaz zor bir durumdan kurtarmıştı. Ağa, sonuç itibariyle konakta daha fazla kalmanın anlamı kalmadığı gibi, yemekten sonra, bunları hemen alıp götüreyim “diye planını kurmuş, hane sahipleriyle misafirler yemeklerini yedikten, çaylarını kahvelerini içtikten sonra, Mümtaz bey ağadan daha erken davranarak, benim fabrikada acil işlerim var. Bu sebepten dolayı benim acilen Adana ya gitmem gerekiyor. Mümkünse kalkıp gidelim “diyerek gitmek istediğini belirtince, bu istek Mehmet ağanında işlerini kolaylaştırmış olacak ki, tamam Mümtaz bey çayımızı içtikten sonra sizi götüreyim “diyordu. Bu konuşmaları duyan Arzu hanım, bu alelaceleden gitmenin sebebini, yaptığı hatanın bir sonucu olduğunu anlamış olacak ki sus pus olmuş, sadece konuşulanları dinlemekle yetiniyordu. Nihayetinde ağa ve misafirleri Adana ya gitmek için, hazırlanırken Mümtaz bey Teslime kadına, hanımefendi her şeye rağmen bizlere göstermiş olduğunuz misafirperverliğe çok, çok teşekkür ederim. Sağ olun var olun efendim “deyip merdivenden aşağıya inerken, Arzu hanımda Teslime kadına sarılıp öperek, kız ben sana şaka yaptım şaka. Sende hemen alınıyorsun. Ama her şeye rağmen göstermiş olduğun misafirperverliğe karşı, sana teşekkür ederim. Hadi eyvallah “deyip o da merdivenden inip gitmişti. Ancak Teslime kadının yüreği şişkin olduğu için, misafirlerini dışarıya kadar savmak yerine, yukarıda kalmayı daha uygun görmüştü. Adana ya kadar sessiz, sakin, hemen, hemen birbirleriyle hiç konuşmadan giderlerken, yine o sessizliği Mümtaz bey bozarak, arkadaşlar bu gün akşama falanca lokantada benim misafirimsiniz. Sakın ha başka yere söz verdik “demeyin tamam mı “diye söz alıyordu. Bu daveti duyan ağayla, Arzu hanım birbirlerine bakıştıktan sonra, tamam, tamam Mümtaz bey, akşama orada oluruz “diye birbirleriyle mutabık kaldıklarında, Mümtaz beyde hah işte, sus pus olacağımıza böyle konuşalım canım. Diyerek hep birden gülüşmeye başlayıp, ortamın gergin havasını yumuşatmışlardı.

 

Her ne hikmetse Arzu hanımın ağzından çıkan her sözü Mehmet ağa için bir emirdi. Bir sözünü iki etmiyor, her sözünü yerine getirmek için canla başla gayret ediyordu. Aslına bakarsan, Arzu hanımın geçmişini göz önüne getirdiğinde, onun ne kadar zor bir hayat yaşadığının haricinde ne kadar cahilce hareket ettiğinin de farkındaydı. Ama yine de toz kondurmuyor, acaba ne diyecek “diye ağzının içine bakıyordu. Bu durumunda farkında olan Arzu hanım, Mehmet ağayı tamamen avucunun içine almış, istediği gibi atını koşturuyordu. Hatta bir keresinde, konakta yaşayan o sevimsiz karıyı boşayıp benimle evlenerek nikahını kıyarmısın ”diye sorduğunda? Sen, benim kaç yıllık emektar karım hakkında, durup dururken neden böyle konuşuyorsun. O, benim, çocuklarımın ve konağımın emektarı! “demediği gibi, niye olmasın, belki bir gün ileride olabilir “diye bir bakıma ümitlendirmiş olması, Arzu hanımı biraz daha güçlü kıldığı gibi, biraz daha söz sahibi yapmış, içten içe şeytani düşüncelere dalıp, acaba ben bu ağayla o karının arasına nasıl bir nifak sokarda aralarını açarım “diye planlar kurmaya başlamıştı. Arzu hanım Mehmet ağayla nikah kıyarsa, bütün mal varlığından alacağı payı bir kenara bırak, sadece yeni yapılan o sekiz katlı binanın birkaç dairesi kendine kalsa, hem kendinin hem de çocuklarının hayatı kurtulacaktı. Aksi takdirde ağayla birlikte yaşadığı müddetçe ne yiyip ne içerse, onun haricinde kendine altın akçe aldırıp, adına da beş on kuruş para yatırtabilirse yanına onlar kalacaktı! Ancak oda Arzu hanımı kurtarmaz, çünkü ağayla birlikte yaşayalı geçmişte çektiği yoksulluğu unutarak tamamen sosyeteleşmişti. İşte buna benzer sebeplerden dolayı, Arzu hanım her şeyi ince eleyip sıkı dokumak istiyordu. Mehmet ağa o günü Mümtaz beyin davetine Arzu hanımla birlikte icabet etmişlerdi, ama balıkçı lokantasındaki gibi yiyip içtikten sonra, yukarıya çıktıkları gibi, kafalarına göre bir yer değildi orası, ama sazlı sözlü güzel bir türkü bardı. Sahneye birbirinden değerli sanatçılar çıkarak şarkılarla, türkülerle milleti coştururken, Kendileri de sanatçılarla birlikte şarkılara, türkülere eşlik ettiklerinden olacak ki gelsin şişe, gitsin şişe diyerek ne kadar içki içtiklerinin bile farkında değillerdi. Arzu hanım sarhoş kafayla bir kere daha Mehmet ağaya, sanki de yalvarırcasına, bana bir gelinlik giydirip te nikah kıy n’olur ağam “diyor, arada birde öpüyordu. Mehmet ağada ben şu an nikahlı bir adamım. Sana nasıl nikah kıyabilirim ki “deyip geçiştirmeye çalışsa da, Arzu hanım içtiği içkilerden de çok sarhoş olmuş olacak ki, o işin de kolayı var canım ağam, o işinde bir kolayı var “deyip aklından geçen sinsi planını ortaya atarak, Çok, çok bir yolunu bulup onu aradan kaldırırsın, olur biter “diye yol göstermeye çalışıyordu. Bir kadın istedikten sonra, neyi yapmaz ki “derler. Arzu hanımda Teslime kadının aradan kaldırılmasını kafaya koymuş olacak ki, nasıl bir kötülük yapabilirim “diye türlü, türlü fikirler üretiyordu.

 

Çok, çok bir yolunu bulup onu aradan kaldırırsın, olur biter. “demesi, sanki de Mehmet ağanın başına şimşek çakmış gibi olmuş, sen ne diyorsun? “dercesine şaşkın, şaşkın Arzu hanımın yüzüne bakarken, Arzu hanım da hayatım şaşırmış gibi hiç böyle yüzüme bakma! Sen kocaman bir ağasın. Eğer ki bir ağa birini ortadan kaldıramayacaksa “neye yarar ki onun ağalığı! Hem de o işleri gidip te sen yapacak değilsin ya. Senin elinin altında gözünü kırpmadan ölüme gidecek bir sürü insanlar var. Birilerine beş on kuruş para verdin mi, bir onu değil, babanı bile ortadan kaldırırlar “diye Teslime kadını ortadan kaldırtmak için, Mehmet ağaya gaz vererek, şişirip duruyordu. Arzu hanımın ısrarlı konuşmalarından şaşkına dönen ağa, peş peşe kadehini yudumluyor, her yudumdan sonra, sanki bir kabus görmüşte rüyadan uyanmış gibi, tedirgin bir şekilde gözünü kırpıp, kırpıp başını sallıyordu. Ağanın rahatsızlandığının farkına varan, Mümtaz bey artık kalkmalarının zamanı geldiğini düşünerek, hesabı ödeyip kalkıp gitmişlerdi. O günü ve ertesi günü ağayla, Arzu hanım Teslime kadının ortadan kaldırılması hakkında hayli tartışıp münakaşa bile etmişler, bu münakaşaya daha fazla dayanamayan Mehmet ağa tabancasıyla mermilerini bir küçük sepete koyarak evden çıkıp Naçarlı ya doğru sürüp gitmişti. İşte o zaman Amanos dağlarının eteğindeki Ayşe’lerin Mustafa’nın bağına uğrayıp tabancasıyla mermisini sepetle birlikte bir üzüm asmasının altına saklamış, daha sonra konağa giderek, üzüntüsünden olacak ki üç gün konaktan dışarıya çıkmamıştı. Ama o üç gün içinde hiç rahat yüzü görmeyip, hep teslime kadınla kavga eylemişlerdi. Teslime kadın Mehmet ağaya, bir daha o sürtüğü bu konağa getirmeyeceksin. O sürtük kendi haddini bilmeden benim evimde bana hakaret ediyor. Hakaret ettiği halde, sen nasıl bir kocasın ki ona hiçbir şey demiyorsun? Bu senin ağalığına hiç yakışıyor mu? Ya adam gibi Mehmet ağa olacaksın. Ya da çoluğundan çocuğundan, evinden, barkından, karından vazgeçerek, kendini sürtüğün birine adamış onursuz Mehmet olacaksın. Bak sana Mehmet ağa “demiyorum. Çünkü bu durumda sen ağalığa yakışmayan bir hiçsin “diyerek Gözünden esirgediği, hatta canı gibi sevdiği kocasını yerden yere vuruyordu.

 

Ayşe’lerin Mustafa’nın varlık durumu pek ahım şahım olmasa da, köyün içinde herkes onu sayar sever, yani hatırı sayılır bir yeri vardı. Üzüm bağında bir sepet içinde bulduğu tabancanın da Mehmet ağaya ait olduğunu öğrenince, günün birinde Mehmet ağayla karşılaşıp birbirinin halini hatırını sorup sual eyledikten sonra, Ayşe’lerin Mustafa ağaya, Mehmet ağa geçenlerde senin taksiyi bizim bağda gördüm. Daha sonra bir üzüm asmasının altında bir sepet buldum, o sepetin içinde de bir tabanca ile birkaç kutu mermi vardı. Ben o zaman anladım ki o mermilerde, o tabancada, o sepette sana aittir. Bak Mehmet ağa, sen yedi köyü bırak koca Çukurova’da hatırı sayılır bir ağasın. Böyle bağda bahçede tabanca olsun, mermi olsun saklamak sana hiç yakışmıyor. Senden rica ediyorum, ne benim bağıma bahçeme, nede başka birinin bağına bahçesine böyle şeyleri saklamaya kalkışma. Sen ağalığına yaraşır işleri yap ki bizlerde seninle gurur duyalım. “diye yaptığı işleri söyleyip, bundan sonra, böylesi işleri yapmaması için rica ettiğinde, sen doğru söylüyorsun Mustafa efendi. Bir daha öyle bir hataya düşmem “diyerek Ayşe’lerin Mustafa evine, ağa da köy kahvesine doğru yürüyüp gitmişlerdi.

 

Mehmet ağanın kahveye girdiğini gören köylüler, buyur ağam, buyur ağam “diyerek masalarına buyur ediyorlar ki, çay, kahve ikram edeler, ama ağa, masanın birinde tek başına oturan Zeki’nin masasına gidip merhabalar Zeki gardaş, müsaaden var mı? oturabilirmiyim yanına? “diye müsaade alarak oturmuştu. Aslında müsaade almasına hiç gerek yoktu. Kocaman Mehmet ağaydı. O istediği adamın yanına gidip oturabilir, hatta kendisi boş bir masaya geçerek, kahvedeki tüm köylülerini masasına davet eder, çaylarını da, kahvelerini de ısmarlardı! Ama ağa nezaket göstererek Zeki’den izin alıp oturmuştu. Ağa kahvehaneye gittiği zaman çay yerine hep kahve içerdi. Bu durumu kahvenin garsonları da bildiği için, ağaya çay yerine köpüklü bir kahve getirmişler, masadakilerin biri zengin diğeri de fakirdi. Ama iki köylü olarak yan yana oturmuşlar biri kahvesini yudumlarken diğeri de çayını yudumluyordu. Bir müddet birbirlerinin halini hatırını sorup sual eyledikten sonra, ağa Zeki’nin avare gezdiğini ve çocuklarının olmadığını bildiği için, alttan alıp, damardan girerek, yahu Zeki gardaş, biliyorum ki senin Ömrün hep yokluk içinde geçti. Şöyle güzelce bir işe girip te bol paraya kavuşamadın. İş arayıp ta işe bulamayanların parasız pulsuz bir vaziyette orta yerde kaldıkları perişan hallerini, durumlarını çok iyi biliyorum. Yetmezmiş gibi, sizin çocuğunuzda olmadı. Yanılmıyorsam, çocuğunuzun olması için, siz doktorada gittiniz “değil mi? Diye sorduğu gibi, Buda başlı başına bir dert. İnsanın cebinde parası, pulu olsa çeker gider Ankara’ya, ya da İstanbul a, orada bu işlerin uzman doktorları, Profesörleri var. İstediğin doktoru seçer, hem tedavini olursun hem de çocuk sahibi olursun. Ama olmaz olsun böylesi kader. “diye alttan alarak Zeki’nin nabzını tutuyor, fikrini yokluyordu. Zeki bir müddet ağayı dinledikten sonra, evet ağam, elimizde beş on kuruş paramız vardı. Ama çocuğumuz olur “diye Adana’ya gide, gele o parayı o yollarda yiyip bitirdik. Sonuç itibariyle çocuğumuzda olmadı. Eğer ki elimizde şöyle iyi bir para olsa var ya, senin de dediğin gibi, ya Ankara’ya ya da İstanbul a, daha iyi doktorlara gideceğim. Ama maalesef parayla benim aramda en az bin kilometrelik yol var. Bir türlü o paraya kavuşamıyorum “diye derdini sıralıyordu. Zeki’nin bu halini fırsat bilen ağa, bak Zeki gardaşım sana bir şey diyeceğim. Ama aramızda kalacak! O diyeceğim şeyi birlikte yaparsak var ya, ondan sonra paraya para demezsin vallahi “diye kafaya alarak, paraya imrendirmeye çalışıyordu.

 

Mehmet ağa Teslime kadınla ağız münakaşası yaptıktan sonra, aklına şeytan girmiş olacak ki, kendine kaç yıldır hizmet eden, evinin baş direği, çocuklarının anası Teslime kadını ortadan kaldırmayı planlamaya başlamıştı. Oysaki Mehmet ağa’dan herkes akıl alıyor, aldıkları akılla başlarına gelebilecek çeşitli belalardan, zorluklardan uzak duruyor, huzur içinde yaşıyorlardı. Çevresine o kadar akıl dağıtan böyle bir akıl sahibi insan, şimdi nasıl olurda kaç yıllık karısını ortadan kaldırma planı içinde oluyor, ya da böyle bir şeyi nasıl düşünebilir? İşin aslına bakarsan, her kadın gibi, Teslime kadın’da kendi üstüne gelecek bir kuma’yı istemediği gibi, kocasının da başına gelebilecek çeşitli kötülüklerden o nu korumayı ve o kadar mallarının mülklerinin başka birilerinin ellerine geçmemesi için çaba göstererek korumaya çalışıyordu. Teslime kadın nerden bilsin ki bir fabrika işçisinin kocasıyla aşk hayatı yaşadığını? Bu aşk hayatı yaşamanın bedelini de kendi canıyla ödeyeceğini bilebilir miydi? Ya da kimin aklına gelir? Hatta Mehmet ağanın aklına şeytan girip te saçını süpürge eden konağın emektar kadını Teslime kadın hakkında böyle bir şeyler düşüneceği kimsenin aklının ucundan dahi geçmezdi? Zeki ağanın ne demek istediğini anlamamış olacak ki, hayrıdır ağam benimle neyi yapmak istiyorsun. Ya da ben neyi yapacağım ki bol paraya kavuşayım? Diye sorular sorarken, ağa Zeki’ye biraz sessiz konuş. Ya da hadi dışarıya çıkıp daha baş başa konuşalım “diyerek kimselerin duymaması için, Zeki’yi kahveden alıp dışarıya çıkarmıştı. Çünkü yapmak istediği iş hakkında başka kişilerin duymalarını istemiyordu. Dışarıya çıktıktan sonra, tehlike yaratacak bir konuyu anlatmanın daha erken olduğunu düşünüp, bir anda anlatmaktan vazgeçmiş, Zeki’yi de kendine bağlamak için, cüzdanından bir miktar para’yı çıkarıp o’na verdikten sonra, Zeki gardaşım sen bu para’yı keyfine göre ye iç harca, olur mu? Seninle o konuyu daha sonra konuşuruz “deyip, oradan ayrılarak kendisi konağa, Zeki’de aldığı paranın keyfiyle hemen oradaki bakkala koşup bir paket sigara alarak bir keyif ile sigarasının birini yakmış dumanını da ta ciğerlerine kadar çekip geri üfleyerek keyfini çıkarıyordu. Mehmet ağa konağa gideceğine, yolunu değiştirip koyunların, kuzuların kaldığı ağıla doğru gidip çobanlarla bir hayli sohbet eylemişti ki başındaki dumanı dağıla! Çobanların yanından ayrıldıktan sonra, yine tek başına bağı bahçeyi epeyce dolaşarak akşamı eylemişti. Mehmet ağa konağa gitse, Teslime nin dırdırından, Adana ya gitse Arzu hanımın katilliğe sürüklemesinden kendini uzak tutarak, ne konağa nede Adana ya gitmeyi hiç istemiyordu. Ama buralardan uzak kalmayı da istemiyordu. Eğer ki hem konaktan hem de Adana’dan uzak kalırsa, ağa bizden korkup kaçtı “diyecekler “diye düşünüyor, kadınlara böyle bir fırsatı da vermek istemiyordu. Ve ağalığına toz kondurmamak adına konağa doğru yürüyüp gitmişti.

 

Konakta, birlikte yaşadığı çocuklarının anası olan nikahlı eşine ve Adana’da birkaç yıl önce tanışıp ta birlikte dost hayatı yaşadığı Arzu hanıma içten içe çok kırılmış olmakla birlikte, onların yüzlerine bile bakmak istemiyordu. Hatta onlardan biran önce kurtulmak istiyordu. Ama nasıl? Ancak, Adana’da birlikte yaşadığı o hanımın daha ağır bastığı da kızıl gün gibi aşikardı. O hanım neyi işaret edip te, neyi emrederse? Sanki sözü kanunmuş gibi hemen yerine geliyor olması şuradan belli oluyordu ki? Bir gün o hanımın Mehmet ağaya, “birilerine beş on kuruş para verdin mi, bir onu değil, babanı bile ortadan kaldırırlar. “dediği hiç aklından çıkmadığı gibi. Teslime kadını ortadan kaldırmak için, Zeki’ye tam manasıyla konuyu anlatmadığı halde, bir şeyler fısıldamasıyla yapacağı eylemin bir ucundan başlamış olmasıydı.! Ağadan bol miktarda para alan Zeki, bir gün akşam eşiyle birlikte ağanın konağına misafirliğe gelmişler, Teslime kadınla Zekiye gelin birlikte oturup sohbet ederlerken, Zeki’yle ağada kendi ofisine geçerek orada oturup sohbet eylemeyi daha uygun görmüş, gecenin bir vaktine kadar bir hayli her konudan sohbet edip konuşmuşlardı. Ama aralarındaki konuşmaların içinde, en önemli konuşma ise şöyle geçmişti. Teslime kadını boğarak öldürmeyi, öldürdükten sonra, bir ayağı eşikliğin dışında kalmış, bir ayağı da eşiklikten içeriye girmiş vaziyette yere yatırarak bırakıp gidecekler! Teslime kadının orada, yani yerde yattığını görenlerde, kadın dışarıdan içeriye girerken düşüp ölmüş! Vah, vah çok yazık olmuş “diyecekler deyip kendilerinden kimselerin şüphelenmemesini hesaplayarak böyle bir karara varmışlardı. Hatta Mehmet ağa Zeki’ye bu işi gerçekleştirdikten sonra, seni zengin edecek kadar bol para vereceğim, seni ihya edeceğim “diyerek adamın aklını çelmiş, Zeki de alacağı para’ya damak ederek, tamam ağam bu işi birlikte yapalım “demişti. Böylece hiçbir şeyden haberi olmayan, hatta kocası Mehmet ağayı bir musibet’ten kurtarmak için, elinden gelen bütün çabayı gösteren Teslime kadının hakkında ölüm fermanı verilmişte haberi yoktu. Dört çocuk anası Teslime kadın hakkında alınmış olan böylesi bir karar, acaba ne kadar doğru bir karardı? Oysaki Teslime kadın kocasını ne kadar çok seviyor, hatta onun için, gözünü bile kırpmadan canını vermeye hazırdı. Ancak, Mehmet ağa kendisi için değil’ de, birkaç yıldır birlikte yaşadığı Arzu hanım için, kendisini seven birinin canını almaya yelteniyordu. Nihayetinde, Mehmet ağayla Zeki bir akşamüstü bir araya gelerek eylemlerini gerçekleştirmek için, harekete geçip teslime kadının odasına girmişlerdi. O anda Teslime kadın kocasıyla Zeki’nin kendisine bir kötülük yapacaklarını hissetmiş, hatta onların elinden kaçıp kurtulmak istemesine rağmen, kaçmasına fırsat verilmeden yakalayıp yere yatırmışlar, biri elleriyle ayaklarını tutup, diğeri de boğazını sıkarak birkaç dakika içinde, masum kadının ölümünü gerçekleştirmişlerdi. Ancak, çocukları hala uyumamışlar, yapılan boğuşmanın gürültüsüne, yorganın bir ucunu kaldırıp altından bakarak, babalarıyla komşuları Zeki’nin birlikte olup, anneleri Teslime yi boğarak öldürdüklerini görmüşler, ama onlarda korkularından seslerini çıkaramamışlardı. Teslime kadının ölüp ölmediğini kontrol ettikten sonra, her iki katilde acaba doğru mu yaptık “dercesine birbirlerinin yüzüne bakarak bir utanç ve bir mahcubiyet içinde sessiz, sedasız konağı terk ederek biri evine diğeri de Adana’ya doğru çekip giderler.

 

Mehmet ağa Teslime kadına yaptığı kötülükten için, bin pişman olsa da, gayrı pişmanlık para etmiyordu. Bir kere hayatında yapmayacağı en büyük hatayı da kötülüğü de yapmış, başına büyük bir belayı sarmıştı. Hem bir telaş hem de korku içinde Adana ya gidip Arzu hanıma sığınacaktı. Çünkü çok çaresizdi. Ancak bu işler Arzu hanıma sığınmakla kalmayıp, ayağına dolaşabilecek bütün ipleri onun eline vermiş oluyor, hatta ona karşı “gık, diyecek sesi bile çıkmayacaktı, çıkaramazda. Gecenin bir vaktinde, sabaha karşı ağa bitkin ve perişan bir halde daireye girmişti. Arzu hanım çıkan gürültüye uyanarak birilerimi girdi eve! “diye kalkıp baktığında, karşısında rengi solmuş, yüzü sararmış, bitkin bir halde Mehmet ağayı görünce, sana ne oldu böyle ağam, ne oldu da böyle perişan bir haldesin kurban olduğum “diye bir korku için de ne olup bittiğini soruyordu? Ağada Arzu hanıma, her defasında benden istediğin bir şey vardı ya. Hani senin istediğin o şey var ya, işte biraz evvel onu yaptım. Teslime’yi aradan çıkardım. Arzu, Arzu Teslime’yi kendi ellerimle boğup öldürdüm. Ben bir katil oldum “diye ağlamaya başlayınca, Arzu hanımda oy Mehmet ağam kurban olayım sana! İnşallah geride her hangi bir ipucu bırakmamışındır? “Deyip ağaya sarılarak başını da göğsüne yaslayıp teselli etmeye çalışıyordu. Bir taraftan da, yukardan aşağıya doğru göğsünün üzerinde yatan ağaya bakarak, işte şimdi boku yedin ağam, hem de elime öyle bir düşüş düştün ki, bundan sonra, bakalım kendini benim elimden nasıl kurtaracaksın “diye başını sallıyordu. Öte taraftan hem koca konağın çalışanları tarafından hem de köyün ahalisi tarafından sevip sayılan, hatta gül atarsak belki hatırı kalır. “Diye değer verdikleri Teslime kadın, iki cani tarafından hunharca boğularak öldürülmüş olmakla birlikte, sabahın ilk ışıklarında bu vahşetin konaktaki çalışanlar ile koca köyün ahalisi tarafından duyulmasıyla bütün herkesin bu vahşete, bu acı duruma daha fazla dayanamayıp gözyaşlarıyla kara yasa bürünecekleri saatte dakika, dakika yaklaşıyordu! Diğer taraftan sanki Mehmet ağa çiftlikte değilmiş de, bu olaydan “sözde, haberi yokmuş ta, kendine bu acı haberi vermeleri için köyden gelecek haberi bekliyordu. Ama yüreği de alıp veriyor, içindeki korkuyu hala üzerinden atamamıştı. Ancak Arzu hanımın istediği olduğu için, şimdi elinden geldiğince Mehmet ağanın yanında olmaya çalışıyor, diğer taraftan da kendi başına tam bir hanım ağa olmanın hesabını yapıyordu. Gün ağarmış saat on u gösterirken dairenin zili peş peşe çalmaya başlamıştı. Arzu hanımın kapıyı açıp ta karşısında gördüğü kişi ağanın köylülerinden biriydi! Köylüler bu kişiyi göndermişlerdi ki, konakta olan olayı ağaya haber vere! Haber vere de ağa başlarına gelen bu acı olaydan dolayı bir an önce çiftliğe gide.

 

Arzu hanım gelen kişiye, buyurun efendim kimi aramıştınız? “diye sorular sorarken! Gelen kişi’de, abla ben Naçarlı köyündenim, Mehmet ağa için geldim buraya! Yine, Arzu hanım hiçbir şey bilmezmiş gibi davranarak, “hayırdır ağayı niye arıyorsunuz? Hem de ağa daha uyuyor. Eğer ki çok önemli bir şey değilse, daha sonra gelir söylerseniz iyi olur! Yok, çok önemli bir şey ise ağayı kaldırayım “diyordu. Arzu hanımla konuşan kişi bir an önce ağayı görmesi için, abla çok, çok önemli bir mesele var. Mehmet ağa bu durumu hemen bilmesi lazım. Lütfen ağayı hemen kaldırın da vereceğim haberi vereyim, daha sonra da ben hemen köye gideceğim. “diyordu. Ama köyde neyin olup bittiğini zaten Arzu hanım biliyordu. Hususi böyle yapıyordu ki, adam köye gittiğinde, Adana ya gittiğimde “ağa daha yatağında yatıyordu. Demek ki başlarına gelen bu olaydan hiç mi hiç habersiz Mehmet ağa. “diyecek ve bilmeden ağanın Adana da olduğuna şahitlik edecekti. Nitekim Arzu hanımda formaliteden yatak odasına giderek ağaya, köyden birisi geldi de seninle acilen konuşmak istiyor. “Diye seslice söylüyordu ki, o gelen kişi de duysun ki kendi yalanlarına inandıralar! Birkaç dakika sonra, Ağa sırtında pijamasıyla yatak odasından çıkar çıkmaz, karşısında bir köylüsüyle karşılaşınca, sabah, sabah hayırdır köylüm? Köyde, köylülerde ya da çiftlikte bir şey mi var da, ta buraya kadar geldin “diye ağa da bir şey bilmezmiş gibi, soru soruyordu. O gelen kişide ağaya, Mehmet ağa ne köyde, ne köylüde, nede çiftlikte her hangi bir şey yoktur. Her şey yerli yerince tastamam duruyor. Ancak, var olan bir şey varsa? O,da senin konakta var. Mehmet ağa, Mehmet ağa senin konağa figan düştü “figan. Teslime kadın gece yarısı hakka yürümüş. Yani anlayacağın Teslime kadın ölmüş, ölmüş. Daha ne duruyusun burada! Hadi üzerini çarçabuk giyin de köye gidelim “diye karalı haberi vermişti. Karalı haberi alan ağa, şu başımıza gelene bak, hay vah hay “diye kendi kendine ateşlenerek yaptığı işe bin pişman oluyordu. Ama işin içinden nasıl sıyrılıp çıkacaktı? Onu bilmediği gibi, İşin içinden çıkmış olsa da yapılan işlerden haberdar olan Arzu hanıma karşı her zaman boynu eğri kalacak, belki beni şikayet ederde hapislerde çürürüm “diye yaşadığı sürece ona eyvallah etmek zorunda kalacaktı. Haberi alır almaz çarçabuk üzerini giyerek köylüsüyle birlikte yola çıkmışlar, yolda giderlerken ağa köylüsüne nasıl olup bittiğini soruyordu. Köylüsü de Teslime kadından için, kadıncağız yatak odasına girerken bir ayağı eşiklikten içeriye geçmiş, diğer ayağını içeriye atmadan eşikliğin üstüne düşüp hakka yürümüş. Ama bu ölüm normal bir ölüm değilmiş galiba? Konakta çalışanlardan ilk görenler, Teslime kadının boğazında morartıların olduğunu görmüşler! Zaten Teslime kadının cansız cesedini gördüklerinde hemen jandarmaya da haber eylemişler. Ben Adana ya yollandığım sırada karakol başçavuşuyla askerler konağa gelmişlerdi. Karakol başçavuşu Savcıya da haber ettiyse, şimdi savcıda gelmiştir “diye bildiklerini söylüyordu. Ama Mehmet ağada kendi kendine, işte şimdi iyice boku yedin oğlum. Senin neyine gerekti ki bir fabrika sürtüğünün aklına uydun da kurulu düzenini bozdun. “diye içten içe hem ateşleniyor hem de “istemeyerekte olsa, köye doğru gidiyordu.

 

Köye yaklaştıkça içindeki korkusu büyüdükçe büyüyor, şimdi benim de ifademi alırlar, ama ben ifademi nasıl vereceğim “diye bir girdabın içine düşmüş gibi, akibetini düşüne, düşüne gidiyordu. Nihayetinde taksi konağın önüne gelip durduğunda, bütün köylüler taksinin etrafını çevirmişler birbirleriyle yarışırcasına Mehmet ağaya, başın sağ olsun Mehmet ağa, başın sağ olsun “diye hem başsağlığı dilediklerini hem de Teslime kadının zamansız olarak hakka yürümesine üzgün olduklarını ifade ediyorlardı. Ağa da taksisinden iner inmez üzgün bir vaziyette hemen Teslime kadının cenazesinin bulunduğu yere doğru hızlı adımlarla yürüyüp, kendine hizmet etmiş yılların emektarının cansız bedenini görmek istiyordu. Teslime kadının düşüp öldüğü odaya geldiğinde cenazenin başında iki jandarmanın nöbet tuttuğunu görmüştü. Mehmet ağa her ne kadar yalan yere ağlayarak, sızlayarak eşini görmek istediyse de jandarma yaklaştırmamıştı. Aslında Mehmet ağa ağlama bahanesiyle Teslimeye sarılıp boynunda, boğazında morartılar var mı, yok mu “diye kontrol edecekti. Ama her ne kadar bir kere eşime sarılayım “diye yalvardıysa, jandarmalar bir türlü bırakmamıştı. Tam o sırada Ceyhan’dan Savcıyla birlikte doktorda gelmişti. Yerde cansız bedeniyle yatan Teslime kadının ölümü, normal ölüm mü, yoksa bir cinayete kurban mı gitti “diye anlamak için, muayene ettiklerinde, Teslime kadının boğazında ki morartıları görüp, biraz daha incelediklerinde boğularak öldürüldüğüne karar vermişler ve ilk önce eşiyle birlikte konakta çalışanların ifadelerine başvurmuşlardı. Konakta çalışanlar, olayın olduğu gece hiçbir şey duymadıkları hakkında ifade verirlerken, Mehmet ağada ifadesinde, bu hunharca olan olayın olduğundan bir gün önce işlerim gereği ben Adana’ya gitmiştim. Daha bu sabah köylülerimden Mehmet “diye bir tanıdık Adana ya gelerek bu acı haberi bana ulaştırdı. Ben bu olayı köylümden duydum “diye ifadesini vermiş, ifadesinin ardından Savcı beye, Sayın. Savcım eşime kıyan her kim ise lütfen bulup ortaya çıkarın “diyerek kendini sağlama alıyordu.

Teslime kadının cansız bedeni muayene edildikten sonra, Savcı bey Mehmet ağaya artık cenazenizi defnedebilirsiniz “deyip çekip giderken bu cinayet hakkında soruşturmayı da başlatmıştı. Savcı bey tekrar Mehmet ağaya dönerek, senin bir kere daha ifadene başvuracağız “diye haberdar ediyordu. Teslime kadının öldüğünü duyan bütün köylüler konağın önüne toplanmışlar, Teslime kadın hakkında birbirlerine iyi bir kadındı. Yazık oldu kadına, daha ne oğlan everdi nede kız gelin etti “diye acıyarak konuşurlarken, Zeki’de onlara katılıp, he vallahi çok yazık oldu kadına “diye kendiside üzülüyormuş gibi yapıyordu. Aslında her şeyi bilen ve yapanlardan birisi kendisiydi. Hasbelkader, Savcı bey o’na bu konu hakkında bir soru sormuş olsaydı, korkusundan her şeyi açıklayacak durumdaydı. Ama kim ne bilirdi ki bu cinayetin başaktörlerinden birisi Zeki’ydi. Savcı beyle doktor bey gittikten sonra, göze görkemli bir tören düzenlenerek Teslime kadını bu dünyadan öbür dünyaya yollamış, defnetmişlerdi. Ama Ayşe’lerin Mustafa’nın içine bir kurt düşmüş, Teslime kadın cinayeti hakkında ilk aklına gelen Mehmet ağa olmuştu. İçinden kendi kendine bu kadına kıyan mutlaka bu adam “diyordu. Hatta üzüm bağında bulduğu ne o tabancayı nede aklından geçenleri dışa vuramıyordu. Ancak adalete güveniyordu. Erinde geçinde mutlaka adalet yerini bulacak, o katiller meydana çıkacaktı.

 

Cenaze defnedilip konağa geldikten ve Kur’an okunduktan sonra, kazma takırtısı “denilen yemekler bütün köylülere ve bu olayı duyup işiterek dışardan taziyeye gelip katılan insanlara verilmiş, yemekler yendikten sonra, herkes tek sıra halinde ağaya başsağlığı dileyerek kimileri evine gittiği gibi kimileride orada oturmaya devam etmişlerdi. Ancak, başsağlığı dileyenler arasında Zeki’de vardı. Zeki ağanın eline elini uzatarak, Mehmet ağam başınız sağ olsun, Allah rahmet eylesin, yazık oldu Teslime ablaya “derken ikisi de bir pişmanlık içinde birbirlerinin gözlerine bakarak ayrılırlar. Aradan bir zaman geçtikten sonra, jandarma köye bir çağrı cepli getirerek Mehmet ağanın belli bir tarihte Savcıya ifade vermesini söylüyordu. Nihayetinde, o tarihte ağa Adana ya gidip Savcıya verdiği ifadesinde, Savcı beyde ağanın ifadesinde bir çelişki gördüğü için, Mehmet ağayı tutuklamıştı. Ağanın tutuklanması bir anda Adana ya, Ceyhan’a ve Naçarlı köyüne yayılmış, Mehmet ağanın tutuklandığını duyan Zeki’nin içine de bir korku düşmüştü! Ancak Ayşe’lerin Mustafa Allah’tan hiç ümidini kesmemiş, Hak yerini bulacak İnşallah “diyordu. Mehmet ağa bir müddet hapiste yattıktan sonra, delil yetersizliğinden beraat ederek dışarı çıkmış! Ancak, ağanın dışarıya çıkması, Teslime kadının yakınları tarafından kabul görmemişti. Çünkü, onlar da kendi hallerince bir araştırma yaparak, o olayın olduğu günü, Mehmet ağanın köyde olduğunu, o olay gecesi taksinin gece yarısından sonra köyden çıkıp gittiğini, Zeki’nin ise o günü, gece yarısı konak tarafından gelerek evine girdiğini, hatta Mehmet ağayla Zeki’nin kahvede fiskos ederek gizli, gizli bir şeyleri konuştuklarına şahit olanların var olduğu, bunların hepsi bir araya toparlanınca katilin veya katillerin Mehmet ağayla Zeki’nin üzerinde yoğunlaştığını saptamışlardı. Mehmet ağa hapisten çıktıktan sonra, köye hiç gitmeyerek soluğu Arzu hanımın yanında almış, çiftliğin bütün işlerini elci Hasana bırakıp, bütün kirli işlerden uzak kalarak kendini taca atmaya çalışıyordu. Ama ateş düştüğü yeri yakar “derler ya! İşte o ateş Teslime kadının anasının, babasının ve yakınlarının içine düşmüştü. Bu ateşi söndürmeleri için, mutlaka katili veya katilleri araştıra, araştıra bulacaklardı. Yetim kalan çocuklar, babalarının bir anda analarını unuttuğunu ve Arzu hanımla birlikte keyfine keyif kattığını görmeleri onları rahatsız ettiği için, annelerinin bir yakınına bizi savcıya götürün, ama savcıya gittiğimizden ne babamın nede başkalarının haberi olmasın “demişlerdi. Çocuklardan savcıya gidip ifade vermek istediklerini duyanlar, bir anda şaşkına dönmüşler, demek ki bizlerin bilmeyip de bunların bildiği bir şeyler var “diye, ifade vermeleri için, çocukları alıp savcıya gitmişlerdi.

Teslime kadının yakınları adliye ye gide gele Savcı beyin odasının nerede olduğunu bile öğrenmişlerdi. Adliye ye girdiklerinde doğruca üst kata çıkıp Savcı beyin sekreterine, biz Savcı beyle bir konuyu paylaşmak istiyoruz. Lütfen Savcı beye iletirmisiniz “dediklerinde, zaten sekreter hanım Savcı beyle görüşmek isteyenleri tanıdığı için, hemen konuyu Savcı beye iletir, Savcı beyde Teslime kadın hakkında mutlaka yeni bir ipucu var “diye odasına gelmelerini ister. Savcının odasına giren Teslime kadının bir yakınıyla iki çocuğuna, Savcı bey biliyorsunuz ki Mehmet ağa delil yetersizliğinden beraat etti! Sizlerin buraya kadar geldiğinize göre, mutlaka bir bildiğiniz var? Neyi biliyorsanız buyurun anlatın, sizi dinliyorum “diyen Savcı beye, çocukların büyüğü söze başlayarak, Savcı bey annemizin öldürüldüğü günü ben ve kardeşlerim yatağa yatmış uyuyorduk! Ancak bir gürültüye uyanıp yorganın altından baktığımızda, babam ile komşumuz olan Zeki, annemizi boğarak öldürdüler “dediğinde, Savcı bey tekrar baştan anlatın bakalım. Baban ile Zeki dediğin kişi annenizi nasıl boğdular, oradan başlayıp anlatın “diye sorduğunda? Olayı anlatan çocuk, benimle aha bu kardeşim gürültüye uyandıktan sonra, yorganı kaldırıp altından baktık ki, babamla Zeki annemi yere yatırdılar, annemizi yere yatırdıklarından sonra, komşumuz olan Zeki annemin ayaklarının üzerine oturup, ellerini de sıkı sıkıya tuttu, Zeki annemin ellerini tuttuktan sonra, babamda annemin boğazını sıkmaya başladı. Bir ara annem çırpındı, çırpındı daha sonra, öylece kalakaldı. Daha sonra babamla Zeki annemin ölüp ölmediğini kontrol etmek için nabzına baktılar, nabzına batkılarında annem çoktan ölmüştü. Hadi bunu eşikliğin üzerine bırakalım da, görenler içeriye girerken ölmüş “desinler “diye annemizi sürüyerek eşikliğin üzerine getirip bıraktılar. “diye ifade verdiklerinde, Savcı bey çocuklara, peki siz niye kalkmadınız da, yorganın altından baktınız? “sorusuna, çocukların cevabı, belki bizi de boğarlar “diye korkup kalkmadık, olmuştu! Çocukların annelerinin nasıl öldürüldüğüne dair görgü şahitliğini kabul eden, Savcı bey derhal Mehmet ağayla Zeki’nin yakalanıp getirilmeleri için talimat vermiş, aynı günü polisler Mehmet ağayı kaldığı dairede yakaladıkları gibi, jandarmalarda köyde Zeki’yi yakalayarak kollarına kelepçeyi vurmuşlardı. Zeki’nin kelepçeli halini gören köylüler, merak içinde birbirlerine, jandarmalar bunu niye kelepçelemişler “diye sorup dururken, muhtarın ağzından fısıltı duyula, duyula dağılmıştı. Oysaki Teslime kadını Zeki’yle Mehmet ağa birlikte olup boğarak öldürmüşler. Nihayetinde jandarmalar Zeki’yi Çip’e bindirip alıp götürdüklerinde, Zekiye gelin de Çip’in arkasından şaşkın, şaşkın bakarak, hey gidi akılsız Zeki. Senin neyine gerek ağayla bir olup ta gül gibi kadını öldürmek “deyip ağlayarak evine kapanmıştı.

 

Polislerle Jandarmaların adliye ye getirdikleri Mehmet ağayla Zeki’yi ayrı odalara koyarak, teker, teker Savcı beyin huzuruna çıkarmışlardı. Savcı beyde her iki cinayetten şüphelilerin ifadelerini almış, ifadelerini aldığı gibi nihai sonuca ulaşmıştı. Zeki, Savcı beye verdiği ifadesinde, Mehmet ağa bana, sen işi gücü olmayan boş gezen bir garibansın. Ama senin için bir iş var, eğer ki sen bana yardım eder de o işi birlikte yaparsak seni zengin ederim. “demişti. Ben ise fakir olduğum için, ağada zengin olduğu için, belki bana güzel bir iş verirde beş on kuruş para kazanırım. “diye düşünmüştüm. Ama Mehmet ağa birkaç gün sonra, benimle tekrar konuştuğunda, benden kaç yıllık karısını birlikte öldürmemizi istedi. Ben her ne kadar katil olamam. Ben o işi yapamam, beceremem “dedimse, bir türlü ağayı ikna edip düşüncesinden vazgeçiremedim. Ağa zaman, zaman bana çok paralar verdi. Bende fakirliğimden dolayı olacak ki o paralara damak edip şeytanın yoluna adım attım. Sonunda ağayla birlikte o işe kalkıştım. Aslında, Teslime ablayı ben boğmadım. Ben sadece ayaklarının üzerine oturup, daha sonra da ellerini tuttum. “diye Teslime kadını boğarak öldürdüklerini ağzıyla ikrar eylemişti. Savcı bey yaptığı tahkikatın aydınlandığı için mutlu olmuştu, ama öte taraftan fakir bir köylüsünü para karşılığında ikna ederek, kendi karısını boğup öldüren katillerin yüzlerine bakıp, bakıp onların varlığından utanç duyuyordu. Nihayetinde, cinayetten tutuklanmaları için nöbetçi mahkemeye sevk eylemiş, Mahkeme hayati de mahkemeye çıkan cinayet zanlılarına ayrı, ayrı ceza vermişti. Örneğin,  mahkeme tarafından Mehmet ağaya tasarlayarak cinayet işlemesinden dolayı yirmi dört yıl ağırlaştırılmış ceza ile Zekiye’de kandırılarak istemeden karıştığı cinayetten dolayı beş yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Mehmet ağa bir yosma’nın aklına uyarak, kendi karısını öldürmekle kalmayıp, komşusu Zekiyi de kendi kötü emellerine ortak ettiği gibi, kendi kendini de hapislerde çürümeye mahkum eylemişti. Bu olaylardan sonra, artık Arzu hanımın keyfine diyecek yoktu. Hiçte üzerine mal etmeden, bıyığına sürmeden yağdan kıl çeker gibi, rakibi gördüğü Teslime kadını ortadan kaldırtıp, Mehmet ağayı da mahpus damlarına tıkmış, hem köydeki arazilerin hem de Adana’daki bütün işlerin vasisi olmuş, bak şu Allah’ın işine ki çırçır fabrikası işçiliğinden başlayıp yüksele, yüksele en sonunda hanım ağa olmuştu. Mehmet ağanın hapse düştüğü ilk zamanlar, Arzu hanım her görüş günü hapishanenin yolunu yol eyleyip aşındırıyordu. Hatta aşındırmakla kalmayıp yapması gereken bütün işlerin yapılması için, ağadan şunu şöyle yap, bunu böyle yap “diye talimatlar alıyordu. Arzu hanım elinden geldiğince işlerini takip ederek yaptığı gibi, her yaptığı işleri de tek başına yaptığından olacak ki, iş kadınlığını da öğrenmeye başlamıştı. Mehmet ağa hapse düştükten sonra, hapishanede bir soğanı dahi paylaşmayan mahkumların ne denli zor şartlarda yaşadıklarını görünce, hem varlığından hem de ağalığından olacak ki kaldığı koğuşun bütün yiyecek içecek işlerini kendisi üstlenmiş, birkaç hafta içinde bütün mahkumlarla eş dost olmuştu. Bu ağalığından dolayı mahkumlar kendi aralarında bir karar alıp Mehmet ağayı koğuş ağası eylemişlerdi.

 

Bir insanın şansı ters giderse, ne ederse etsin hep ters gidermiş. Zekiye gelinde şansı ters gidenler arasındaydı. Mehmet ağanın çiftliğinde iş bularak tarlada bahçede çalışmaktan canının çıkmasından öte, kocası olacak adam, ağanın aklına uyarak hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir iş yapmıştı. Şu yaptığı işe bak ki? Sen kalk kendi karısını tasarlayarak öldürmek isteyen adama yardım eyle! Hiç olacak iş mi bu yani! Teslime kadının ölümünden sonra, işe gitmediği gibi, utancından günlerce kapıya çıkmayıp kendini eve kapatmıştı. Bu durumun farkına varan köylülerden bazıları bir araya gelip Zekiye gelinin evine giderek, kızım sen kendini eve kapatıp aç susuz kaldığın zaman, geçmişte yapılmış olan onca işleri “yani kocan olacak o adamla Mehmet ağanın önüne geçerek, Teslime kadını geri mi getireceksin? Hayır getiremezsin. Bir kere olanlar olmuş. Sen, sen ol, aklını başına al. Kocan olacak o adamın yaptıkları seni hiç mi hiç bağlamaz. Zaten o cezasını çekiyor. Bunda senin ne suçun var ki! Kocan olacak o adam, hapse düşmeden bile hiç çalışmıyor, serme seyip olarak sağda solda gezip duruyordu. Eğer ki bir çalışan varsa, bu eve bir parça ekmek getiren varsa o da sensin. Şimdi sen çalışmasan bu eve kim bir ekmek getirecek? Aklını başına al, yarından tezi yok işine gücüne bak. Çalış çabala ki perişanlık çekmeyesin “diye akıl veriyorlardı. Köylülerin yanına gelip de kendine akıl verip destek çıktıkları için, Zekiye gelin biraz olsun rahatlamış, tamam yarından tezi yok, bir işe bakar, çalışırım “diyerek hep birlikte mutabık kalmışlardı. İstemeyerek bir olaya katılmasından dolayı beş yıl hapis cezası alan Zeki, hapishanede ağasının çaycısı olmuş, ağa çay isterse çay, kahve isterse kahve götürerek hizmet ediyordu. Aradan hayli zaman geçmiş, günün birinde gardiyan koğuşa girerek çaycı Zeki çabuk hazırlan seni hapishane müdürüne götüreceğim “diyordu. Kendini çağıran gardiyanın yüzüne şaşkın bir vaziyette bakarak, beni müdür bey n’edecek ki? “diye abuk sabuk sorular sormaya başlayınca, mahkumlardan birisi, oğlum belki de seni tahliye edecektir, hadi durma yürü gardiyan efendiyle birlikte “deyip dalgasını geçerken, gardiyanda hadi Zeki biraz çabuk ol. Çabuk ol da müdür beyi kızdırmayalım “diyordu ki Zeki üzerinden şaşkınlığını atmış, koşar adım gardiyanın yanına gelerek birlikte hapishane müdürünün yanına gidiyorlardı. Müdür bey beni yanına niye çağırıyor? Acaba bana neyi soracak,  “diye tereddüt içinde kalmıştı, ama sonuçta gardiyanla birlikte müdür beyin odasına girmişlerdi. Müdür bey Zeki’ye bir müddet akıl verip nasihat ettikten sonra, hadi gözün aydın bu gün tahliye emrin geldi. Şimdi gardiyan seni koğuşuna geri götürsün, orada neyin varsa derle topla, arkadaşlarınla helalleş, daha sonra gardiyan seni buraya geri getirsin, sen geri gelene kadar, gerekli tahliye evraklarını hazırlayıp seni bırakırız. “Tamam mı Zeki, ne dediğimi anladın değil mi? Diye Zeki’ye ne yapması gerektiğini söylüyordu. Zeki tahliyesini duyunca sevincinden gözleri fal taşı gibi açılmış, hemen müdür beyin eline kapanarak öpmeye başlamış, müdür beyden sonra gardiyana sarılıp, onu da öpmeye başlamıştı. 

 

Zeki hapse düşeli tam üç sene olmuş, bu üç senenin ilk iki senesi içinde kiminden dayak yemiş. Kiminden bıçak darbesi almış. Cebinde parası olmadığı için, nicelerinin çaycısı, hizmetçisi olmuş, çoğunun çamaşırlarını yıkamış. Zaman, zaman suçsuz yere hücreye atılmış, evinde karısına gücü yetmeyen bazı gardiyanların hücreye giderek Zeki’ye hem dayak atıp hem de üstünü başını soyup, çıplak bir vaziyete getirerek üzerine hortumla soğuk suyu sıkıp hırsını indirmiş. Velhasıl başına türlü, türlü belalar geldiği gibi, nice eziyetler görmüş. İki yıldan sonra, Mehmet ağanın olduğu koğuşa gönderilince, aynı köylü ve kader ortağı oldukları için, Mehmet ağa sahip çıkmıştı. Zeki kaldığı başka koğuşlarda hizmetçiliği öğrendiği için, tayini çıkıp yeni koğuşuna gelince, burada Mehmet ağanın hizmetçisi olmuş, ağanın hatırına, o günden bu güne kadar hiç kimse değip dokunmadığı gibi, ne hücreye düşmüş nede canı sıkılan gardiyanların hışmına uğramış, Mehmet ağanın sayesinde tam bir yarım ağa olmuştu. Zeki müdür beyden duyduklarına inanamayarak bir keyif ile koğuşa geldiğinde, koğuş arkadaşları yine dalgasını geçerek, ben sana demedim mi müdür bey seni tahliye edecek! Ne oldu şimdi? Müdür bey seni tahliye etti mi? “diye alay edercesine sorular sorduğunda, Zeki’de evet, senin dediğin gibi oldu. Yani müdür bey benim tahliyemi imzaladı. “deyip Zeki’den hiç ummadığı cevabı almıştı. Zeki özel eşyalarını toparladıktan sonra, Mehmet ağanın yanına varıp, ağam hakkını helal eyle “diyerek elini öpüp daha sonra da, diğer kader arkadaşlarıyla helalleşerek koğuştan çıkıp gardiyanla birlikte müdüriyete doğru yürüyüp gitmişlerdi. Zeki bavulunu alıp koğuştan çıkarken hem ağa hem de diğer arkadaşları ardından şaşkın, şaşkın bakakalmışlar, ama içlerinden ağa efkarlanıp ağlamaya başlayınca, ağanın ağlamasına dayanamayan Cafer baba yanına varıp biraz nasihat vererek teselli etmeye çalışmıştı! Çünkü Cafer babanın da kaderi Mehmet ağanın kaderine hemen, hemen benziyordu. Kaderleri birbirine benzediği için, samimiyetleri de o kadar içtendi. Zeki tahliye olup ta hapisten çıktığına hala inanamamış, belki yakalarlarda geri içeri atarlar “diye köşe bucak kaçarak Adana’da bir akrabasının evine zar zor düşmüştü. Cinayetten hükümlü bir katilin, evlerine geldiğini istemedikleri gibi, rahatsız olmuşlardı. Rahatsız oldukları için, Zeki niye geldi “diye geçmişini sorup soruşturarak tahliye olduğunu öğrenirler! Bir katilin bu kadar erken tahliye olacağına inanmadıklarından dolayı şaşkındılar! Ama sonuçta birbirlerine yakın akraba oldukları için, yine de güler yüz gösteriyorlardı. Hapiste yattığı o üç yıl, Zeki’yi fırında pişen ekmek gibi pişirmiş, eski serseri Zeki gidip yerine yepyeni bir Zeki gelmişti. O günü akrabasında misafir kaldıktan sonra, ertesi günü köyün arabasına binip doğruca Naçarlı ya gitmişti. Üç yılda ya üç defa, ya da beş defa hapishaneye gidip kocasını gören Zekiye gelin, evinde oturmuş pencereden dışarıya bakarken, köyün arabası gelip kapılarının önünde durduğunda, hayırdır inşallah? Acaba kim geldi de araba burada durdu, “diye dikkatlice bakarken, arabadan inen kişinin kocası olduğunu görünce hem sevinmiş hem de şaşırmış olmakla birlikte, her ne kadar Teslime kadının ölümünde parmağı olsa da, koşar adım varıp sarılarak bağrına basmıştı.

Zeki’nin tahliye olduğunu duyan köylülerden bazıları, Teslime kadının katili ne çabuk hapisten çıktı “derlerken, bazıları da Mehmet ağa zoraki kendi emellerine hem alet edip hem de katil damgasını vurdurdu adama “diyorlardı. Ayşe’lerin Mustafa ise Zeki’den fazla ağaya suçu buluyordu. Zeki hapisten çıktıktan sonra, onu görenler vallahi bu oğlan adam olmuş, adam gece demiyor gündüz demiyor hep çalışıyor. Hani nerde o eski Zeki? Demek ki hapishanede insanlar olgunlaşıyor, ya da olgunlaştırıyorlar. “diye birbirleriyle lakırtı edip duruyorlardı. Çocukları olmayan Zeki’yle Zekiye’nin aradan bir yıl geçmeden birde çocukları olmuştu. Buda Allahın bir hikmeti yani? Onun hikmetinden sorgu sual olur mu hiç! Haznesinde ne istersen var. İstediğine verir, istemediğine vermez, ya da verdiğini elinden geri alır. Ayşe’lerin Mustafa her zaman ki lafını Zeki’yle Zekiye’nin çocukları olduğunda da söylemişti! Onun hikmetinden sual olmaz! Hak yerini bulur “diyordu. Kış ayları olduğu için üzüm bağına pek uğramayan Ayşe’lerin Mustafa, ilkbahara girmeden yine bağın yolunu yol eyleyip bağ budama işine başlamış, ha bu gün biter, ha yarın biter “derken tam bir haftada anca bitirmişti. Aradan yıllar geçmiş çocuklar boy atıp gençlik çağına gelmişler, Ayşe’lerin Mustafa her ne zaman bağa giderse oğlu yaşarda eskisi gibi babasıyla gidip geliyor, e artık bağda yapılacak işlerin çoğunu kendisi yapıyor, babası da oğlunun kendisine yardımcı olmasından mutluluk duyuyordu. Yine günün birinde Ayşe’lerin Mustafa’yla Yaşar üzüm bağında budadıkları çalı çırpıları toparlayıp dışarıda bir yere toplu halde yığarlarken! Yaşar son çalı çırpıyı da kucaklayıp kaldırınca, altından kocaman bir karayılan çıkmış, yılan ürkmüş olacak ki başını kaldırıp Yaşar’ın yüzüne doğru baktığında, Yaşar’da şaşkınlığından, kucağına aldığı çalı çırpıyla öylece duraklayıp yılana bakmaya başlamıştı. Bir müddet yılan Yaşara, Yaşar da yılana baktıktan sonra, yılan yönünü çevirerek giderken arada birde başını geriye çevirip Yaşara doğru bakarmış! Yılanbaşını geriye çevirip baktıkça, Yaşar’da yılana bakarak, Allah, Allah bu işte bir hikmet var. Başka bir yılan olsaydı, beni şimdiye kadar sokmaya çalışırdı. Ama bu yılan sanki bana aşık olup benim yüzüme bakakaldı, daha sonra da çekilip gitti. Giderken de başını çevirip, çevirip bana bakıyordu. Hayra yor oğlum hayra, İnşallah hayır olur “diyerek kucağında ki çalıyı alıp götürürken, babası bu oğlan niye öyle dikkatli, dikkatli bakakaldı “Diye oğluna seslenerek, hayırdır Yaşarım niye öyle durakladın, ne oldu? bir şey mi gördün yoksa? Diye soruyordu. Yaşar da bir şey yok baba, bir şey yok. “deyip geçiştirirken, aklına şöyle bir düşünce gelmişti! Eğer ki bu yılan bu bağda yer edinmişse, işte o zaman bu bağ “Bir Yılan Hikayesi’ne şahitlik etmiş olacak! “Diyordu.

Birkaç hafta sonra Ayşe’lerin Mustafa işi gereği Adana’ya gittiğinde

Mehmet ağanın hakkında duyduklarına inanamamış, hatta çok üzülmüştü.

  Aslında, Teslime kadını öldürdüğü için, o’na burnu bile sızlamıyor, bazen aklına düştükçe oh olsun o’na! O var ya o, suçu günahı olmayan bir kadının kanına girdi. O’na hiç acınır mı hiç “diyordu. Ancak, Mehmet ağanın sıkıntılı halini duyduğunda, yine de üzülmüştü.

  Oysaki Mehmet ağa, Arzu hanım için canını bile hiçe sayarak nice

  Zorlukların üstesinden gelmiş, hatta sevdasının uğruna, aşkının uğruna kendi karısına bile kıymıştı. Bu zorluklara göğüs geren Mehmet ağa Arzu hanım’ın gizliden gizliye yaptıklarından haberdar oluyordu. Peki, Arzu hanım neyi yapmışta, Mehmet ağa haberdar oluyordu? Arzu hanım’ın görevi ağanın verdiği talimatlar üzerine hem çiftliğin işlerini yürütmek hem de Adana’da ki işleri idare etmekti. Zaten Arzu hanımda bunu yapıyordu! Ama maalesef hapisteki adamı kim veya kimler uyarıp kışkırtmışsa, nihayetinde her ikisini de birbirine düşürmüşlerdi. Hani bir atasözü var ya? İnek almaz, dana emmez “misalinden, Arzu hanıma sorsan, ben haklıyım “der. Dönüp Mehmet ağaya sorsan, o’da ben haklıyım “der. Bunda kim haklı, kim haksız bir gün ortaya çıkacak, ama biri malını korumak isterken, diğeri de geleceğini garanti altına almak istiyordu. İnsanlar sahiplendikleri mal üzerinde, bu gibi fikir ayrılıklarına zaman, zaman düştükleri gibi, akrabalar veya karı koca arasında da fikir ayrılığı olabiliyordu. Esas itibariyle işin özünde bazı gizlilikler vardı. İlk zamanlar Mehmet ağanın yirmi dört yıl hapis cezası alması, bütün etrafta yankı uyandırdığı gibi, hem köyünde ve hem de dost hayatı yaşadığı Arzu hanımın yanında büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olmakla birlikte, düzenli bir şekilde Mehmet ağayı ziyarete giden Arzu hanım. Mehmet ağanın kafasındaki bazı düşünceleri yüzünden aralarında soğuk rüzgarların esmesine sebep olmuştu. Bu soğuk rüzgarların esmesinden olacak ki, eskisi gibi Arzu hanım Mehmet ağaya yakın değildi, hep uzak durmaya çalışıyor, hatta görüş günlerinde bile hapishaneye gitmiyordu. Bu durumdan rahatsız olan Mehmet ağa, Arzu hanıma verdiği vekaleti iptal ettirmek için avukatına talimat vermişti. Avukat bey aldığı talimat üzerine vekaleti iptal ettirmiş, ama vekalet iptal olmadan çok önceleri, Arzu hanım kendi kendine ne olur ne olmaz diye, oturduğu dairenin tapusunu yakın bir akrabasının üzerine devretmişti. İşte bunlardan haberdar olan Mehmet ağa Arzu hanımdan vekaletini geri çekmişti. Ancak vekaletin iptalini öğrenen Arzu hanım, bu duruma çok kızarak, mutlaka bunun intikamını ondan alacağım “diye içten içe hesap yapıyordu. Nihayetinde Mehmet ağayla tekrar arasını düzeltme yolunu seçmiş, ama ilk barıştıklarında birbirlerine her ne kadar soğuk durdularsa, daha sonraları yine eskisi gibi candan, samimi, sevecen davranmaya başlamışlar, Mehmet ağa yine bazı işlerini takip etmesi için Arzu hanıma şunu şöyle yap, bunu böyle yap “diye talimatlar veriyordu. Aradan hayli yıllar geçmesine rağmen günün birinde eski kader ortağı ve mahkum arkadaşı olan Zeki’yi hatırlayarak, yanıma gelsin de yüzünü göreyim “diye, Arzu hanımın aracılığıyla o’na haber salmıştı. Arzu hanım aldığı iletiyi hemen iletmiş, ama Mehmet ağanın kendisini görmek istediği haberini alan Zeki’nin aklına geçmişte yaşadığı o acı günler gelmiş, o günleri hatırlayınca morali bozulmuş, yüzü solmuş, köyün meydanlık yerinde arkadaşlarıyla birlikte sohbet eden Zeki, orada daha fazla duramayıp doğruca evine gitmişti.

 

  Zeki ve Zekiye çoluk çocuğa karışmış, eski başıboş Zeki gitmiş, o’nun yerine çalışkan, evine, eşine, işine, çocuklarına bağlı, sözünde duran, dürüst bir Zeki gelmişti. Böylesi bir Zeki, ben o adamın yüzünden suçsuz günahsız birinin öldürülmesine yardımcı oldum. Ben o’nun yüzünden ne hallere düştüm. Anamdan emdiğim süt burnumdan geldiği gibi, ne eziyetler çektim. “diye böyle düşünerek, Mehmet ağanın çağrısına kulaklarını tıkayıp, ne olur ne olmaz “misalinden ziyaretine hiç gitmemişti. Zeki o günden bu güne kadar hala vicdan azabı çekiyordu. Mehmet ağa ise hapis yattığının son senesinde yarı açık ceza evine nakledilmiş, biraz da paranın sayesinde dışarıdaymış gibi, rahat bir şekilde günlerini geçiriyor, haftada bir koyun aldırıp hem mahkumlara hem de askerlere yedirmesi, yarı açık ceza evinin bazı eksik noksanlarını yaptırması, ağanın oraya geldiğinden beri, o ceza evinde yapılan tadilatlardan dolayı güzel bir görünüme kavuşmasından olacak ki Mehmet ağaya artı puan olduğu gibi, forsuna da diyecek yoktu. Orada sanki de hapishane komutanından önce ağa komutandı. Aslında komutan değildi, ama öyle ki sayılır sevilir bir hali vardı. Ancak, Arzu hanımın iptal edilip te elinden alınmış olan vekalet yüzünden, hala içinde taşıdığı bir kini, bir nefreti vardı. Ama içinde taşıdığı kinini, nefretini hiçbir zaman belli etmeyerek, ağaya hep şirin gözükmeye çalışmıştı. Küs olduklarından sonra, bir zaman ziyaretine hiç gitmemişti, ama şimdi her hafta giderek ziyaret ediyor, her gittiğinde de mutlaka kendi elleriyle yaptığı bir şeyler götürüyordu. Mehmet ağa hafta sonları geldiğinde, ziyaretçim gelecek “diye gözleri hep yolda oluyor, hapishane durağında duran her yolcu aracına bakarak, gelecek yolcuların kendi ziyaretçisi mi, yoksa değil mi “diye takip ediyordu. Aslında, Arzu hanımın geleceği saati de biliyordu. Ama gelen yolcu arabalarına bakmak ağada bir alışkanlık olduğu için, yinede gözünün biri yoldaydı. Ziyaretçisinin gelecek saati geldiğinde yolcu taşıyan münibüslerden biri durakta durmuş, sonuç itibariyle Mehmet ağanın ziyaretçisi gelmişti. Bazı mahkumlar için ısmarladığı hediyeleri dağıttıktan sonra, Arzu hanımla birlikte yüksek duvarlarla çevrili hapishane bahçesinde bir ağacın altına giderek, bir keyif ile yemeklerini yiyip, çaylarını içiyorlardı. Ancak, Mehmet ağa Arzu hanımı öyle çok arzulamıştı ki, eski günlerdeki gibi türküsünü söyleyemese bile, yine de elini kulağına atarak Kul Yusuf’tan şu türküyü söylemeye başlamıştı.

 

HASRETİ BURNUMDA TÜTEN GÜZEL YAR

Bu ayrılık beni sessizleştirdi
Hasreti burnumda tüten güzel yar
Kimsesizler gibi öksüzleştirdi
Hasreti burnumda tüten güzel yar

Deli gönül dertten geçilmez oldu
Sensiz lokma yeyip içilmez oldu
Leblerimden nağme dökülmez oldu
Hasreti burnumda tüten güzel yar

İsmini aklımda beller dururum
Bir değil bin kere söyler dururum
Şu gönlümü böyle eğler dururum
Hasreti burnumda tüten güzel yar

Belki bahar gelir belki yaz gelir
Korkarım ismini demem, söz gelir
Her ne kadar seni övsem az gelir
Hasreti burnumda tüten güzel yar

Unutma ha kara gözlüm unutma
Gene gördüm seni melek donunda
Kul Yusuf bir parça olsun koynuna
Hasreti burnumda tüten güzel yar.

 

Diye türküsünü sonlandırdığında, Arzu hanımın gözlerinin içine bakarak ağlamaya başlamıştı. Mehmet ağa ağladıkça, Arzu hanım içinden, sana ağlamanın ötesinde ölüm yakışır, oh olsun işte, ağla da rahatlayasın “diyordu. her ne kadar içinden böyle düşünse de, yüzüne şirin gözükmeye çalışıyor, hapishaneden çıkma zamanı yaklaştıkça, çocuklarının anası ve kaç yıllık karısı olan kadını gözünü kırpmadan öldüren adam, beni dünden öldürür “diye içine korku düştüğü gibi, bundan biran önce kurtulmam gerekiyor, ama nasıl kurtulmam gerekecek “diye kara, kara düşünüyordu. Arzu hanımın düşünceli halini gören ağa, güzel Arzum niye böyle kara, kara düşünüyorsun “diye sorduğunda? Kendine gelen hanım. Bende senin için bir türkü söylemek istiyorum da onu düşünüyorum “diye hemen geçiştirip, o’da Kul Yusuf’tan güzel bir türküyü şöylece seslendirmişti.

 

GELDİK

Benlikten kurtulup biz olalım yar
Sen ve ben birlikte olmaya geldik
Üveylikten çıkıp öz kalalım yar
Sen ve ben birlikte olmaya geldik
Can ile cananı sarmaya geldik

Kimi baş tacıdır kimi mezatta
Bedenler üşüyor kışta sazakta
Fravunun gazabından uzakta
Sen ve ben birlikte olmaya geldik
Can ile cananı sarmaya geldik

Hemanın sarayı ele kalacak
Asiye el açıp hakkı bulacak
Günahlar arınıp beden yunacak
Sen ve ben birlikte olmaya geldik
Can ile cananı sarmaya geldik

Hakkın emri ile babasız doğdu
Bir kaç ekmek ile bini doyurdu
Yüce mevlam ikimize buyurdu
Sen ve ben birlikte olmaya geldik
Can ile cananı sarmaya geldik

Der Yusuf mevlanın tek bereketi
Hazreti Resülün bize itreti
EhliBeytin yüzü suyu hürmeti
Sen ve ben birlikte olmaya geldik
Can ile cananı sarmaya geldik.

 

Arzu hanım türküsünü bitirdiğinde, Mehmet ağa için değil de kendisinin çektiği rezilliği düşünerek ağlamaya başlamıştı. O’nun ağladığını gören ağada ağlamaya başlamış, her ikisi de bir müddet ağlaştıktan sonra, kendilerine gelerek birbirlerini susturmuşlar, daha sonrada ayağa kalkarak ağaçların altında dolaşmaya başlamışlardı. Mehmet ağa, dışarıya çıkmama az kaldı. Çıktıktan sonra, İnşallah çok güzel şeyler olacak “diye gelecekten hayal kurarken. Ama Arzu hanımda bundan nasıl kurtulurum “diye kurtulmanın hayalini kuruyordu.

 Görüş saatinin sona erdiğinde, hapishaneden ayrılırken Mehmet ağaya Allah kurtarsın “diye temenni dileklerini sunan Arzu hanım münibüsle Adana’ya doğru giderken, her ne kadar birbirlerine şirin gözükseler de geleceğinin hiç iyi gözükmediğini düşünüyordu. Çünkü, Arzu hanım oturduğu daireyi kendi yakınlarından birinin üstüne tapusunu vererek, sözde çocuklarının geleceğini garanti altına almıştı. Ama ya kendinin geleceği, acaba kendi geleceği garanti altındamıydı? Korkuyordu! Korkmasında haklılık payı da vardı. Arzu hanımın içindeki korkusu kendini adım, adım tehlikeli boyutlara sürüklüyor, Mehmet ağadan sonra, kendisi Mehmet ağanın yaptığı işi yapmaya hazırlanıyor gibi bir hali vardı. Kendinden geçmiş, dalgın bir vaziyette düşüne, düşüne Adana ya geldiğinden bile haberi olmayan Arzu hanıma şoför, ablam yolcuların hepsi indi. Sizde inecekmisiniz? “diye sorduğunda, ayy özür dilerim sizden, biraz dalmışımda farkında olamadım “diyerek kendide inmişti. Ama ağadan kurtulmanın yolunu düşüne, düşüne bir hal çaresini bulmuştu galiba? Ancak sonunun nereye varacağını hiç düşünmüyor, düşünse de, nereye varacaksa varsın diyordu. Münibüsten inip de yolda giderken, bulmuş olduğu çareyi uygulamak için, ilk adımı atmaya karar verir ve hemen bir eczaneye girerek fare ilacı alıp evine gider. Arzu hanım bir daha ki görüş gününe bir gün kala, güzelce hamurunu yoğurur, yoğurduğu hamurun içine de fare zehir’ini katıp bir güzelce pişirip bir dilimini de bir kağıda sardıktan sonra, geri kalanını birilerinin eline geçip de yemesin “diye ufalayarak lavabodan döker. Artık yapacağı tek bir iş kalmıştı? Yarın ki güne yaptığı böreği Mehmet ağaya yedirmekti. Ertesi günü götüreceği her şeyi hazırlayıp yola çıkan Arzu hanımın üzerinde biraz da tedirginliği vardı. Ama kendine cesaret vererek o tedirginliğini üzerinden atmıştı. Münibüsün şoförü hemen, hemen hapishane müşterilerinin tamamını tanıyor, kimlerin nerede ineceğini bildiği için, durakta durarak Arzu hanımı indirmişti. Yoldan gelip geçen arabaları hapishaneden gözetleyen Mehmet ağa, Arzu hanımın münibüsten indiğini görünce, işte Arzum geldi “diye yüzünde tebessümü belirlenip keyiflenmişti. Ama beklide bu gün tebessümünün ya da yaşamının son günüydü! Mehmet ağa nerden bilebilirdi ki Arzu hanımın kendisine büyük bir sürpriz yapacağını? Jandarmalara günaydın asker ağalar “diyerek nizamiyeden içeri girip Mehmet ağasıyla buluşan Arzu hanım. Yine hapishane bahçesinin bir yerlerinde başbaşa oturarak hoş sohbet edip hasret gideriyorlardı. Sanki de birbirlerini ölüm ayıracakmış gibi, öyle sıcak, öyle içten, öyle sevecen ve şefkatle birbirlerine ilgi gösteriyorlardı ki.! Arzu hanım her zaman ki gibi yer sofrasını kurmuş sabah kahvaltısını birlikte yaparlarken Mehmet ağayı da kendi elleriyle besliyor, on ikiden vuracağı son vuruşunu da en sona saklıyordu. Kahvaltılarını yedikten sonra, Arzu hanım ayy Mehmet ağam, sana ellerimle börek yapıp getirmiştim, ama sofraya çıkarmayı unutmuşum. Bunu da aha bu yiyeceklerin içine bırakıyorum. Daha sonra ye emi canım. “diyerek o bir dilim böreği Mehmet ağanın yiyeceklerinin içine katmış, içinden de oh çok şükür ya, bu işi de başardım galiba “diyordu.

 

Görüş saatinin bitiş zamanı yaklaştıkça, Mehmet ağa bir daha göremeyecekmiş gibi, Arzu hanımın gözlerinin ta derinliklerinin içine, içine bakıyor, baktıkça sanki içinin yağları eriyordu. Biran bile sevdiğinden ayrılmak istemiyor, hatta görüş saati gibi bir zamanın olmadığı bir yerde olmak istediğini “diliyordu. Ama nerdeyse görüş saati gelip çatmıştı. Ancak öte taraftan Arzu hanımın bir an önce şu görüş saati sona ersede şuradan çıkıp gitsem “diye zamanın çabuk geçmesini istiyordu. Nihayetinde ayrılık saati gelmiş, diğer mahkumların yakınları birbirlerine sarılıp öpüşerek ayrıldıkları gibi, Mehmet ağada, Arzu hanımla sarılıp öpüşürken, bu öpüşmeleri sanki son öpüşmeleriymiş gibi, her ikisinin de yüzleri solgun, içleri buruktu. Yürekleri buruk bir şekilde birbirlerinden ayrılırken, Arzu hanım vicdana gelerek bir ara nerdeyse fikrini değiştirip Mehmet ağanın çantasının içindeki o bir dilim böreği, karnım acıktı “diyerek almak istemişti. Ama düşündüğü fikrinden hemen vazgeçmiş, durakta bekleyen münibüse yetişmek için, tekrar birbirlerine esenlik dileyip ayrılmışlardı. Mehmet ağa gözünü bile kırpmadan karısını, uğruna öldürdüğü Arzu hanımın ardı sıra mahzun, mahzun bir vaziyette bakarken, münibüs aldığı yolcularla birlikte hareket edip gitmiş, Mehmet ağada içinin burukluğuyla yana, yana koğuşuna vardıktan sonra, elindeki çantasını bir kenara bırakıp ranzasının üzerine ağzı üstü uzanmış, Arzusunu düşünüyordu. Ranzada uzanmış vaziyette Arzu’sunu düşüne, düşüne gözleri kapanmış, hatta uyuya kalmıştı. Ranzasına nasıl uzanıp ta uyuya kaldıysa, ertesi günü aynı yattığı şekilde uyanmış, kendi kendine az kaldı Arzum, az kaldı. Şunun şurasında bir aydan az kaldı. Hapisten kurtulduğum günü seninle bir güzelce gülüp oynayarak bayram edeceğiz. Bir kaç gün birlikte kaldıktan sonra, köyüme de giderim. Ee on sekiz yıl oldu ben köyümden, konağımdan, çiftliğimden ayrılalı! Evet, şeytana uyup bir hata edip gül gibi karımı bir hiç uğruna öldürdüm. Ama gidip yerimi yurdumu görmeliyim, çok özledim oralara! Hatta bundan sonra dünya yansa bile hiç karışmayacağım. İsterse yansın içinde neyim var ki “diyeceğim. Diye iyi kötü kendine teselli veriyordu. Arzu hanım ise dairesine çekilerek hapishaneden gelecek önemli bir haberi beklemekteydi. Bazen kendi kendine Mehmet ağa cin gibi bir adam, o’na verdiğim o bir dilim börekten şüphelenerek belki de yemeyip çöpe atmıştır. Ama inşallah yiyip geberirde, hem suçsuz yere öldürdüğü karısının ah ı çıkar, hem de ben kurtulmuş olurum. Eğer ki ölüp mölmez de hapisten sağ salim çıkar da gelirse var ya? O zaman vay gele benim başıma “diye kara, kara düşünüyordu. Arzu hanım hapishaneden geldiği günü her hangi karalı bir haber gelmediği gibi, ertesi günüde yine karalı bir haber gelmemişti. İlk İki gün içinde karalı bir haber gelmeyince, yok anam yok, bu adam dokuz canlı galiba, Azraile bile karşı gelerek vallahi de ölmez, billahi de ölmez “diye kara, kara düşünmekten başka yapacağı bir şeyi yoktu. O günüde akşam olunca, inşallah yarın güzel bir haber gelir, gayrı yatıp uyuyayım! “Diyerek yatağına uzanmış,

o vaziyette uyuya kalmıştı. Ertesi günü sabah saat dokuz sıralarında dairenin zili peş peşe çalmaya başlayınca, Sersem bir vaziyette uykusundan uyanan Arzu hanım, acaba sütçü mü geldi “diye kapıyı açtığında karşısında hiç beklemediği Mehmet ağanın avukatını görünce, şaşkın bir vaziyette hayırdır avukat bey, sabah, sabah niye geldin ki? “diye sorgularken, avukat bey’de Arzu hanıma bu sabah saat yedi de hapishane komutanı beni arayarak Mehmet ağanın hastaneye kaldırıldığını haber etti. Ben de avukatı olarak hemen hastaneye gittim. Ama maalesef yediği bir şeyden zehirlenerek Mehmet ağayı kaybettik, başınız sağ olsun! “deyip haber verdiğinde, Arzu hanım, ayy Mehmet im sana kurban olaydım, keşke senin yerine ben öleydim. Sen neyi yedinde zehirlendin kurban olduğum Mehmet im “diye şeytanlık yaparak ağlamaya başlayınca, avukat bey sözlerini sürdürerek, Mehmet ağa zehirlenip öldüğünde elinde bir parçada börek varmış! Acaba börekten mi zehirlendi “diye o böreği de alıp adli tıpa götürmüşler, “diyerek olayı izahat ederken, Arzu hanım şaşırmış bir vaziyette gözleri fal taşı gibi açılarak “ney” börek mi? Geçenlerde börek yaptım bir dilim de o’na götürdüm. Geri kalan böreklerde aha burada “deyip tepsiden bir dilim börek alarak yemeye başlamış, zehirli olsa beni de zehirler “diyordu. Ama yüreğine de korku düşmüş, hadi börekten olmuş derseler, ben ne yapacağım avukat bey? “diye çaresizce kendine acındırmak istiyordu. Avukat bey de, eğer ki börek temiz çıkarsa sana bir şey olmaz. Eğer ki temiz çıkmazsa, işte o zaman araştırırlar ve en sonunda o böreği senin götürdüğünü bulurlar! Ondan sonrada senin ifadene başvururlar. Zaten börekte zehir tespit ederlerse, kasten adam öldürmekten seni idamla yargılarlar! Daha sonra müebbete çevrilir, daha sonra iyi halden indirimle yirmi dört yıla çevrilir, yirmi dört yılında en az on sekiz yılını içerde yatarsın “deyip olabilecekleri sıralayınca, Arzu hanımın beti benzi gitmiş, sararıp solmuş, hay vah hay, şu başımıza gelenlere bak “diye sızlanmaya başlamıştı. Hani “mazlumun ah ı yerde kalmaz, eden bulur “derler ya! Arzu hanım çırçırda çalıştığı ve yaşadığı o zor günleri unutmuş, ağayla tanışıp ta sevgili olunca, Teslime kadını kendine rakip görerek Mehmet ağayı günde bir parça doldurmak suretiyle biçare Teslime kadının üzerine göndermişti. Sonuç itibariyle her ikisi de o’nun ölümüne sebep olmuşlardı. Teslime kadının ne suçu, günahı vardı da o’nun ölümüne sebep oldular. Mehmet ağa kendi çocukları tarafından annemizi babam ve köylümüz olan Zeki boğarak öldürdüler “diye şahitlik ettiklerinden dolayı, ağayla Zeki yıllarca hapiste yattığı gibi, Teslime kadının ölümünde parmağı olan. Arzu hanım Mehmet ağanın mallarından bazılarını eline geçirdiği için, ondan korktuğundan olacak ki, belki de şimdi ölüm sırası Mehmet ağaya gelmişti. Yıllarca birlikte yaşadığı, ekmeğini, aşını yediği, kendini fabrika işçiliğinden hanım ağa konumuna getirdiği Mehmet ağaya zehirli börek yedirerek, onunda ölümüne sebep olmuştu. Mehmet ağa hayata veda ettiği gibi, Şimdi hapiste yatma sırası da kendisindeydi! Ve böylece adalet yerini bulacak Teslime kadına yapılanlar çıkacaktı. Avukat gittikten bir saat kadar sonra, bir kere daha kapının zili çalınıp da, açtığında karşısında gördükleri devletin polisleriydi. Çünkü tahkikat bitmiş, o bir dilim börekte fare zehiri çıkmış, şüpheli sıfatıyla Arzu hanıma kelepçe vurup götürürlerken, hemen önlerinde de Naçarlı köyüne doğru Mehmet ağayı götüren cenaze arabası gidiyordu. Ve böylece mazlumun ah ı yerde kalmamıştı.

Karalı haber tez duyulur “derler. Mehmet ağanın cenazesi daha köye gitmeden, ölüm haberi gitmişti. Ölüm haberini duyan köylü gençlerden birkaçı mezarlığa giderek mezar kazarken, köy kahvesinin önüne toplanarak cenazeyi bekleyen köylülerden Ayşe’lerin Mustafa’yla yanındaki köylüsü Mehmet ağanın geçmişinden bahsediyorlardı. Biri diğerine, ne suçu günahı vardı da Teslime kadını boğarak öldürdü. Yetmezmiş gibi kendi yaptığı suça suç ortağı ederek Fukara Zeki’nin de başını yakıp, adamın yıllarca hapiste yatmasına sebep oldu. Hani ne demişler atalarımız? Etme kulum bulursun, inileme ölürsün. Sen kalak bir fabrika işçisi için Teslime kadının canına kıy. Senin malın için de fabrika işçisi kalkar senin canına kıyar. İyi ki çocukları akıllı çıktılarda mallarına mülklerine sahip oluyorlar! “Diye birbirleriyle dertleşirlerken, köyün öbür başından cenaze arabasının acı, acı çaldığı siren sesi gelmeye başlamıştı! Cenaze arabasının sesini duyan Köylülerde hep birlikte konağa doğru yürümeye başlamışlardı. On sekiz yıldır köyünü, köylülerini, konağını görmeyen Mehmet ağanın tabutu cenaze arabasından alınıp konağın önüne indirilerek hısım akrabaları tabutun etrafını çevirip başına toplanmışlar, artık ağlamalar, sızlamalar başlamıştı. Daha sonra cenaze yıkanıp mezara defin edilene kadar bütün dini görevlerde yerine getirilerek bir Mehmet ağa devri böylece kapanmış oluyordu. Ayşe’lerin Mustafa üzüm bağına hırsızların girmemeleri ve bağlarına sahip olmaları için, her gün ikindi vakti gidip akşama kadar bağı bekle! “Diye oğlu Yaşarı tembihlemişti. Yaşar da her gün bağa gidip gecenin bir yarısına kadar hem bağı bekliyor hem de orada zamanını geçirdiği gibi, bazen de haymanın üzerine çıkarak sağı solu daha iyice gözetliyordu. Günün birinde Yaşar haymanın üzerinde çevreyi gözetlerken, üzüm teveklerinin arasında bir kıprama, bir hışırtı sesi duyarak dikkatini o tarafa çevirmişti. Üzüm teveklerinin sağa sola devrilmesiyle birlikte hışırtıyla gelen o sesin ney olduğunu henüz görmemişti. Ama aradan çok zaman geçmeden o hışırtıyı çıkaran ortaya çıkmıştı. Yaşar o hışırtıyı çıkaranı görünce, yıllar önce bağı budayıp ta çalı çırpısını bağdan dışarıya taşıdığında bir yığın çalının altından çıkan o karayılanı hatırlamış, işte bu karayılan o karayılan “diyordu. Ama görür görmez korkmuştu da, korkmakla kalmayıp korkusundan haymanın ön tarafından orta yerine kadar geri geriye çekilen Yaşar,

daha dikkatlice yılana bakarken karayılanda sürünerek haymanın karşısına geçip başını yukarıya kaldırmış, o’da Yaşar’a doğru bakıyordu. Karayılan Yaşara, Yaşar’da karayılana sanki iki sevgililer gibi, öyle bakışırlarken, Karayılan Yaşarın karşısında bazı kıvrak hareketler yaparak adeta genç kızlar gibi dans etmeye başlamıştı. Bir müddet hem dans edip hem de birbirlerine bakıştıktan sonra, karayılan tekrar üzüm bağının içine doğru sürünüp gider. Karayılan çekip gidince, Yaşar’da haymadan inerek evlerine gider. Ancak, karayılanı ilk gördüğü anda korkan Yaşar, karayılanın kendine bir şey yapmadığını, sadece kıvrak hareketlerle dans ettiğini gördüğünden olacak ki biraz olsun korkusu geçmiş, içi rahatlamıştı. İçi rahatlamış olsa da yolda giderken, acaba karayılan peşimden geliyor mu “diye ara, sıra geriye dönerek bakıyor, bazen de keşke bu karayılan güzel bir kız olsaydı! Ya da ben o karayılanın eşi bir karayılan olsaydım da birbirimizle sevgili olsaydık “diye aklından böyle yerli yersiz düşünceler geçirerek hayaller kuruyordu. Daha hayal kurmayı bitirmeden evlerine gelen Yaşar, elini yüzünü yıkadıktan sonra, anasının hazırladığı sofraya oturmuş yemeğini yerken, anasına ana, babam nerede, o niye sofraya gelmiyor, yoksa evde yok mu babam? “Diye babasının evde olmadığının farkına varan Yaşar, babasını sorurken, anası da baban kahvenin önünde üzüm satıyor “oğlum! Şimdi birazdan o’da eve gelir “diye karşılıklı konuşurlarken dış kapı açılarak Ayşe’lerin Mustafa’da eve gelmişti. Fatma kadın eşini karşılayarak, hoş geldin evimin direği, nasıl ettin satabildin mi üzümleri Mustafa’m? Aman ha satamadım “demeyesin! Eğer ki satamazsan var ya, benim halim duman olur vallahi? Her neyse, Yaşar yemeğini yiyor! Sende git yemeğini ye de, ondan sonra, üzümleri satıp satmadığını konuşuruz “deyince, Mustafa daha fazla dayanamayıp, Allah aşkına sen, benim üzümü satıp satmadığımı ne edeceksin? Bu gün satılmasa, yarın satılır İnşallah. Yoksa sana para mara mı lazım oldu da, durmadan üzümün satılıp satılmadığını soruyorsun “diye Fatma kadını sıkıştırınca, Fatma kadında he Mustafa’m he, he, aynı senin dediğin gibi, yani, bana para lazım para. Yaşar’ın yorganına yorgan yüzü aldım da onun için üzümün satılıp sayılmadığını soruyorum “diye halini arz ediyordu. Ayşelerin Mustafa’da yahu senin istediğin para olsun başımın tacı, evimin nuru güneşi. İstemediğin kadar al sana para “diyerek cebinden çıkardığı demetle parayı Fatma’ya uzatınca, Fatma kadın’da Mustafa’ya, ben biliyordum Mustafa’m, ben biliyordum zaten. Benim Mustafa’m beni parasız, pulsuz bırakmaz diyordum. “Diye karı koca birbirleriyle para hususunu konuşurlarken, Yaşar’da yahu ana, baba ne duruyorsunuz orada? Niye gelip de yemeğinizi yemiyorsunuz “diye anasıyla babasını yemeğe çağırıyordu. Ancak, üzüm bağında gördüğü karayılandan hiç birine bahsetmemiş! Anasıyla babasının Yaşarın ne korkular çektiğinden haberleri olmadığı gibi, karayılan’dan hiç mi hiç haberleri olmamış, Yaşarın her gün üzüm bağına gittiğini, gece yarısına doğru eve geldiğini! Sadece bunu biliyorlardı. Ancak, Yaşar üzüm bağına her ne zaman varırsa varsın, karayılan o’nun oraya geldiğini biliyor, ama hiç çıtırtı çıkarmadan kırağı, kırağı durarak uzaktan, uzağa Yaşarın yüzünü seyrediyor, o’nu uzaktan da olsa görüp rahatlıyordu. Öğlenin sarı sıcağından bunalmış olan Yaşar, akşamın gölgesi düştüğünde uykusu gelmiş, uykunun verdiği mahmurluk göz kapaklarını yorunca, haymanın üzerine çıkıp yatağına uzanmıştı. Yatağına uzanır uzanmaz gözleri kapanan Yaşar, derin bir uykuya dalmış, mışıl, mışıl uyurken, bu durumu fırsat bilen karayılan, yavaşça haymanın üzerine çıkarak bir müddet yaşarı seyreder, Yaşarı seyrederken, aynı insanoğlu gibi gözlerinden damla, damla gözyaşlarını döken karayılan her nedense bilinmeyen bir sebeple ağlıyordu. Daha sonra, Yaşarın ayak kısmından başlayıp ta ki başına kadar, bütün vücudunu koklayıp tekrar geriye çekilerek yine bir müddet Yaşarın yüzünü seyrederek ikinci kez gözlerinden dökmeye başlamıştı. Öyle bir akıllı karayılandı ki, Yaşarın uyku arasında sağa sola döndüğünü görünce, beni görüp de korkmasın “diye hemen haymadan aşağıya doğru sarkıyor, biraz o vaziyette durduktan sonra, tekrar haymanın üzerine çıktığında Yaşarı sırt üstü yatar vaziyette bulmuştu. Karayılan kendi kendine Yaşara sarılıp ta birlikte uyumanın tam zamanı, işte fırsat bu fırsat! “Deyip Yaşarın yanına boylu boyunca uzanmış, başını da Yaşarın döşünün üzerine koyarak! Bir karayılan ile bir insanoğlunun birbirine sarılmışlığı, örnek gösterilecek olursa, bir oğlana sevgili olan kızın sarılıp ta başını döşüne koyduğu gibi “yani, karayılan sevgilisi olan Yaşarın döşüne başını koyarak birbirlerine hasret kalmış iki sevgili gibi uyumaları görmeye değerdi. Yaşar karayılanın ağırlığından olacak ki, hem terlemiş hem de döşüne bir ağırlık konmuş gibi, sağa sola dönemez hale gelmişti. Bu durumun farkına varan karayılan. Yaşarın döşünden başını yavaşça kaldırıp geriye çekilerek yine haymadan aşağıya doğru sarkmış, ama görmesin “diye başını haymayı örten hasırotunun arasında saklayarak, yeni evlenmiş çiftlerden damadın uykudan uyanmasını bekleyen taze gelin gibi, Yaşarın uyanmasını bekliyordu. Karayılan boşuna ağlamıyor, Yaşara aşık olduğu her halinden belli oluyordu. Ama biri İnsani diğeri ise hayvani sıfattaydı. Biri ayaklarının üzerinde yürürken, diğeri ise sürüngen biriydi. Karayılanın Yaşara aşık olduğu gibi, Yaşarda karayılana aşık olmuş olsa, bunlar birbirlerine nasıl sarılacaklardı? Sarılsalar bile, biri insani, diğeri ise hayvani olarak mı sarılacaklardı? Karayılanın aşık olduğunu daha anlamayan Yaşar! Anasının vurduğu ad’la geziyordu. Nihayetinde Yaşar terlemiş bir vaziyette uykusundan uyanıp kalkmıştı. Yaşarın uyanıp ta kalktığını gören karayılan, Yaşar rahatsız olmasın “diye hiç çıtırtı bile çıkarmadan olduğu yerde öylece kalakalmış, ta ki Yaşar haymadan aşağıya inip de evlerine gidene kadar oradan kıpramamıştı. Ne zaman ki Yaşar köylerine doğru giderken, karayılan tekrar haymanın üzerine çıkarak sevdiği adamın peşinden hem bakıyor hem de ağlıyordu.

Yaşar’a sevdalanmış olan karayılan hemen, hemen her gün sevdiğini görüyor, sevdiğini görmekten de oldukça mutlu oluyordu! Ama gel gelelim Yaşar’ın durumuna, Yaşar’ın durumu nasıldı acaba? Karayılan gibi, Yaşar’da karayılanı görmekten mutlumuydu? Bir keresinde Yaşar haymanın üzerinde uyurken karayılan yine sessizce gelip Yaşarın yanına uzanmış, sanki iki sevgililer gibi, başını da usulca döşüne koyarak kendiside uyumaya başlamıştı. Nasıl uyumasın ki, Yaşar daha gencecik pırıl, pırıl çocuk, yanakları Amasya’nın kırmızı elması gibi, al aldı. Karayılanda kendisinin “ya bir kız olmasını, ya da Yaşarın bir karayılan olmasını, yani ikisinin de ya insani, ya da hayvani sıfatta birer canlı varlık olmasını çok istiyordu. Zaman, zaman başını göğe doğru kaldırıyor, belki de Allah’tan böyle bir dilekte bulunuyordu. Ama maalesef karayılanın neyi düşündüğü gibi, nede dilediği gibi olmuyor, biri insani sıfatta, bir diğeri de hayvani sıfattaydı. Yaşar uykusundan uyanmış, ama göğsünde ve kolunun üzerinde yumuşak bir ağırlığın varlığını hissetmişti! Gözlerini açıp dikkatli bir şekilde hem göğsüne hem de koluna baktığında, karayılanın gövdesi kolunun üzerinde, başını da göğsüne koyarak yattığını görmüş, Yaşar karayılanın yanında yattığını görünce biraz olsun korkmuştu! Ama kendine cesaret vererek boşta kalan eliyle karayılanın başıyla gövdesini sevmeye başlar! Karayılanda kendine yabancı bir cismin değdiğini hissederek uyanmıştı. Ancak, sevdiği çocuğun eli kendinin üzerinde gezinerek sevildiğinin farkına varınca, sanki genç bir gelinin kocasının koynunda, döşüne başını koyup ta kendini sevdirdiği gibi, karayılanda sanki öyle bir gelin gibi, kendini Yaşara sevdirmenin keyfini yaşıyor, okşandıkça kendini bırakarak gevşiyor, gevşedikçe çok ta mutlu oluyordu. Nitekim, sonuçta karayılan başını kaldırarak bir müddet Yaşarın yüzüne bakmaya başlar, Yaşarın yüzüne bir müddet baktıktan sonra, sanki genç bir kız gibi, Yaşara sarılarak haymanın üzerinde alt üst olarak döne, döne aşkını yaşıyordu. Yaşarın ise karayılana karşı koyacak durumu olmadığı için, işi oluruna bırakmış, o’da birlikte dönüyordu. Karayılan yaşadığı bu aşkı, bu sevdayı, bu sevişmeyi bırakmak istemiyor! Ama sürüngen bir hayvanda olsa, Yaşarın yorulduğunu hissettiğinden olacak ki! Sevdiğinin vücudundan ayrılıp gövdesinin yarıdan fazlasını haymadan aşağıya sarkıtmış vaziyette hem sevdiğini seyredip hem de birkaç kere öpücük atar gibi yaptıktan sonra, aşağıya inip de giderken her iki üç metre de geriye dönüp, dönüp Yaşara bakması, Yaşarın hoşuna gelsede, biraz olsun içindeki korkuyla birlikte o’da karayılanı sevmeye başlamıştı. Yaşar bir ara dikkatini başka bir yere verdikten sonra, tekrar dönüp karayılana baktığında, karayılanın gözden kaybolup gitmiş olduğunun farkına varır!

Aradan bir iki saat geçtikten sonra, artık Yaşar’ında eve gitme zamanı gelmişti. Kendi kendine hadi oğlum Yaşar haymadan in’de yavaş, yavaş köyün yolunu tut “diyerek aşağıya inip yolu eline almıştı. Yılanın yüzü soğuk olur “derler. Evet, yılanın yüzü soğuktu, ama ya Yaşar! Yaşarın durumu nasıldı? Daha genç yaşında çocuğa bir karayılan musallat olmuş, kendisi istemese de zaman, zaman karayılanla birlikte olması, hatta karayılanın kendi sevgilisiymiş gibi, Yaşarla kucak kucağa olarak birlikte yatmaları, yüzde on oranında hoşuna gelse de, yüzde doksan oranında korkuyordu. Yaşarın korkuları yüzüne de yansıyor, gün geçtikçe sararıp solmaya başlamıştı. Yaşarın günden güne sararıp solması babası Ayşe’lerin Mustafa’yla, anası Fatma kadının dikkatini çekmiş olacak ki, her ikisi de birbirlerine oğullarından bahsederken, bu oğlanı bir doktora götürüp göstermek lazım, acaba niye böyle sararıp soluyor. Doktor bey bir güzelce muayene eder, hastamı değil mi? Sonucunu bize bildirir. Ama gene de oğlana soralım, eğer bir derdi sıkıntısı varsa, en azından sorup öğrenmiş oluruz “diye mutabık kalmışlardı. Konu kapandıktan sonra, Fatma kadın şimdi oğlan bağdan gelir, oğlan gelmeden yemeği pişireyim de hazır olsun “diye aş ekmek hazırlama işine koyulur! Daha yemek hazırlanmadan Yaşar eve gelmişti bile, ama sabah ki gittiği durumundan, şimdi ki geldiği durumu daha farklıydı. Sabah güldükçe yüzünde güller açan Yaşarın, şimdi yüzünde olsun, gözlerinde olsun derin bir korku vardı. Sanki bütün benliğini korku sarmış, sessiz sedasız kalmıştı. Babasıyla anası hemen durumun farkına vararak oğullarına, senin bu yüzündeki, gözündeki korku niye? Sen niye bu kadar solgun vaziyettesin. Yoksa birileri seni rahatsız mı ediyor, ya da ne bilelim, seni korkutanlar mı var? Diye sorguladıklarında, Yaşar’da başına gelen karayılan olayını tek, tek anlatmıştı. Babasıyla anası karayılanın oğullarına musallat olduğunu duyduklarında çok şaşırmakla birlikte, babası hiddetlenerek, o zaman ben yarın gidip o karayılanı arar bulurum, bulduktan sonra da o nu silahla vurup öldürürüm “diyordu. Kocasının gidip de karayılanı vuracağını duyan Fatma kadın kocasına dönerek, aman ha Mustafa’m, sakın gidip de karayılanı öldürmeye kalkma, vurup öldürürsen o’nun bir eşi daha vardır. Döner dolaşır gelir bizden intikamını alır. Eğer ki vurup öldüremezsen, bu seferde bu karayılan döner dolaşır bizden intikamını alır. Allah esirgesin oğlumuza bir kötülük düşünürse, o zaman daha mı iyi olur “diye kocasını ikna eyleyip, tekrar laf vererek, gel bu oğlanı gardaşın gilin oraya gönderelim. Gitsin bir müddet onlarda kalsın “diye fikrini ortaya koyunca, bu fikir Ayşe’lerin Mustafa’nın da hoşuna gelmiş olacak ki, tamam hatun. Vallahi de tamam, billahi de tamam. Yarından tezi yok Yaşarı alıp götüreceğim gardaşım gile! Bir müddet orada kalsın. Bir müddet orada kaslında çocuğun beti benzi üzerine gelsin. “Diye mutabık kaldıktan sonra, de hadi şimdi soframızı kurda hep birlikte yemeğimizi yiyelim “diyordu.

Yemekler yendikten sonra, Fatma kadın şu oğlanın giyecek çamaşırlarını hazırlayayım da oraya gittiğinde perişan olmasın çocuk! “Deyip çamaşır selelerinin olduğu odaya giderek duvarın dibindeki tahta bavulu da aldıktan sonra, Yaşar’ın çamaşırlarını koyduğu seleden giyeceği çamaşırları birer, birer alıp özenle bavula yerleştiriyordu. Bavulu hazırladıktan sonra, hah bu iş de tamam “deyip oturdukları odaya geri gelmişti! Oda’ya geldiğinde, Ayşe’lerin Mustafa oğlanın çamaşırlarını hazırladın mı hatunum? Duvarın dibinde yıllardan beri duran birde bavul vardı, çamaşırları o bavula yerleştir de yarın giderken elimizde sadece bavul olsun “diye akıl veriyordu. Fatma kadın’da he Mustafa’m he, aynı senin dediğin gibi yaptım. Allah nasip ederde yarın gideceğiniz zaman bavulu alıp gidersiniz. Ha bu arada gardaşına olsun, eltime olsun, hatta çocuklara bazı hediyeler de koydum. O hediyeleri de ayrı bir beze sardım ki, oraya varıp ta bavulu açtığında bezde sarılı olanı, aha bunu da Fatma size gönderdi. “Diye söyleyip, öylece eltime veresin. Eltimde kendi kafasına göre dağıtımını yapar “diye birbirleriyle istişare içinde olurken, Fatma kadın Yaşar’a gözümün nuru, canım oğlum benim, yarın emmisi gile gitti mi çok, ama çok özleyeceğim. Şimdi yanımdayken doyasıya sarılıp öpeyim bari “deyip oğluna sarılıp, sarılıp öpüyordu. Birbirleriyle hayli sohbet ettiklerinden olacak ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmamışlar, akşam gece yarısı olmuştu. Fatma kadın zamanın geçtiğinin farkına varınca, de hadi yatın gari, sabah erkenden kalkıp yola gideceksiniz “diyerek yatmalarını söyleyince, anasıyla babasından önce Yaşar kalkıp yerine yatmıştı. Yaşar yerine yatınca anasıyla babası da kalkıp yatmışlardı. Sabahın ilk ışıklarında Fatma kadın yerinden kalkarak çay demleyip kahvaltılık hazırladıktan sonra, kocasını uyandırmış. Daha sonra da Yaşarının başına giderek, oğlundan bir müddet ayrı kalacağı ve bu hasrete dayanamasa bile, mecburen dayanmak zorunda olduğunun bilincinde olduğu için, hem oğlunun başını okşayıp hem saçlarını sevip hem de oğlum Yaşarım hadi uyanda kalk ki kahvaltını edesin. Şimdi birazdan köyün arabası gider “diyerek oğlunu uyandırmıştı. Kahvaltılarını yaparlarken Fatma kadın kocasına, Mustafa’m sende orada fazla kalma emi!  Bir gün ya da iki gün kalırsan yeter. Yaşarımda hele bir müddet kalsın. Bir müddet kalsın da hem çocuğa musallat olan şu karayılandan kurtulmuş olur, hem de beti benzi üzerine gelir çağamın “diyerek yine sarılıp öpüyordu. Adana’ya Ceyhan’a gidecek arabanın kornası çalmaya başlamıştı. Şehir’e ya da kaza’ya gidecek olan köylüler, kornanın sesini duyunca daha çabuklaştıkları gibi Ayşe’lerin Mustafa’yla Yaşar’da çabuklaşmışlar, birbirleriyle helalleşip ayrılmak isterlerken Fatma kadın bir kere daha oğluna sarılarak hem koklayıp hem öpüyordu. Onlar giderlerken, bende sizinle geleyim “deyip yolcu eylemek için, kendiside oğluyla, kocasıyla birlikte arabanın yanına gidip yolcu eylemişti.

Yolcular köyün arabasına binip giderlerken, Fatma kadın arkalarından bakarak, elden çıktınız, İnşallah nasipten çıkmazsınız! Sağ gidip selametle gelesiniz İnşallah “diyerek geri dönüp evine gider. Aradan iki gün geçtikten sonra, oğlunu kardeşi gile bırakan Ayşe’lerin Mustafa’da geri evine gelmişti. Ancak, aradan geçen o iki gün içinde oğluna özlemiş olan Fatma kadın, kocasına buradan oraya nasıl gittiklerini, orada kaynını, eltisini, çocuklarını, yani herkesi tek, tek sorup sual eylediği gibi, gönderdiği hediyelerini onlara verdiğinde memnun olup olmadıklarını soruyordu. Kocası Mustafa’da kendilerini gayet iyi karşıladıklarını, çoktan beri bizi görmediklerinden olacak ki, biran da ikimizi karşılarında gördükleri için, çok sevindikleri bile hepsinin gözlerinden belli olduğunu anlatarak karı koca o iki günün nasıl gelip geçtiğini birbirleriyle paylaşıyorlardı. Yaşar köyden gideli aradan bir hafta geçmişti. Bir haftadır üzüm bağına gitmediği için, karayılanı bir tedirginlik almış, aha bu gün gelir, aha yarın gelir “diye yolunu gözlese de bir hafta’dır Yaşarı göremeyen karayılan, sanki deli divaneye dönmüş, çıldırırcasına üzüm bağının etrafını fır dönüp dolaşmaya başlamıştı. Öyle dönüp dolaşmakla olmayacağını anlayınca, kendi içgüdüsüyle köye doğru sürünerek gitmeye başlar! Yaşarların evi köyün ilkokulunun bahçesine bitişik bir yerdeydi. Evlerin, okulun bahçesinin yanında olduğunu nasıl öğrenmişse, sürüne, sürüne okulun bahçesinin oraya kadar gelip kuyruğunun üstüne dikelerek başını da havaya kaldırıp saatlerce evi gözetlemeye başlar. Ancak karayılanın gelip de evi gözetlediğini Yaşarın babası, anası, kardeşleri hatta köylülerin çoğu görüyorlardı. Onlar karayılanın çektiği aşk acısının farkına vardıkları için, aşkına saygı duyuyorlar, hiç karışmıyorlardı. Kahinatı yaratan, bütün canlıyı cansızı yaratan yüce Allah neye gadir değil ki? Şu karayılan’ın içinde ki aşkı bile yüce yaratan ona nasip eylemiş ki; yüreğindeki kara sevdası sanki gözlerini kör etmiş, Yaşarını görmek için, insanoğlunun zalimliğinden korkmayıp onca tehlikeleri bile hiçe sayarak köydeki okulun bahçesine kadar gelip sevdiği oğlanı görmek için evlerini gözetliyordu. Böylesi bir aşka, böylesi bir sevdaya ancak ki şapka çıkartılırdı. Karayılanın köyün okulunun bahçesine gelip de Yaşarların evini gözetlemesi iki ay kadar sürmüştü! Bu iki ay zarfında her gün sabah ve akşam düzenli bir şekilde gelip gitmişti! Ama Yaşarını göremeyince okulun bahçesinin oraya bir daha gidip de evi gözetlememiş, oraları terk eylemişti. Evlerinin gözetlenmediğinin farkına vardıklarında, derin bir “oh, çekerek çok şükür sana yüce rabbim diyorlardı. Günün birinde Ayşe’lerin Mustafa’yla birlikte Fatma kadın ve çocukları üzüm toplamak için, üzüm bağına gittiklerinde! Çocuklarına, çocuklar siz buralarda ya da haymaya çıkıp oynayın. Bizde üzümü topladıktan sonra, hep birlikte geri gideriz. “Tamam mı “Diyerek çocuklarını haymanın yanında bırakmışlar, kendileri de üzüm toplamak için, bağın içine doğru yürüyorlardı ki! Biran da çocukların baba, ana “diye bağırarak çığlıklarını duyduklarında, ilk akıllarına gelen karayılan olmuştu. Karı kocanın yüreğine damlayan bir yılan korkusuyla geriye dönüp çocuklarına baktıklarında, ana, baba çabuk buraya gelin “diye hala korkuyla birlikte çığlıklar atıyorlardı.

Ayşe’lerin Mustafa’yla Fatma kadın herhalde çocuklara bir şey oldu. Ya da karayılanı gördüler “diye ellerindeki bağ makasıyla birlikte koşarak haymanın yanına geldiklerinde, çocuklar niye böyle çığlık çığlığa bağırıyorsunuz? Ne oldu size, neyiniz var çocuklar? Deyip soruştururlarken, çocuklarda analarıyla babalarına, yukarıya çıkında bakın hele, burada ölü bir yılan var “diyorlardı. O heyecan ve telaş içinde haymanın üzerine çıkıp baktıklarında, ne görsünler? Gördükleri şey, karayılanın kavıydı. Karayılan derisinin bütün kavunu haymanın üzerine kavlayıp bırakmıştı. Ayşe’lerin Mustafa’yla Fatma kadın çocuklarına sarılarak, korkmayın çocuklar, korkmayın. Bu sadece karayılanın kav’ı. Karayılan gelip buraya kavını kavlamış! Bundan hiç korkulur mu “diye çocuklarını teselli ediyorlardı. Sonuçta, Ayşe’lerin Mustafa kav ı toparlayıp aşağıya inerek bir çukur kazıp gömmüş, kav’ın gömüldüğünü gören çocuklar da biraz olsun rahatlamışlardı. Ama bütün aile bu karayılan hikayesinden oldukça rahatsız oluyorlar, kurtulmak için karayılanı öldürseler Allah’tan korkuyorlar, öldürmeseler, karayılanın kendilerine zarar vermesinden değil, ama yinede rahatsız oluyorlardı. Nihayetinde ellerini biraz çabuk tutarak iki saat içinde üzümleri toplayıp, üzüm sandıklarını da eşeğe yükleyerek köyün yolunu tutmuşlardı. Yaşar köyden emmisi gile gideli tam bir yıl olmuş, o bir yıl içinde hem içi rahatlamış hem de beti benzi üzerine gelmiş, sanki yüzünden kan damlıyordu. Bir yılın sonunda tekrar köyüne gelen Yaşar geçmişte yaşadığı karayılan hikayesini unutmasa da, kendinden emin, içi rahat bir şekilde yine üzüm bağına gidip gelmeye başlamıştı. Bir gün haymanın üzerine oturmuş sağı solu gözetlerken gayrı ihtiyari yere doğru baktığında tamda karşısında kuyruğunun üzerine dikelmiş vaziyette karayılanın kendine doğru baktığını görmüş, bir yıldır hem bağdan hem de karayılandan uzak kaldığı için, içi rahattı. Ama şimdi biran da karşısında görünce korkmuştu! Korkusunu yenmek için, kendi kendine türkü söylemeye başlar! Ancak Yaşarın söylediği türküsü karayılana dokunmuş olacak ki, kuyruğunun üzerinde hiç istifini bozmayarak huşuu içinde bir aşkla dinleyip, dinledikçe hüzünlenerek aynı insanoğlu gibi ağlamaya başlayınca, karayılanın ağladığını gören Yaşar, karayılan ağlamasın “diye türküsünü yarıda kestikten sonra, ey güzel karayılan beni seviyorsan? Hadi buradan yuvana git de, bende inip evimize gideyim. “diye ricada bulununca, bunu duyan karayılan başını yere eğip biraz öyle durduktan sonra, üzüm bağının içine doğru süzülüp gider. O gidince Yaşar’da haymadan inip köye doğru yollanır. Kendine aşık olan karayılanı bir senedir görmüyordu. Ancak, bu gün görünce sanki bir yakınını görmüş gibi içten içe sevinmiş olmasına rağmen, sevindiği kadar da içine korku düşmüştü. Yaşarın üzüm bağına daha ilk gittiği günde karayılanla karşılaşmasını hiç yadırgamamış, karayılanın kendine aşık olduğunu bildiği için normal karşılamıştı. Geçen seneki durumundan bu sene biraz daha aklı yetik ve cesaretli gözüken Yaşar. Ertesi günü bağa giderken nereden geldiği belli olmayan bir yaban köpeği havlayarak kendine saldırınca, Yaşar da korunmak amacıyla haymaya doğru koşmaya başlamıştı. Yaşar haymaya doğru koşarken köpeğin acı, acı çığlığını duymuş, gayrı ihtiyari geriye dönüp baktığında, gözlerine inanamadığı bir olaya şahit olmuştu. Esası itibariyle olayın gelişmesi şöyle başlamıştı. Yaşar’ın hangi saatte bağa gelip gittiğini öğrenmiş olan karayılan, kendini göstermemek için, her zaman kuytu yerlerde gizlenerek Yaşarın yolunu beklermiş! Ne zaman ki Yaşar oradan gelip geçerse boyuna, pos una, yüzüne baka da biraz olsun neşelene, içi rahatlaya! O günü de yine aynı şekilde Yaşarın yolunu beklerken, bir köpeğin havlayarak Yaşara saldırdığını, Yaşarında köpekten korkup haymaya doğru koştuğunu görünce, bu duruma daha fazla dayanamayıp hemen harekete geçerek o görkemli heybetiyle köpeğin karşısına çıkıp bir kafa darbesiyle onu vurmuştu. Köpeği vurduktan sonra, çevik bir hareketle onun vücuduna sarılarak yere yatırmış, karayılanın köpeğe sarılıp ta yere yatırdığında, köpek neye uğradığını şaşırmış, Yaşarı korkuttuğuna bin pişman olmuştu. O pişmanlıkla acı, acı feryat ettiğini duyan Yaşar! Geriye dönüp baktığında, kendine aşık olan karayılanın köpeğe sarılarak boğmaya çalışmak istediğini görünce, Karayılanın kendine aşık olduğu kadar, kendiside karayılana minnettarlığını ifade ederek, iyi ki varsın be karayılanım. İyi ki beni takip etmişsinde bu azılı köpekten canımı kurtardın “diyor, ama o heyecan ve korkuyla haymanın üzerine çıkarak olan biteni izliyordu. Sonuç itibariyle kızıl günün yukardan aşağıya ışınlarını vurmasıyla, kurumuş toprağın üzerinde karayılanın köpeğe sarılmış bir vaziyette döne, döne boğmasını seyrederken bir müddet sonra, o acı çığlıklar kesilmiş, hatta etrafa yayılan o toz bulutları bile dağılmış, ama hala karayılan köpeğe sarılı vaziyette kıpramadan yerde yatıyorlardı. Yaşar azılı veya kuduz bir köpekten kurtulduğuna sevinmişti. Ancak, acaba karayılanıma bir şey oldu mu? “Diye endişelenmiş olmasına rağmen, gidip bakmak istese de korkusundan haymadan aşağıya inemiyordu. Yaşar kendi kendine, yahu daha iki gün oldu bağa geleli, ama şu iki günde başıma türlü işler geldi. Hele bak şu bendeki kötü kadere ki neler yaşadım şu iki günde “diye hayıflanıyordu. Yaşar köpekten korktuğu kadar, karayılanın da canını ortaya atarak kendini kayırması, yani gördüğü o manzarayı düşünerek karşıda olan biteni seyrederken bir kıpramanın olduğunu görmüştü. Demek ki karayılan köpeği boğmuş olacak ki orada bir kıprama olmuştu! Biraz daha beklediğinde karayılan yavaş, yavaş köpeği gevşeterek onu bırakıp haymaya doğru sürünerek gelmeye başlamış, bir müddet sonra haymanın karşısına geldiğinde, Yaşara bakarak ben varken sana kimsenin elini bile değdirtmem dercesine kuyruğunun üstüne hoplayıp duruyordu. Yaşarda o’na benim için canını ortaya attığın için, sana minnettarım dercesine birbirlerine sevgiyle bakışıyorlardı. Bir ara Yaşarın aklına türkü söylemek gelince, başlar türkü söylemeye! Yaşar türküsünü söyledikçe karayılan da sanki de insanoğlu gibi hüngür, hüngür ağlamaya başlar! Gözlerinden damla, damla akan yaşlar bile kızıl günün kuruttuğu damar, damar olan toprağı ıslatmaya yetiyordu.

Yaşarın türkü söylemesiyle karayılanın ağlaması bir hayli uzun sürmüştü. Ama yanlarında Allah’ın bir canlı kulu da yoktur ki bu iki sevdalıya “de yeter artık susun, diyeler! Yaşar söyledikçe karayılan ağlıyor, karayılan’ında ağladığını gören Yaşar, ha bire söylüyordu. Hani derler ya? Allah’ın sopası yoktur ki, sopasıyla vura da ikisini de sustura? Ancak tepelerinden vuran kızıl güneşin etkisine daha fazla dayanamayıp kan ter içinde kaldıklarından olacak ki, Yaşarla karayılanın biri ağlayarak diğeri de türkü söyleyerek halsiz düşmüşlerdi. Her ikisi de halsiz düşünce, Yaşar olduğu yere uzanmış, karayılanda Yaşarın yatıp uzandığını görünce çekip gitmişti. Tepelerinden kızıl güneşin ışınlarının vurmasıyla bu türkü söyleme ve ağlama Faslıda böylece noktalanmış oluyordu. Nihayetinde gün dağlardan aştığında Yaşarda yolu eline alarak köye doğru yollanmış, ancak karayılanın köpeği boğduğu yere gelince, seni gidi hey kuduz köpek, sen nereden gelip de bana saldırdın? Keşke uslu bir köpek olsaydın da bu hallere düşmeseydin. “diyerek uzaklaşıp gitmişti. Yaşar eve vardığında, eğer ki o karayılan olmasaydı bu gün beni bir yaban köpeği parçalayacaktı “diye o gün ki olanı biteni tek, tek anasıyla babasına anlatıyordu. Oğullarının başına gelen bu vahim olayı duyduklarında hem şaşırmışlar hem de korkmuşlardı. Ama diğer taraftan karayılanın da oğullarını bir kuduz köpeğin elinden kurtardığı için seviniyorlardı. Ancak, sonuç itibariyle karayılanın oğullarına musallat olmasından kaygı duymaktalar, bu kaygılarını gidermek için, neler yapabiliriz “diye çeşitli çareleri gözden geçiriyorlardı. Ertesi günü Yaşarla babası bağa gidip üzüm topladıktan sonra, babası köye yollanmış, Yaşarda bağda kalmıştı. Kendini yorgun hissettiği için, haymanın üzerine çıkıp yatağa uzanınca hemen uyumuştu. Öte taraftan olanı biteni uzaktan seyreden karayılan harekete geçerek ses çıkarmadan haymanın üzerine çıkıp Yaşarının yüzüne biraz baktıktan sonra, yanına uzanıp başını da döşüne koyarak aşkının tadını çıkartıyor, sevdasının baharını yaşıyordu. Yaşar uyanır “diye hiç de kıpramıyor, bir ara sağa sola dönmek isteyen Yaşar, dönemeyip de yanında birilerinin olduğunun farkına varınca, uyku sersemliğiyle birlikte karayılanın yanında olduğunu anlamış, hatta karayılanın başı döşünün üzerinde, kuyruğu da ayaklarının üzerinde olduğunun farkına varmış, sanki karı kocalar gibi birbirine sarılmış vaziyette yatıyorlardı. Yaşar biraz kıpramak isteyince, bunun farkına varan karayılan usulca çekilip haymanın ta uç tarafına giderek sevdiğinin rahatça hareket etmesini sağlamıştı. Ancak, Bu yakın ilişkiden Yaşar rahatsız olmaya başladığı gibi, korkmaya da başlamış, biran önce bu durumdan kurtulmanın hal çaresine bakmak istiyor, ama nasıl bakacak onu da bilmiyordu.

Uykusundan uyanan Yaşar doğrulup da oturduğunda, haymanın diğer ucunda da karayılan olduğu yere kıvrılmış vaziyette, başını da havaya kaldırarak kendisine, Yaşarın bir şeyler diyeceğini bekler gibi, hazır kıta bekliyordu. Karayılanın kendine bir aşkla baktığını gören Yaşar’da o’na şefkatle bakıyor, bir müddet birbirlerine şefkatle bakıştıktan sonra, Yaşar karayılana, bu günlük bu kadar yeter! Hadi sen yerine git de, bende yavaş, yavaş köye gideyim “dediğinde, insanoğlunun anladığı gibi, karayılanda söylenen sözü anlamış olacak ki, biraz kendi kendine sağa sola başını sallayarak keyif ettikten sonra, haymadan aşağıya inerek çekip gitmişti. Karayılanın gittiğini gören Yaşar’da haymadan inip, o’da evlerine doğru çekip gider. Yaşar her ne zaman bağdan eve gelirse gelsin, mutlaka anasıyla babası, oğullarına oğlum bu gün başına bir şey geldi mi, oğlum bu gün yine o karayılanı gördün mü? Diye o günü her hangi bir olayın olup olmadığını sorup soruşturdukları için, bu günde sormuşlardı. Hemen, hemen her gün konuşulduğu gibi, yine karayılanın mevzusu açılmış, Yaşar’da bu gün karayılanla ne yaşamışsa hepsini sırasıyla tek, tek anlatmıştı. Anasıyla babası oğullarının başındaki bu olaydan rahatsız oldukları gibi, artık yaşar da rahatsız oluyor, bir an önce bu durumdan kurtulmak istiyordu. Tüm aile fertleri bu durumdan kurtulmak için, ne yapabiliriz “diye düşünceye dalmışlardı ki, Ayşe’lerin Mustafa buldum, buldum. Diye bir heyecan içinde söylenirken, Fatma kadın da neyi buldun Mustafa’m, neyi buldun? Diye merak içinde soruyor, Mustafa da ne yapacağımı buldum Fatma’m ne yapacağımı buldum. Bir hal çaresini buldum. “Diye hem seviniyor hem de havalara hoplayarak neyi buldumsa yarın onu yapacağım inşallah “diyordu. Böyle konuşa, konuşa vakit hayli ilerlemiş, gecenin bir yarısı olmuştu. Karı koca birbirleriyle konuşurlarken öte tarafta boynu yan tarafa düşmüş vaziyette Yaşarın uyuduğunu gördüklerinde Fatma kadın oğlunun o vaziyette uyuduğuna dayanamayıp hemen yatağını sererek, Hadi uyanda yerine yatasın Yaşarım “diye oğlunu kaldırıp yerine yatırmış, daha sonra da kendileri odalarına çekilip yatmışlardı. Derin bir uykuya dalan Yaşar! Zahiri hayatta karayılanla günübirlik yaşarken, şimdi de rüyasında karayılanla yan yana gelmişti. Yan yana geldiklerinde kendisi insani sıfattan çıkıp hayvani sıfata dönüşerek, aynı karayılan gibi bir yılan olmuş! Hatta ağız ağız’a geldiklerinde, kendisi tekrar hayvani sıfattan çıkıp, insani sıfata dönüştüğünde, karayılanda hayvani sıfattan çıkıp insani sıfata dönüşmüş, o’da gözler görmedik, görenlerin gözlerini kamaştıracak kadar bir prenses olmuş! Simsiyah saçları ta topuğuna kadar uzamış, güzel mi güzel bir kız görünümünde Yaşarla sarmaş dolaş olarak aşkını yaşayan iki sevgili olmuşlardı. Yine bir ara her ikisi de insani sıfattan hayvani sıfata dönüşerek bir çift karayılan olmuşlar! Dişi karayılan hızla ön tarafa doğru sürünerek kaçmaya çalışırken, arkasından ise karayılan sıfatında olan Yaşar! Sevdiğini kovalayıp yakaladığında her ikisi de kuyruklarının üzerine dikilerek birbirlerine sarılıp sevişmek isterken tekrar insani sıfata dönüşmüş vaziyette en güzel aşklarını yaşıyorlardı. Rüyasında karayılanla böyle bir aşk yaşayan Yaşar! Uykusundan biran da sıçrayarak kalkıp oturduğunda zahiri hayatta hem nefes nefese kalmış hem de kan ter içinde kalmıştı. Uykusundan öyle biran da uyanıp ta kalktığında kendi kendini de yoklayarak hayvani sıfatta değil de insani sıfatta olduğunu anlayınca Allah’ım sana bin kere şükürler olsun ki beni insani sıfatta bırakarak en büyük hediyeyi bağışlamış oldun “diyordu.

Ertesi günü Ayşe’lerin Mustafa sabah kahvaltısını yaptıktan sonra, ahırdan eşeğini dışarıya çıkarıp büyük avludaki üzüm sandıklarını da getirip eşeğine yükledikten sonra, tekrar içeriye giderek on beş kiloluk yağ tenekesini kucaklayıp getirerek üzüm sandığının içine koymuştu! Bu hazırlıkları yaparken Fatma kadın da bir kenarda durmuş olanı biteni seyrediyordu. Kocasının işi bittikten sonra, şu heriften sorayım hele “diyerek, Mustafa’m o üzüm sandığının içine koyduğun teneke de neyin nesiydi? Onun içinde ney var ki? Hem de onu nereye götürüyorsun? Diye sorduğunda, kocası da, hatunum bu tenekenin içinde kara yağ var! Şimdi ben bu kara yağı götürüp hem haymaya, hem haymanın etrafına, hem de üzüm bağının bazı yerlerine boya boyar gibi süreceğim ki o karayılan bir daha oralara gelmeye, gelmeye de bizlerde bu karayılanın etrafımızda dolaşmasından kurtulalım! İnşallah, bu kara yağı önemli yerlere sürdükten sonra, o mübarek hayvan da hem oğlandan hem de bağdan uzaklaşırda gider “diye yapacaklarını anlatıyordu. Mustafa yükünü yüklemiş eşeğinin yularını da eline aldıktan sonra, hatunum hadi himmet eyle, ben gidiyorum! “deyince Fatma kadın da kocasına, himmet Allah’tan ola, Hadi işin gücün rast gele! Güle, güle gidesin, güle, güle gelesin Mustafa’m! “diyerek kocasını dualar eşliğinde uğurluyordu. Ayşe’lerin Mustafa bir saat sonra üzüm bağına varmış, götürdüğü kara yağı hem haymayı, hem haymanın etrafını, hem de üzüm bağının çeşitli yerlerini sanki boya boyar gibi boyamış, İnşallah bundan sonra, o mübarek hayvanda buralardan çekilip gider de oğlan rahat ettiği gibi, bizlerde rahat ederiz “diye düşünüyordu. Ayşe’lerin Mustafa kara yağ işini bitirdikten sonra, bu sefer de, bazı müşterilerine söz verdiği üzümleri götürmek için, iki sandık üzüm toplayıp eşeğine yükledikten sonra, öğlenin o sarı sıcağında ço, ço, ço diyerek köyün yoluna düşmüştü. Ayşe’lerin Mustafa bağdan gittikten sonra, bağda bekçilik yapmak için, ikindi vakti sırasında Yaşar bağa geldiğinde, ne görsün? Babası haymayı, haymanın etrafını hatta bağın çok yerlerini boya boyar gibi kara yağla boyamış, bütün her taraf kara yağ kokuyordu. Ancak gece ki gördüğü rüyadan da oldukça etkilenip korkmuş ki, eğer bir daha karayılanı görürsem, o’na gayrı ben senden korkmaya başladım. Lütfen bir daha yanıma gelme, bundan sonra benden uzak dur, “diyeceğim diye karar almıştı.

Yaşar bağa gelir gelmez şu haymanın üzerine çıkıp ta bakayım hele, karayılan eskisi gibi haymaya yaklaşacak mı? “diye ilk işi haymanın üzerine çıkmak olmuş, haymaya çıkar çıkmaz da hemen Kul Yusuf’un güzel bir türküsü olan karayılan türküsünü söylemeye başlamıştı.

 

KARAYILAN

 

Bir sürüngen yoldaş oldu yanıma

Bu nasıl bir sevda ey karayılan

Gizlice sarıldı usul boyuma

Bu nasıl bir sevda ey karayılan

 

Bu nasıl bir sevda oluştu sende

Bağdaşır mı insan hayvani tende

Benim sevdam ancak insani yönde

Bu nasıl bir sevda ey karayılan

 

Mevla’yı seversen boynunu bükme

Güzel gözlerinden yaşları dökme

Ağlamak yakışmaz bir sürüngene

Bu nasıl bir sevda ey karayılan

 

Kul Yusuf der sakın üzme kendini

Allah için git arabul dengini

Bırak ta bulayım gayrı ben beni

Bu nasıl bir sevda ey karayılan.

 

“Diye Yaşar türküsünü söylemeye başlayıp ta bitirene kadar, karayılan da haymanın karşısında kuyruğunun üzerine dikelip türküyü dinlemeye başlamıştı. Ancak her ne kadar haymaya yaklaşmak istediyse kara yağdan dolayı bir türlü yaklaşamamış, yaklaşamadıkça bu işte bir iş var “diye üzülmeye de başlamıştı. Yaşar türküsünü bitirdikten sonra, karayılana doğru seslenerek, ey güzel karayılan! Sen yılanlar içinde çok değerli ve en güzel bir yılansın. Ama sen Allah tarafından sürüngen ve hayvani sıfatta yaratılmış bir canlısın. Oysaki ben insani sıfatta yaratılmış bir canlıyım ve insanoğluyum. Ben bir insanoğlu olarak, benim sevdiğimde bir insanoğlu olmalı ki birbirimizle evlenelim. Evlendikten sonra çocuklarımız ola! Nasıl ki insanoğullarından kız ile oğlan birbiriyle sevda yaşayıp sonunda evleniyorlarsa, sizlerde, yani yılanlarda kendi cinslerinden biriyle sevda yaşayıp evlenmeliler! “diye düşünüyorum. Bu sebepten dolayı Bizleri yaratan Allah adına senden rica ediyorum. Lütfen benim peşimi bırak! Çünki ikimizden birimiz insani sıfatta, diğerimiz hayvani sıfatta olduğumuz için, bizlerin bir araya gelmesi ve birlikteliğimiz asla olamaz. Sadece benim senden ricam, beni rahat bırakman! Hem de buralardan uzaklara çekip git! “Dediğinde, karayılan hiç beklemediği bir sözle karşılaştığı için, sanki karayılandan yapılmış bir heykele dönüşmüş, oldukça da şaşırmıştı. Bir müddet şaşkın vaziyette heykel gibi durduktan sonra, yine gözlerinden yaşlar akmaya başlamış, ağlamış, ağlamış, ağlamış, ağladıktan sonra, hırsından olacak ki ne yaptığını bilmeyerek şuursuzca başını sağa sola savurmaya başlamıştı. O saatten sonra artık yapacak bir şeyin kalmadığını anlamış olacak ki üzgün bir vaziyette sürünerek çekip giderken, arada bir de geriye doğru dönüp Yaşara tükürerek tekrar sürünmeye devam eden karayılan! En az beş altı defa geriye dönüp, dönüp Yaşara tükürdükten sonra üzüm bağının içine girerek gözden kaybolmuştu.

Karayılan kendi nefsine yediremeyerek tüküre, tüküre çekip gittiğine şahit olan Yaşar; çok üzülmesine rağmen bir insanoğlu sıfatında olarak yapacak hiçbir şeyinin olmadığını kendisi de biliyordu. O’nun da hayvani sıfatta bir yılan olduğunu bildiği için, olduğu yerde başını ellerinin arasına alarak bir hayli ağlamıştı. Nihayetinde güneş dağlardan aşmış, ortalık kararmaya başladığında kör pişman bir vaziyette haymadan inerek köyün yolunu tutmuştu. Yaşarın üzgün bir vaziyette eve geldiğini gören anasıyla babasının içini bir korku kaplamış olacak ki, hayırdır oğlum, bu gün niye bu kadar üzgünsün? Yoksa bir şey mi oldu üzüm bağında? “diye sorguya çektiklerinde, Yaşar anasıyla babasına bu gün öyle bir şey oldu ki ben hayatım da ilk defa böyle bir şeye şahit oldum. “diye söze başlayınca, anasıyla babasını bir kat daha merak sarmış, tekrar ısrarla oğullarına üzüm bağında “ney, olduğunu sorarlar? Yaşar ise aynen şöyle anlatmaya başlar! Babam haymayla üzüm bağının bazı yerlerine kara yağ çaldığı için, karayılan bu gün haymanın üstüne çıkamadığı gibi, yanıma da gelemedi. Ben de dün gece o’nu rüyamda gördüğümden, hatta ondan korktuğumdan dolayı, karayılana bir türkü söyledim ki benden uzaklaşa, ben türküyü söyledikten sonra, o’na ben insani sıfattayım, sense hayvani sıfattasın. Bu sebepten dolayı sen gidip kendi sıfatında biriyle arkadaş ol! Lütfen beni daha fazla rahatsız etme “diye söylediğimde, baktım ki karayılan ağlamaya başladı. Epey ağladıktan sonra, çekip giderken arkasına birkaç kere dönerek bana tükürmeye başladı. Demek ki bana çok kızmış olacak ki birkaç kere tüküre, tüküre çekip gitti. Ben o zaman anladım ki bana küstüğü için çekip gitti “diye olanı biteni tek, tek anlatmıştı. Ertesi günü Ayşe’lerin Mustafa, Fatma kadın, Yaşar ve diğer kardeşleri hep birlikte üzüm bağına gittiklerinde, karayılanın haymanın yanında olduğunu hatta kuyruğunun üzerine dikelip başını da kaldırmış vaziyette kendilerini beklediğini gördüklerinde! Bizlere her hangi bir kötülüğü dokunmasın “diye tereddüt içinde kaldıkları için haymaya yaklaşmayarak, kendileri de bu işin sonunun nereye varacağını beklemeye başlarlar! Bi bakarlar ki Karayılan ani bir hareketle haymanın direklerine gövdesini olsun, başını olsun vurmaya başlar. Kendini haymanın direklerine vura, vura intihar etmek isteyen karayılan, kanlar içinde kalmıştı. Nihayet istediği emeline ulaşmaya yaklaştığını anlamış olacak ki? Yaşara doğru dönüp bakarak ağlamaya başlar! Bir müddet daha ağladıktan sonra, insanoğlu gibi dile gelerek! “Yaşar’ım” Yaşar’ım” Yaşar’ım “diyerek boylu boyunca yere düştüğünde, Ayşe’lerin Mustafa, Fatma kadın ve Yaşar hep birlikte koşarak karayılanın başına varıp baktıklarında, sanki de yıllar önce ölmüş de ölü bir yılanın cansız bedeninin yerde yattığını görürler! Ve İşte o zaman hem Ayşe’lerin Mustafa hem Fatma kadın ve hem de Yaşar ve diğerleri hep birlikte karayılanın ne kadar içten bir aşka sahip olduğuna ve aşkının uğruna kendini intihara sürüklediğine şahit oldukları gibi, onun bu haline dayanamayarak karayılanın başında oturup hep birlikte ağlaşmaya başlarlar! Daha sonra toprağı kazarak dualar eşliğinde cenaze merasimi düzenleyip toprağa verirler. Nihayetinde bir karayılan hikayesi böylece sona ermiş olur.

 

Yazar: Yusuf Aslan                  04.12.2015

 

S          O         N         

 

 

 

 

 

 

 

 


"Bu dünyadan bir "Garip Mirto" sessizce gelip geçti"
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol