Zeydan
Zeydan
ADANA GİBİ BAŞKAN
Yusuf Aslan
“Önsöz”
MAKSATI BİR, DİLEĞİ BİR....
Halka sevgi verenin mekanı gönüllerdir
İnsanın arzusu-niyeti, maksatı, dileği temiz, dürüst olanda, doğru olanda gördüğü işler de güzel olur. Sevgiyle dikilen bir fidanın verdiği meyvesi de, beheri de güzeldir. İnsanın gördüğü işler de aynen öyledir.
Karşımda yıllarla tanıdığım, şahsiyetine derin hürmet beslediğim bir şairin, yazarın- Yusuf Aslan’ın yenice kaleme aldığı bir eser duruyor. Günlerdir bu eseri okuyorum. Yazarın bu eser vasıtasıyla ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum, bu eserdeki satırların arkasında saklanan manayı bulmak istiyorum- Acaba hangi duygulardır bu eseri Yusuf Abiye yazdıran-diye düşünüyorum.
Okudukca da beynimden, fikrimden bir duygu geçiyor. Yusuf Abi bu yazıyı kaleme alırken saf duygularla yola çıkmıştır, özünü, sözünü sevgiyle yüklemiştir.
Fikir hurcununa ilahi aşk, sarsılmaz irade, temiz, pak niyet koymuştur. Tabii ki, bütün bunlar yüce yaradandan -Tanrıdan gelen hislerdir.
Hakkında bahis ettiğim yazar Yusuf Abinin benim onun şahsına hürmet beslediğim gibi Onun da hürmet beslediği, hatrını aziz tutduğu bir insan vardır-Bu insan Adana / Seyhan Belediye Başkanı Zeydan Karalardır....
Hayırsever amelleri ile, güzel niyetleri ile insanlara hizmet eden bu şahıs Yusuf Aslanın derin rağbetini kazanmış, bir iyi insan olarak diğer vatandaşları da kendisine valeh etmiştir.
Adana / Seyhan Belediye Başkanı Zeydan Karalar geldiği bu mertebeye kendi zahmeti ile ulaşmıştır. Gergin geçen tahsil yılları, bir tarafdan hayat, diger tarafdan ise tahsil, siyasi düşünce sınavları onu maksatı yolunda var olan hiç bir çetinlikden korkutmamış, sağlam temeller üzerinde kurduğu hayellerini bin-bir eziyetle dünden bu güne taşımıştır.
Zeydan beyin maksatı halka layıkınca hizmet etmektir. Ve o bu hizmeti yolunda her türlü eziyete katlaşır. Bu eziyetlere her katlaşdığında ise halk tarafından daha çok sevilir, daha çok azizlenir. Onun azmi ve iradesi ile yapılan her bir yerde parklarda, meydanlarda, okullarda, taziye evlerinde ve diğer yerlerde edilen dualarda hep Zeydan beyin ismi geçer.
Ben ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum- ama geçtiğim hayat yoluna rağmen geldiğim bir kanaatim vardır- Bence, Zeydan Karalar Tanrının sevdigi bendesidir-Tanrı sevdiği bendesine güzel işler görmeyi nasip eyler.
İnsanlar arasında diğerlerinden farklandırmak için onun manevi dünyasının zenginliğini göz önüne serer. Hemin bu Adananın Seyhan Belediyesinin başkanı Zeydan Karalar da Allahın sevdiği bendesidir. Her sabah işe giderken ne kadar insan Sana sevgiyle baksa, kapına ne kadar insan umutla gelse ve umutla dönse.... Gözüm önünde sözün tam anlamında hayırseverlik timsalı olan, kendi hayatını halkın hayatı uğruna tam tek eriden bir amalı, maksatı, kalbi güzel İnsan obrazı canlanıyor- Bu obrazı canlı olarak bu gün gözümüz önüne getiren Seyhan Belediyesinin başkanı Zeydan Karalardır.
Zeydan Karalar Seyhan İlçesi Belediye başkanlığına geldikten nice yıllar sonra partisi tarafından Adana Büyük Şehir Belediye Başkanlığına aday gösterilmiş ve 31. Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimlerde seçimi kazanarak Adana Büyük Şehir Belediye Başkanı olmuştur.
Bir yazar ve şair gözüyle halkın nabzını tutan Yusuf Aslan cemiyetdeki baş veren sosyal-siyasi olayların tam içindedir, aktivdir. Halkın günlük hayatının tam içinde hadiselerinin gidişatını yakından izliyor, lazımı geldiği takdirde ses veriyor, gerek olduğu takdirde ise itirazını bildiriyor. İşte halk için, millet için hayırlı, gerekli vatandaş budur. İtinasız, lakeyd vatandaşdan cemiyete hayır olmaz.
Yusuf Aslan iyiye sağlığında- kıymet verelim diyor. Bu prizmadan mevzuya dahil olan şair-yazar siyasi düşünceleri ile halkın işine yarayan, ona faydalı olan Vatandaşa pozitif mevkiden yaklaşıyor.
Biz Adem evladı olarak bu dünyaya geldik- Adam deriz kendimize- Hepimiz Ademiz-adamız- ama insanlık en yüksek mertebedir. Adamlığın en yüksek katı İnsanlıktır - Hoş halına bu kata varanların, bu katda var olup duranların. Sabrına, manevi gücüne, kudretine güvenerek bu katda kalmak her beşer evladının işi değildir.
Halkın içinde olan, zengin-fakir demeden her evin kapısını çalan Zeydan beye okuduklarımdan dolayı hürmetim daha da arttı. –Türkiye Cümhuriyetinin böyle sadakatlı Vatandaşları olduktan sonra ona zeval gelmez. Allah bu gördüğünüz güzel işleriniz gibi, gelecek yarınki günlerinizi de güzel etsin!
İlahe BAYANDUR
Tarihçi-araştırmaçı
***
Tarafıma bu güzel ve anlamlı “Anekdotu yazarak beni onore eden, araştırmacı-yazar; kıymetli İlahe BAYANDUR hanımefendiye sonsuz şükranlarımı sunarım.
İyi ki varsınız İlahe hocam.
Sizleri saygıyla selamlarım.
Şair ve Yazar Yusuf Aslan.
Adana İlinde Karşıyaka bölgesinin Seyhan mahallesi ve mahallede yaşayan halkı daha bugüne kadar böyle keyifli, böyle neşeli, böyle mutlu bayram tadında güzel birgün yaşamamıştı!
Adana’nın Akkapı, Mıdık, Hadırlı mahallerinde olduğu gibi, Seyhan mahallesinde de oturanların ekseriyeti Arap kökenli ve Ülkesine, Cumhuriyet’e, Atatürk ilke ve İnkılaplarına bağlı vatansever yurttaşlar olduğu bilinmektedir ve öyledirler;
Seyhan mahallesinde Kamil Karalar efendi ile kıymetli eşi Güllü hanım başlarını sokacak bir ev yaptırıp ikamet etmekteler ve Kamil efendi evinin geçimini temin etmek için Yüreğir ilçesinde bir mezbahanede çalışmaktadır; Her ne kadar mezbahanede çalışsa da paraya pula hiç önem vermeyerek yapılacak düğün veya yardımlaşma konusunda cömertliği üzerinde olduğunu herkes tarafından bilinmektedir.
Seyhan mahallesi sakinlerinden olan Kamil efendi ve kıymetli eşi, Güllü hanımın dünyaya gelen oğullarının şerefine iki gün sonra, koçlar kurbanlar kesilerek lokmalar dökülürken, oradaki gençlerin elçabukluğuyla yüzlerce kişilerin oturup yemek yiyecekleri uzunca masalar kurulmuştu!
Bu uzunca masalarda mahalle halkına ve Arapların yoğun yaşadığı komşu köylerden davetli olarak gelen misafirlere yemekler ve yemeklerin yanısıra şerbetler verilip ikramda bulunuyorlardı.
Kamil efendi dillere destan olan böyle güzel bir yemek töreni, böyle güzel bir yemek şenliği düzenlendiği için çok mutlu olduğu gibi, bu gibi geleneksel törenler yaşamımızın bir parçası haline gelmişti.
Anadolu’nun kültür zenginliğinin yansıması olan bu gibi törenlerin yapıldığında, hazırda bulunan mahalle sakinlerinden olsun, ya da gelen misafirlerden olsun belinde silahları olanların bazıları “yeni doğmuş çocuğun şerefine” silahlarını çekerek sanki birbirleriyle yarışa girmişler gibi havaya doğru silah sıkmaya başlarlar.
Ve bu silah sıkma işi ta ki yanlarında getirdikleri mermiler tükeninceye kadar devam eder.
Özelliklede, 9 ay boyunca özlemle beklenen ve dünyaya gelmesinden büyük bir mutluluk duyulan bebeğin onuruna yapılan bu tören hem Kamil efendiyi, hem Güllü hanımı hem akrabaları mutlu kıldığı gibi, hem de törene katılan tüm davetlilerin oldukça mutlu oldukları gözle görülmekteydi.
Diğer tarafta ise tören boyunca yeni doğan bebeğin onuruna, karşı mahallelerden bile duyulan çifter, çifter davullar çalınarak halaylar çeken kızların ve genç delikanlıların arasına giren Kamil efendi onlara eşlik etmekten oldukça mutlu görünmekteydi.
Dışarıda böyle eğlenceli bir tören yapılırken, evin içinde ise bir taraftan tatlılar, diğer taraftan ise çocuğa tuzlama töreni yapılması için hazırlıklar yapılmaktaydı.
Bu tuzlama töreni ise doğumdan hemen sonra birkaç gün içinde gerçekleştirilir.
Bu tuzlama töreni örf ve adetten olduğu gibi, kimisine göre bebek ‘ter kokmasın’ kimisine göre ise ‘beyaz tenli olsun’ diye yapılan bu törende bebeğin üzerine tuz serpiliyordu.
Tabi, çocuğun tüm vücuduna tuz sıvandığından olacak ki – vücudu sızladıkça ağlamaya başlamıştı.
İşte o zaman çocuğun ağlamasına dayanamayan ev’de bulunan biraz daha olgun yaşta olan hanımlarından her hangi birisi çocuğu bir beze sararak bağrına basıp, aman’da benim güzel yavrumu, aman’da benim ciğer paremi tuz yakmışta ağlatıyor.” Diyerek bağrına bastığı çocuğun ağlamasını kesmeye çalışıyordu.
Ayriyeten bebeğin karyolasını yakın akrabalarından bazıları süslemeye başlamışlardı bile!
Yani bebeğe gelen hediyeleri intizamla bebeğin karyolasının üzerine diziyorlardı!
Öte taraftan bunların yanı sıra yeni doğum yapmış Güllü hanımın başına da oyalı krep bağlandıktan sonra yatağına yatırılarak istirahat etmesini sağlamışlardı.
Kamil efendi daha çocuğunun doğumu gerçekleşmeden günler öncesinden eşi Güllü hanıma, şöyle bir söz vermişti? Doğacak çocuğumuzun ve senin doğum işiniz Allah’ın izniyle sağ salim gerçekleştiğinde tüm mahalleliye ve gelecek olan diğer eşe dosta koçlar kurbanlar keserek, onlarca hatta yüzlerce dostlarıma ahbaplarıma yemekler vereceğim hatta çifter, çifter davullar çaldıracağım sizlerin şerefinize” diye söz vermiş olduğundan dolayı, verdiği sözünü yerine getirmenin mutluluğu içerisindeydi.
Gençlerin arasında halay çeken Kamil efendi hayli yorulmuş olacak ki, halaydan çıkarak masalarda yemek yiyen misafirlerinin yanına gidip her bir misafiriyle ayrı, ayrı konuşarak, hal ve hatırlarını sormak suretiyle ilgileniyordu.
Güllü hanımı yalnız bırakmayan yakın akrabalar ve komşu kadınlar çocuğun ismini vurmak için kimi Hasan, kimi Mehmet, kimi Ali, kimi de babasının ismi Kamil olsun “diye pek çok isim türetmişlerdi.
Ancak dışarıda yemek yiyen Kamil efendinin dostları da içerideki kadınların isim vurma çabalarından geri kalmamışlar.
Kamil efendiye, yahu Kamil efendi bizler buraya bu güzel törene icabet ettiğimize göre, bu güzel töreni biraz daha güzelleştirmek, hatta daha da neşelendirmek adına çocuğun ismini de burada belirleyip öyle gidelim.” Diyorlardı.
Bu fikir Kamil efendininde aklına yattığı için, tamam arkadaşlar çocuğun ismini belirleyelim!” diye daha ağzından bu söz çıkarken, yaşlı bir nine içeriden dışarıya çıkarak.
Kamil, yavrum hele bana doğru bi bakıver?
(Kamil efendi kadına baktığında) kadın, Hazır da toplanmış bu ahali varken çocuğun ismini de vuralım” içeride biz kadınlar toplu olarak, hatta kızlarda bize katılarak çocuğa isim vurmak için çeşitli isimler ürettik;
Yani ki kimimiz Hasan “dedik, kimimiz Mehmet “dedik, kimimiz Ali” dedik, hatta kimimizde babasının ismi Kamil olsun” dedik;
Ancak senin olsun, aha bu misafirlerin olsun, hangi ismi layık görürseniz, hangi isimde mutabık kalırsanız?
Hazır ahali varken bu işi de burada bitirelim” diyordu.
Kamil efendi ile hazırda bulunan ahali ve o yaşlı nineyle daha pek çok hanımlarda bir araya gelerek, şu isim olsa güzel olur, bu isim olsa daha güzel olur” derken “Zeydan” isminde karar kılınmış ve çocuğun ismini “Zeydan” koymuşlardı.
Bu vesileyle karalar ailesine “Zeydan Karalar” ismiyle bir fert daha katılmıştı.
Artık isim belirlendiğine göre ‘Ad koyma töreni’ yapılacak ve bu ad koyma törenini ise evin en yaşlı kişisi tarafından gerçekleştirmek üzere çağrılmış, o da Çocuğu kucağına alıp sağ kulağına,
Allahu Ekber, Allahu Ekber
Allahu Ekber, Allahu Ekber
Eşhedü en la ilahe illallah
Eşhedü en la ilahe
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah
Hayya alessalah, Hayya alessalah
Hayya alelfelah, Hayya alelfelah
Allahu Ekber, Allahu Ekber
La ilahe illallah
Diyerek böylece ezanı okuyup, sol kulağına da üç kere tekrarlayarak “kamet” getirip “Senin adın Zeydan” “Senin adın Zeydan” “Senin adın Zeydan” diyerek bu şekilde ad koyma törenini ve dini vecibelerini yerine getirmiş bulunmaktalardı.
Tabi bu arada davete icabet eden tüm misafirler çocuğa çeşitli armağanlarda bulunduktan sonra, bu görkemli ve güzel törene davet edildikleri için Kamil efendiye teşekkür edenler birer ikişer misafirler davet yerinden ayrılarak evlerine doğru yollanmışlardı.
Kamil efendi oğlunun olmasından ve misafirlere verdiği yemeklerden dolayı oldukça mutlu görünüyordu.
Ancak gün içinde misafirlerle ilgilenmekten hatta ayakta dolanmaktan dolayı oldukça yorgun görünmekteydi!
Yine, her ne kadar yorulmuş olsa da, adını daha yeni koydukları oğlu Zeydan’ın kendisine verdiği mutluluk yorgunluğunu unutturuyordu!
1958 yılında Karşıyaka Seyhan mahallesinde Kamil Karalar’ın
evine sanki de gökten nur inmiş, evinin içerisi ve ev halkının yüzleri o nurun ışığıyla aydınlanmış, herkes musmutluydu.
Çukurova bölgesinde Mayıs ve Haziran aylarında hasat kaldırma zamanıdır! Ancak Kamil efendinin tarlayla bahçeyle işi yoktu.
O nun işi varsa da yoksa da mezbahane idi ve oldukça işleri yoğun oluyordu.
Öte taraftan Güllü hanım daha yeni doğum yaptığından dolayı Kamil efendi, hem Güllü hanıma hem de oğlu Zeydan’a kıyamıyor, kıyamadığı için, Güllü hanımın hizmetine koşturacak ve Zeydan’a bakıcı gibi ve hatta evin diğer işlerinde çalışacak, daha doğrusu her an Güllü hanımın elinin altında olacak, eli ayağı temiz ve maharetli bir bayana ihtiyaç olduğunu düşünerek, yakınlarından birini tembihlemişti bile!!!
Öte tarafta, Adana İli tarıma dayalı bir memleketti ve Haziran ayı içinde tarlalardaki ekinler biçere verilmeye başlanmış olup, bir tarafta ekinler derilirken, diğer tarafta ise pamuk tarlalarında pamuk toplamak için, traktörle işçiler sabahları pamuk tarlasına götürülüp çalışma saatinin sonunda ise geri getiriliyordu.
İşçiler ise akşama kadar sarı sıcağın altında çalışmalarının kendilerine verdiği zorluğa dayanmasalar da çalışmak zorundalardı.
Hatta gözlerinin içine terleri girdikçe, bir taraftan başlarındaki yağlıkla gözlerini silmeye çalışıyorlar diğer taraftan ise pamuk toplamak için gayret ediyorlardı.
Tarladaki tüm işçiler sanki de birbirleriyle yarışa girişmişçesine pamuk topluyorlardı!
Kilo başına para kazandıklarından dolayı ne kadar pamuk toplarlarsa o kadar para kazanmış olacaklardı.
Kamil efendinin yüreği ise bir kelebek kadar zarif, bir kozanın pamuğu kadar hafifti!
Böyle güzel bir insanın yüreği bu denli yumuşak olduğundan olacak ki vicdanı da, merhameti de bir o kadar çoktu.
Öyle bir Kamil efendi ki kendisi gibi gariban insanların derdine koşan ve onlara kol kanat geren, aç susuz olanlara kendi ekmeğini bölüşen, işsiz olanlara kendi çalıştığı yerde çalışmaları için yardımcı olan, yurtsuz yuvasız olanlara yurt yuva kurmaları için yardımcı olan, sevdiğine kavuşamayan kızları olsun, gençleri olsun, onların dertlerine çare olarak yardımcı olan, işte böyle bir yardımsever Kamil efendiydi
Ancak Kamil Karalar bu vicdan ve merhametinden dolayı halkın gönlünde Kamil Karalar değil de, Babacan Kamil olarak yerini almış, sanki de taht kurmuştu.
Hani derler ya?Allahü teâlânın kime ne vereceğini ancak ki yine o bilir” Demek ki Kamil efendi de bu vicdan ve bu merhametinden, bu özveriliğinden dolayı Allahü teâlâ vereceği kadar sağlık sıhhat ve güç kuvvet vermiş ve çalıştığı o kapıda çalışan pek çok insanlar evlerine aş ekmek götürerek aile fertlerinin geçimlerini sağlamış oluyorlardı.
Birkaç gün sonra Güllü hanım ayağa kalkmış, o da kendisine ve ev işlerine yardımcı olan bir yakınıyla birlikte evin işlerine bakmaya başlamış, kendisinin birkaç gün ev işleriyle ilgilenmediğinden dolayı etrafa bakınıp gözgezdirdiğinde her şeyin yerliyerince, muntazam bir şekilde olmasına karşı hayrete düşmüş, ev işlerine bakan yakınları olan kadının hakkında, belki şımarır diye yüzüne söylemese de içinden teşekkür ediyordu.
Güllü hanım ev işlerinde ailesinin yeme içmeleriyle ilgilendiği için evin büyük anası olan nine hatun Hızır gibi hemen imdadına yetişiyor, torununu kucağına aldığı gibi hem seviyor hem de ninniler, maniler söylüyordu.
Nine hatunun torununa okuduğu ninnilerinden bazıları ise aynen şöyleydi?
Allah'tan yardım ve uzun ömür dileme gibi, zalimin zulmünden ve tüm kötülüklerden korunma gibi, büyüyünce Devletine ve milletine faydalı büyük bir adam olması gibi, anasına babasına saygılı bir evlat olarak yetişmesi gibi, hatta Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile ilgili dua mahiyetinde ninnileri söyledikçe psikolojik anlamda Zeydan rahatlıyordu.
Aynı zamanda nine hatunun ninnisi bir duygusal aktarıma neden oluyordu.
Bu ninnilerin devamında Zeydan’ın gözlerine mahmur bir uyku çöküp uykuya dalarak rahatlamasını sağlıyordu.
Esasi itibariyle büyüklerimizin yaygın olarak çocuklarına ve torunlarına ninniler söylediğini milletçe biliyoruz.
Ancak, ne yazık ki modern hayatla içli dışlı olan bu yeni neslin ninni kültüründen çok da haberdar olduğunu söyleyemeyiz.
Karşıyaka Seyhan mahallesinde veya diğer mahallelerde örneğine az rastlanan ve hatta kırsal bölgelerimiz olan köylerde halen çocuklarına ve torunlarına ninniler söyleyen dede ve ninelerimizin mevcut olduğu aşikardır.
Hatta bu örf ve adetle yetişmiştir büyüklerimiz, ancak şehir hayatında ise ninniler, maniler söyleme kültürü pek görülmemektedir.
Bu gidişat şehirlerde yaşayan pek çok insanlarımızı Türk’lüğün örf ve adedinden, geleneğinden uzak kalmasına sebebiyet vermekte olduğu gözlenmektedir.
Nine hatun uykuya dalan Zeydan’ı yavaşça çocuk karyolasına yatırdıktan sonra, yine yavaşça odadan dışarıya çıkarak, gelini Güllü hanıma, çok şükür yavrumu uyuttum, o uyanana kadar sizlerde akşam yemeğini zihazırlarsınız!
Aha akşam oldu nerdeyse?
Oğullarım mezbahanede işçilerin arasında canla başla koşturuyorlar!
Hele bakalım mezbahanede eline kaç para geçecek?
İnşallah onca çektiği emeklerinin karşılığını alırlar.
Alamazlarsa da canları sağolsun.” Dediği sırada gelini Güllü hanım söze katılarak, anacığım sen giden ay da oğullarım İnşallah onca çektiği emeklerinin karşılığını alırlar.” diye böyle tereddüt içinde kalıyordun ama, çok şükür oğlun ve ya oğulların umduğundan fazlasıyla kazanıyorlar!
Allahuteala onlara öyle güç kuvvet vermiş ki, kimsenin yapamadıkları koca, koca tosunları tuttukları gibi yere yatırıyorlar.
Bizler böyle konuşuyoruz ama rızkı verecek yüce mevlamdır.
Güllü hanım kayınvalidesine, anam benim sen hiç tasalanma inşallah Rabbim en iyisini bilir.” Diye teselli ediyordu ki;
İkindi namaz vakti geldiğinin farkına varan nine hatun, gelini Güllü hanıma, kızım namaz vakti geldi, bari ben namazımı kılayım.
Namazdan sonra güzel torunum uyanırsa ben yine onunla ilgilenirim, sen de mezbahaneden gelecek olan işçinin, oğlumun yemeğini hazırla.” Dedikten sonra, namazını kılmak için kimsenin olmadığı bir odaya giderek İslam alemine farz kılınan ikindi namazını kılmaya başlamıştı.
Saatin ne çabuk geçtiğinin bile farkında olmamışlar ki,
kapının açılıp da geri kapandığını duyduklarında birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı. O gelen kişiyi Kamil efendi yemeğimizi getir.”diye göndermişti. Kamil efendi her gün aynı kişiyi eve göndererek yemeğini getirttiriyordu.
Güllü hanım da Mezbahaneye gönderecekleri yemeği hazırlayıp o gelen kişiye verip göndermişlerdi.
Aradan geçen iki ya da üç saat zarfında başka bir odada beşikte yatan Zeydan’dan hiç ses sedanın çıkmadığını, yani uyanıp uyanmadığını merak eden nine hatun, odaya girdiğinde, Zeydan’ın uyandığını ama sessiz ve sakince pencereden içeriye vuran ışığa doğru baktığını görmüştü.
Torununun uyandığını gören nine hatun, oy oy oy benim güzel oğlum uyanmışta pencereden içeriye vuran ışığa bakıyor. Hem böyle diyor hem de bir şeyler yapmış mı diye torununun altını eliyle kontrol ettikten sonra, beşikten kucaklayarak alıp bağrına basmıştı bile; nine hatun odadan dışarıya çıktığında, oğlu Kamil işten eve gelmişti bile;
Anasıyla, anasının kucağında oğlunu gören Kamil efendi, bu ay ki
Mezbahaneden kazandığım hasılatın, yani paranın tamamı işte aha bu
Zeydan’ımın, aha bu güzel oğlumun rızkının bolluğuna delalettir.” Diyor,
Böylece umduklarından daha çok para kazandığını ima ediyordu.
Kamil efendinin bu imasından o ay ki kazancının bereketli ve bol olduğunu anlayan nine hatun ile gelini Güllü hanım birbirlerinin gözlerine bakarak;
Güllü hanım kayınvalidesine, ana ben sana dememişmiydim?
Rızkı veren yüce mevlamdır.
Allah’ın verdiği nimetlere çok şükür” bak yüce mevlam ne eylerse güzel eyler anacığım “diyerek, akşam sofrasını hazırlamak için oradan ayrılmıştı.
Kamil efendi akşama kadar mezbahanede çalışmaktan hayli yorulmuştu ama anasının kucağındaki oğlunu görünce aklında ne yorgunluğu kalmıştı, nede acıkması, hemen anasına yaklaşarak, ana hele ver de şu güzel oğlumu birazda ben sevip hasret gidereyim.
Hem hasretimi gidereyim hem de aslan parçasını sevdikçe yorgunluğum çıksın.” Diyerek anasının kucağından Zeydan’ı alır almaz, bir güzelce hem koklayıp hem de birkaç kez yanaklarından öptükten sonra, mezbahanede o pis kokunun arasında kanter içinde kaldığı sıralarda, aklından geçirdiği ninni mahiyetindeki şiirini şöyle okumaya başlamıştı?
KONUŞMAK İÇİN DİL VERDİ
Yüce mevlaya çok şükür
Bu ay kazancı bol verdi
Kimseler görmesin hakir
El atacak bir dal verdi
Arayan hakkı bulacak
Haktan hakkını alacak
Alıp bağrına basacak
Bir kol ile bir el verdi
Gönül gönülü eğleye
Selam verdim divaneye
Bu garip fakir haneye
Zeydan diye kul verdi
Karlı dağlardan yol açın
Sevdalılar gelip geçin
Sevip koklamamız için
Hanemize bir gül verdi
Çok şükür yüce mevlaya
Bir can verdi bu yuvaya
Der Yusuf Kamil babaya
Konuşmak için dil verdi.
Kamil efendi şiirini okurken, bir kenarda oturan anası hem oğlunu hem de torununu dikkatle izliyor, aklından “ben yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna” ayriyeten, “yavrum sever yavrusunu, ben de severim her ikisini” diye düşünerek böyle bir söz, böyle bir deyim geçiriyordu içinden.
Ancak her ikisini de hem gözlemliyor ve hem de oldukça mutlu oluyordu.
Kamil efendinin eve gelmesinden birkaç dakika sonra, kardeşi de mezbahaneden eve gelmişti, işten gelen oğlunu gören nine hatun,
Gel oğlum gel aha şöyle otur da istirahat eyle, Hz. Ali her ikinizinde kılavuzu olsun inşallah” Diyordu.
Ancak anasının gel oğlum gel de şöyle otur istirahat eyle demesine karşı, Oğlu ise anacığım şu elimi yüzümü bir yıkayayım da ondan sonra geleyim.” Diyerek doğruca avluda ki su tulumbasının başına giderek ellerini ayaklarını yıkarken, Güllü hanım akşamlık yemeğini çoktan hazırlamış yer sofrasını sermişti bile;
Hatta nine hatun her ikisine de, emektar kuzularım sizlerin yemekleri hazırlandı; Yemeğinizi yiyip daha sonra da çaylarınızı için ki dinlenesiniz.” Diyerek sesleniyordu.
Nihayetinde ellerini yüzlerini yıkayan Kamil efendinin kardeşiyle Kamil efendi yemek yedikleri yere gittiklerinde her zaman ki gibi yer sofrasının serildiği yerde sofra serilmişti.
Sofranın başına geçen her iki emektar işçiler ellerini açarak Bismillahirrahmanirrahim, yani Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diyerek besmeleyi okuduklarından sonra yemeklerini yemeye başlamışlardı. Aile fertleri yemeklerini yerlerken Kamil efendi “orta yere” bugün bir dana getirdiler mezbahane, dana elde avuçta durmuyor, kimsenin de gücü kuvveti yetmiyor ki yere yıkalar! Arkadaşlar öyle uğraşırken, oradan birileri Kamili çağırın kamili “diye beni onlara söyleyince, oradan birileri koşarak gelip Kamil Kamil buraya bir dana getirdiler yere yıkmak için kimsenin gücü kuvveti yetmiyor, güçleri yetmediği için bu danayı yere devirse devirse Kamil devirir “diyerek seni çağırıyorlar! Bir zahmet gel de şu işe bir el at “diyerek beni çağırdıklarında, darda kalan arkadaşların yardımına koşmak da benim başlıca işim olduğu için gittim, gittim ama dana da, dana, mübarek dana değil sanki bir deve! Öyle heybetli bir cüssesi vardı ki; Dananın karşısına geçip şöyle bir baktım gözlerine, dana da kendisine sanki kırmızı pelerin gösterilmiş gibi, gözlerinin içi kin ve nefretle dolu olarak, hatta burnundan soluyarak o da bana bakıyordu. Dana beni biraz uğraştırdı ama nihayetinde birkaç hamleyle yere devirdim, devirdim amma bende hayli eziyet çektim danayı yere devirmek için. Şimdi biraz başım ağrıyor ya belki de o sebepten dolayı ağrıyor;
Başımın ağrımasının bir sebebi de kasaplığı öğrenmek için yanımızda çalışan çocukların birbirleriyle dövüşmesi oldu galiba? Birazda onların yüzünden başım ağrıyor! Ama yarın onun ikisini de birbirinden ayıracağım.
Birini yanımızda tutacağım, diğerini de başka bir kasap arkadaşın yanına vereceğim. Kamil efendi kardeşine,
Seninde haberin olsun, sen yarın benden önce mezbahaneye gittiğinde o ikisinden birini yanına alma;” olur mu gardaş diyerek tembihliyordu.”
Her iki emektar işçiler yemeklerini yedikten sonra, evden dışarıya çıkarak birisi tütün tabakasını çıkarıp özene bezene sigarasını sarıyor, sigarasını sardıktan sonra, tabakayı kardeşine vererek onunda sigara sarmasını istiyordu!
Zaten bunlar kardeşti ve sözleri sohbetleri, himleri birdi; yani ki, birisi su içse diğerine mutlaka su veriyor, diğeri ekmek yese, diğerine mutlaka ekmek veriyordu; böylede birbirlerine sadık kardeş olarak bağlılıkları vardı.
Daha sigaralarını bitirmemişlerdi ki, analarının sesi kulaklarında çınlamış, oğullarım, yavrularım çayımız hazırlandı, hadi gelinde yorgunluk çayımızı birlikte içelim.” Diyordu. Analarını duyan her iki kardeş birbirlerinin gözlerine bakışarak hadi gidelim” dercesine başlarıyla işaret edip o tarafa doğru yürümeye başlamışlardı.
Analarının yanına vardıklarında çaylar bardaklara dolmuştu bile; Analarıyla birlikte Güllü hanım, Kamil efendi ve kardeşi çaylarını içerlerken,
Kamil efendinin baş ağrısının mezbahanede birbirleriyle dövüşen çocukların yüzünden olduğunu duyduğundan dolayı olacak ki;
mezbahanede dövüşen çocukların ne sebepten dolayı dövüştüklerini sorarak oğlundan bilgi almaya çalışıyordu!
Kamil efendi ise anasına, anam aslında o çocukların ne zerre kadar bir suçları, nede zerre kadar bir günahları var; esasi itibariyle kavgaya sebebiyet veren aha o matrahçıdır!
Aha o matrahçı var ya, gidip çocuğun birinin kulağına, aha o çocuk var ya senin anana sövdü.” Diyerek çocuğu kavgaya itmesi için böyle bir yalan uyduruyor; adı üzerinde, matrahçı bu?
Daha sonra oradan ayrılıp diğer çocuğun yanına giderek bir önceki konuştuğu çocuğu işaret ederek, aha o çocuk var ya senin anana sövdü.” Diyerek çocukların birbirlerinden bile haberleri olmadan her ikisini de böylelikle kışkırtıyor.
Tabi bunlar hem çocuk hem de kanları daha dikine doğru akıyor anam; bu seferde çocuklar birbiriyle karşılaşıp sen nasıl olurda benim anama söversin.” Diyerek ağız dalaşına tutuşuyorlar; derken o ona, o da öbürüne başlıyorlar vurmaya!
Bağırtıyı çığırtıyı duyunca hemen koştum yanlarına!
Her birinin kanatlarından tutup kenara ayırırken, ulan çocuklar dışarıda kızıl güneşin, sarı sıcağın ta içeriye vurmasının yanı sıra, şu kan kokusunun ve sıcağın yüzünden zaten kanter içindesiniz, birde birbirinizle dövüşerek soluk soluğa kalmış, maazallah nerdeyse çatlayacak duruma gelmişsiniz.
Sizin ne derdiniz var da böyle kavga ediyorsunuz “Diye sorduğumda?
Çocuklardan birisi, bu benim anama sövmüş.” Dedi, ama diğeri de, bu da benim anama sövmüş “deyince; peki, siz yüz yüze gelip de birbirinize mi sövdünüz?
Ya da hanginiz önce sövdünüz” Diye sorduğumda?
Çocuklar bana, Kamil ustam biz yüz yüze gelip de birbirimize sövmedik ki, ancak aha o matrahçı dediğiniz amca var ya, benim yanıma gelerek, aha o çocuk var ya senin anana sövdü.” Diyerek bunu işaret etti.
Daha ben bir şey demeden yanımdan ayrılıp bunun yanına gitti.
Demek ki bana dediğini buna da söylemiş ki, buna ikimizde sinirlenerek karşı karşıya gelip, o bana, sen nasıl olurda benim anama söversin.” Diyor.
Bende o’na, sen nasıl olurda benim anama söversin.” Diyerek başladık vuruşmaya; Kamil efendi, anasına, anam ancak çocuklardan birisi daha akıllı ki, bana, ya ustam ben bunun anasına sövmedim, vallahi de billahi de sövmedim.
İnanıyorum ki bu da benim anama sövmemiştir.
Bu tezgahı, bu oyunu tertipleyen ve bizim dövüşmemize sebep olan aha o matrahçı amca.” Diyerek çocukların kendileri bir yanlışa düştüklerini anlamışlardı.
Hatta daha sonra birbirlerine sarılarak, hem özür diliyorlar hem de biz yine arkadaşız.” Diyorlardı.
Diyerek anasına çocukların ne sebepten dolayı dövüştüklerini böylece anlatıyordu.
Hanım ana, çocukları birbirine düşüren, hatta o haltı işleyen, o boku yiyen, yine o matrahçı “değil mi? Diye yapılan dövüşün ne sebepten dolayı çıktığını anlamış bulunuyordu.
Hanım ana da oğlunun düşündüğü gibi düşünmüş olacak ki, Birkaç günlüğüne o çocukları birbirinden ayırın, biri sizin yanınızda çalışsın, diğerini de başka bir kasabın yanına gönderin, orada çalışsınlar.
Hatta o matrahçıyı daha zor bir işe gönderin.
Hatta dışarıda zor bir işe verin ki sarı sıcağın altında cayır, cayır yana da aklı başına gele” diye oğluna akıl vererek, şöyle devam ediyordu?
O, o zaman anlasın ki çocukları birbirine düşürmek nasılmış? “dediğinde, oğlu da bende sizin gibi düşünüyorum anam.” Diyerek birbiriyle mutabık kalmışlardı.
Bu kadar uzunca konuşmanın arasında kaç bardak çay içtiklerini dahi anlamamışlar, hatta hayli zaman geçmiş, gecenin bir vakti olmuştu.
Hem hanım ananın, hem Güllü hanımın hem Kamil efendin ve hem de kardeşinin uykuları gelmişti ama analarının yanından kalkıp gitmeleri ayıp olur diye akıllarından geçerken, hanım ana onların akıllarından geçenleri sanki bir, bir okumuş olacak ki, hadi çocuklar şimdi uyku uyuma zamanı gelmiştir.
Gidin uykunuzu uyuyun ki sabah’a dinç ve zinde uyanasınız.” Diyerek oğullarını uyumaları için kalkıp yerlerine gitmelerini söylerken birbirlerine hayırlı geceler dileklerinde bulunuyorlardı.
Sabah tan yeri ağarırken her iki kardeşler uyanmışlardı, tulumpada ellerini yüzlerini yıkarlarken Güllü hanım hem eşine ve hem de kaynına, ağalar kahvaltınız hazırlandı.
Buyurun kahvaltınızı yapın.” Diye sesleniyordu. Birkaç dakika sonra kahvaltı sofrasına vardıklarında, hanım ana onlardan önce kalkmış olacak ki, o da onların gelmesini bekliyordu.
Her iki oğlunu gören hanım ana, buyurun yavrularım, buyurun kahvaltıya, hep birlikte kahvaltı edelim “diye sofraya buyur ediyordu.
Hanım ana kahvaltı sofrasında bir kez daha o çocuklar ile matrahçıyı hatırlatarak, hemen gereğini yapın.” Diye sanki de talimat veriyordu. Kamil efendi de, tamam anam aynen dediğiniz gibi yapacağım.” Deyip anasının dediklerini, sözlerini onaylıyordu.
Kahvaltıdan sonra hanım ana her zaman ki gibi torunlarının yanına gitmek için yattıkları odaya, Kamil efendi ile kardeşi de mezbahaneye gitmek için dışarıya çıktıklarında, ne görsünler?
Herkesten önce matrahçı Kamil efendinin kapısına gelmiş, onların içerden çıkmalarını bekliyordu.
Her iki kardeşler, karşılarında matrahçıyı gördüklerinde, Ooo matrahçı efendi sen bugün neden erkencisin, seni buraya yel mi attı sel mi attı?
Buraya kadar gelmene sebep olan nedir” acaba” Diye soru soruyorlar? Matrahçıda, Kamil efendiye, dün ben bir halt işleyerek çocukların birbiriyle dövüşmesine hem sebep oldum hem de işleri aksattım. Yaptığım bu hatadan ve bu eşeklikten dolayı sabaha kadar uyuyamadım.
Biliyormusunuz o çocuklar?
Çocuk oldukları halde benden daha akıllılar?
Niye benden daha akıllılar derseniz?
Çünkü onlar hem dövüşüp hem de geri dönüp birbirlerinden özür dileyerek barıştılar, hatta kendilerini dövüştürenin “benim, olduğumu bile anladılar, onlar çocuk oldukları halde özür dilemesini biliyorlar da, afedersiniz, ben eşek kadar adam olduğum halde özür dilemesini bilmiyormuyum?
Gidip önce Kamil efendiden, daha sonra da mezbahanedekilerden özür dileyeceğim” diye, daha sabah ezanı bile okunmadan kalkıp buraya geldim ki sizden özür dileyeyim.
Matrahçı, Kamil efendiye, hem yanlış yaptığını söylüyor hem de bu yaptıklarım için senden ve herkesten özür dilerim” diyerek af edilmesini istiyordu.
Kamil efendi kardeşine bakarak, kardeş sen ne dersin bu işe? Matrahçının özrünü kabul edelim mi, etmeyelim mi?
Diye soru sorduğunda, kardeşi Kamil efendiye, sen daha iyisini bilirsin kardeşim, sen ne dersen o olsun” deyip topu kardeşine atmıştı.
Tekrar söz sırası Kamil efendiye gelince, matrahçının gözlerine bakarak, bana bak matrahçı özrün ancak iki şartla kabul edilir, birincisi bir daha iş başında hiç kimseyle matrah geçmeyeceksin.
İki, şu andan itibaren sen mezbahane içinde değil, dışarıda biriken postları içeriye taşıyacaksın. “diyerek af edildiğini ima ediyordu.
Bunu duyan matrahçı, af edildiğini anlayınca içinden derince bir ohhh çekerek öpmek için Kamil efendiye sarılmıştı.
Nihayetinde, yola yollanmadan önce, Kamil efendi matrahçıya, matrahçı şu küpün birinde ayran, diğerinde su var.
Onları sırtına al da yavaş yavaş gidelim” demek isteyecekti ki, daha bu söz ağzından çıkmadan, koşar adımlarla kanatlı kapının önüne varan matrahçı, bir gözünde ayran küpü, diğer gözünde ise su küpü olan heybeyi omzuna attığıyla yanlarına geldiği bir olmuştu.
Kamil efendi, kardeşi ve matrahçı, her üçü de mezbahaneye doğru yollanmışlardı.
Ancak yanlarında bir pikabın durmasıyla birlikte içeriden bir ses Kamil efendi, Kamil efendi buyurun birlikte gidelim.” Diyordu.
Bu üç mezbahane işçileri pikaba binmek için yeltenmişlerdi.
Hatta Matrahçıda pikabın kapısını açıp küpler kırılmasın diye yavaşça heybeyi koyduktan sonra, kendiside binerek el yordamıyla pikabın ön döşemesini, kapısını, oturduğu döşemeyi sevmeye başlamış, bir taraftan da, pikabın sahibine, pikabın çok güzelmiş, Allah kaza bela vermesin, iyi günlerde kullanasın.
Ancak benim gibi garibanlarda hasbelkader böyle bir pikaba bindiği zaman, işte böyle ön döşemesini, kapısını, oturduğu döşemeyi sever. Ama buna da çok şükür ki bak, bir tanışımızın gıcır, gıcır pikabına bine bindik” diyerek aklından geçenleri sıralıyordu.
O günü akşama kadar kızıl güneşin altında toplanan kokuşmuş postları, dışarıdan içeriye taşımakla canı çıkmış, bir taraftan başına vuran güneşten dolayı kanter içinde kaldığı gibi, diğer taraftan kokuşmuş postların pis kokusu içinde kalarak gözleri görmez hale gelen matrahçı, kendi kendine hayıflanarak, ben ne halt işledim, ben ne bok yedimde bu hale düştüm” diye yanıp tutuşsa da o günü anasından emdiği sütü burnundan gelmişti!
O ay hem Kamil efendinin hem de diğer çalışanların, yani mezbahanenin hasılatı bolluk ve bereket saçıyor, geçmiş aylara göre bu ay iki üç kat daha fazla kazanç elde emişlerdi.
Kamil efendi eve her geldiğinde Zeydan’ı kucağına alarak, işte bu aslan parçamın yüzünden hem bizim evimize hem de diğer çalışan arkadaşlarımızın evlerine bolluk ve bereket geldi.
Tüm insanların yüzleri güldüğü gibi, borçları olanlar borcunu ödüyor, düğün dernek kuracak olanlar, düğün dernek kurmak için hazırlıklarına başlıyorlar;
Allahuteala her eve böyle rızkı bol evlatlar nasip eylesin İnşallah” diyerek, hem Zeydan’ı seviyor hem de mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Nihayetinde Zeydan çocuk doğalı tam kırk gün olmuş ve kırk çıkarma töreni yapılması için gerekli hazırlıklara başlamışlardı.
Zeydan’ın kırkını çıkarmaya gelecek olan akrabalara ikramda bulunmak için, o günü çeşitli yemekler pişirilip hazırlanmıştı.
Zeydan’ın en yakınlarından bir büyüğü olan nine hatun ise Toros dağlarından toplattığı kırk adet değişik dağ çiçekleriyle, kırk tane küçük taşı, gümüşten yapılmış bir takıyı ve parmağından çıkardığı altın yüzüğü bir kazan suyun içine koyarak kaynatmaya başlamıştı.
Suyu kaynattıktan sonra, nine hatun eline kalaylanmış bir tas alıp, yine çok sevdikleri ve akıllı dedikleri bir genç delikanlıya kırk kaşık suyu saydırarak tasın içine döktükten sonra, Zeydan’ın başından aşağıya dökerken, nine hatun su aşağıya aksın, boyu yukarıya çıksın oğlumun.
Su gibi aziz olsun oğlum, ömrü uzun, şansı açık olsun oğlumun.
Okusun da hükümet adamı olsun oğlum” diyerek çeşitli dileklerde bulunuyordu.
Nihayetinde, Zeydan’ın kırkını çıkarmışlardı.
Tabi, kırkı çıktığı için, yeni elbiselerini de giydirmişlerdi.
Kırk çıkarmak adına eve gelen misafirler sıraya girmişler teker, teker hediyelerini takıyorlardı.
Daha sonra misafirler kendilerine hazırlanmış olan yemeğe buyur edilirken.
Zeydan çocuğun uyuması için, götürüp karyolasına yatırmışlardı. Nihayeti, o günü kırk çıkarma işi de böylelikle tamamlanmış oluyordu.
Aradan hayli bir zaman geçmiş, Zeydan’ın dişi çıktığında diş hediği kaynatılıp konu komşulara dağıtılmış;
Yine, hayli bir zaman daha geçtikten sonra, saçları uzadığı için, mahallede berbere götürülerek ilk saç traşını yaptırmışlar ve nihayetinde İlkokul çağına gelmişti.
Evde annesi, babası hatta ninesi, oğlanı okula yazdırmanın zamanı geldi.
Bu sene okula yazdırmak lazım” diye aralarında konuşurlarken, ertesi günü babası Kamil efendi, oğlunun elinden tutarak Seyhan mahallesinin ilkokuluna götürmüştü.
Kamil efendiyle oğlunun okula geldiğini görünce, yerinden kalkarak onları karşılayan öğretmen, Ooo mezbahanemizin bileği bükülmez yiğit kasap ustası Kamil efendi hoş Safalar gelesiniz efendim” deyip tokalaşırken, Zeydan’ın da başını okşayarak sevgisini gösteriyordu.
Kamil efendi okulun öğretmenine, hoş buldum muallim efendi, hoş buldum da, aha bu bizim aslan parçası oğlumun okul çağı gelmiştir, işte sana kimliği, al da bir bakıver, sizce de okul çağı gelmiş ise, hemen okula kaydını yaptıralım” diyerek kimliği uzatıyordu.
Nihayetinde öğretmen, Zeydan’ın kimliğine baktıktan sonra, tamam Kamil efendi! Zeydan’ın okula başlama zamanı gelmiş, ben kimlik bilgilerini okul’un kayıt defterine not ediyorum” deyip ardından çocuğun okul ihtiyacı olan defterini, kitabını, çantasını, önlüğünü, yakalığını, ne gibi şeyler lazım ise hepsini tek, tek yazmış olup, yazdığı notu Kamil efendiye uzatırken, İlkokula başlayan bir çocuğun ihtiyaçları işte bunlar” diyordu.
Sizde aha bu aslan parçasına, bu yazdıklarımı hemen alın.
Bunları bugün alırsanız yarın’da okula gelip başlar inşallah” diye tembihliyordu.
Kamil efendi, muallim efendiye, hemen muallim efendi, hemen,
Yazdıklarını bugün bir kırtasiye’ye gider hemen alırım Allah’ın izniyle; Şimdilik bize müsaade, hadi Allahaısmarladık muallim efendi” diyerek okuldan çıkıp Zeydan’ı eve götüren Kamil efendi, tekrar evden her hangi bir kırtasiyeciye gitmek için yola çıkmaya hazırlanıyordu.
Evden çıkmadan önce eşine seslenerek, Güllü hanım, muallim efendi bir çocuğa lazım olacak okul ihtiyaçlarını tek, tek yazıp not halinde bana verdi.
Akşamın karanlığı çökmeden, çarşıda kitapçılar kapanmadan, bu yazılanları hemen alıp da geleyim, çünkü yarın Zeydan okula başlayacak” diyerek çarşıya gitmek için evden çıkmıştı
Seyhan mahallesiyle çarşının arası pek uzak değildi.
Çarşıda işleri olan mahallelilerin çoğu günübirlik gidip geliyorlardı!
Ancak, Zeydan kendisine alınacak olan okul kitapları, çantası ve önlüğü için çok seviniyor ve o sevinçle çarşı’dan gelecek olan babasını bekliyordu.
Kamil efendi çarşıda biraz fazla eğleşmiş olacak ki, zaman uzadıkça, babam nerede kaldı, niye daha gelmedi” diye Zeydan’ın canı sıkılmış, sabırsızlanmaya başlamıştı!
Nihayetinde çarşıdan mahalleye çalışan yolcu minibüslerinden birinin evlerinin önünde durduğunu, evin penceresinden dışarıya baktığı esnada görmüş olacak ki; işte geliyor babam, işte geliyor” diye havaya hoplayarak, oynayıp neşelenmeye başlamıştı! Kamil efendi daha kapısının önüne gelmeden, mahallelilerden bazılarının kendi evlerinin önünde oturanlara selam vererek bahçe kapısını açıp evine girmeye çalışıyordu.
Nihayetinde Zeydan’ın sabırsızca beklediği babası dış kapıdan içeriye girmişti.
Evin avlusunda oğlunu gören Kamil efendi, işte geldim dercesine oğluna gülümsüyordu.
Ancak Zeydan’da olduğu yerde babasını görür görmez koşaradım yanına gelerek, kendisi için aldıkları paketin birini kucaklayıp eve doğru giderken, Kamil efendi de diğer eşyaları eline almak isterken, hemen orada ki çocuklardan birisi koşarak gelip babalarının elindeki paketleri alıp eve götürüyorlardı.
Tabi ki bu arada gün akşam olmuş, ailece hep beraber otururlarken, laf lafı açtıkça, Nine hatun, Allahın izniyle Zeydan yarın sabah ilkokula başlayacak, İnşallah okuyup büyük adam olacak benim güzel torunum” diyor, oğluna da seslenerek, oğlum hele şu aldığın paketleri aç da, neyi aldın, neyi almadın, unuttukların var mı, Aldıklarını bir görelim?
Sana iskarpinde al diyecektim ama demeyi unuttum.” Sen gidince aklıma geldi” diyordu.
Kamil efendi anasına, iskarpinde aldım ana, iskarpinde aldım.
Hiç unuturmuyum iskarpini” deyip paketleri teker, teker açmaya başlamıştı, her açtığı paketi gören Zeydan’ın keyfi, neşesi bir kat daha artıyor, okul çantasını, defterini, önlüğünü, yakalığını, iskarpinini gördükçe, onlara teker, teker ellerini sürerek hem seviyor, hem de sevdikçe gözlerinin içi gülüyordu.
O’nun o sevincini gören babası, annesi hatta ninesi her biri bir taraftan saçını başını okşayarak, onlarda o nu seviyorlardı.
Yarın sabah okula başlayacağını bilen Zeydan, heyecandan o gece sabaha kadar uyuyamamış, yatağın içinde sağa sola döne, döne sabahı sabah etmiş, Sabah kalktığında uykusuzluğu her halinden belli oluyordu.
Sabah kahvaltısı hazırlanmıştı. Ama okula başlayacağından dolayı heyecandan canı hiç bir şey istemiyor, o’nun bir şeyler yemediğini gören ninesi, zorla da olsa bir bardak süt içirdikten sonra, annesi, pantalonunu, önlüğünü giydirip, yakasına yakalığını takıp, ayağına da iskarpini giydirdikten sonra, annesiyle ninesinin her biri ayrı, ayrı yanaklarından öperek, babasıyla birlikte okula yollamışlardı.
Zeydan’ın okul hayatının daha ilk günüydü;
Kamil efendi oğlunu öğretmene teslim ettikten sonra, işe gitmek için oradan ayrılmıştı.
Okul’un meydanlığında toplanan öğrencilerden eskileri nasıl hizaya gireceklerini bildikleri için, hemen sıraya girmişler, ancak İlkokula daha yeni başlamış olan Zeydan ve Zeydan gibi öğrenciler sıraya nasıl gireceklerini bilmediklerinden dolayı, öğretmenlerin yardımıyla sıraya giriyorlardı!
Tüm öğrenciler sınıf, sınıf sıraya girdikten sonra, Başöğretmenin komutunda İstiklal marşını okumaya başlamışlar, İstiklal marşının ardından her sınıfın öğrencileri kendi sınıflarına gitmişlerdi.
Okulda ders saatinin başlamasıyla sınıfa giren öğretmen, çekmecesinden isim listesini çıkararak, öğrencilerine, çocuklar kimin ismini okursam” buradayım öğretmenim” desin” olur mu? Diye, tembihledikten sonra, sırasıyla isimleri okumaya başlamıştı. İsmi okunan öğrenci, buradayım öğretmenim” diyerek yanıtlıyordu.
İsim sırası Zeydan’a geldiğinde, öğretmen “Zeydan Karalar” diye okuyunca, Zeydan’da diğer öğrenciler gibi buradayım öğretmenim” diye yanıtlıyordu.
Ancak, öğretmen isim listesinde hali hazır da okula gelmeyen 3, öğrenciyi tespit etmiş, İnşallah bunlarda yarın gelirler” diye umut ediyordu.
İsim tespitinden sonra, öğretmen öğrencilerine sen şu sıraya, sende bu sıraya” diye yerleştirirken, sıra Zeydan’a geldiğinde, öğretmen kendi karşısındaki ön sırayı göstererek, Zeydan sende aha bu sıraya gel otur” diye teker, teker her birinin oturacakları yerlerini belirlemişti!
Zil çalıp da okul paydos olduğunda tüm öğrenciler sanki zincirden boşalmışçasına koşarak evlerine giderlerken, Zeydan, öğrenci olduğunun gururunu taşıyarak ağır adımlarla yürüyor, sanki üzerinde bir olgunluk mertebesi var da o mertebeye ulaşmış gibi hali vardı!
Hani “bir atasözü var?
Okuyacak çocuğun kendinden belli olur” derler.
Okumayacak çocuğunda üzerinde çift sürülse bile, okumasa okumaz! Ancak, Zeydan’ın okula yeni başlamasıyla birlikte tez zamanda alfabetik harfleri sökmesi, öğrenmesi pek uzun sürmemiş, alfabetik harflerini öğrenmiş olduğu gibi, okul arkadaşlarının bazılarına da harfleri öğretmeye çalışıyordu.
Zaten okula başladıktan bir müddet sonra, her konuda iyi olacağı hal ve hareketlerinden belli oluyordu.
Yani daha yolun başındayken becerikli olduğu anlaşılmıştı.
Örnek verecek olursak, okul teneffüslerinde bile arkadaşlarıyla oynarken, kendisinde lider olma vasfı, yöneticilik yeteneği mevcuttu.
Nihayetinde, tüm okul çocuklarının koşarak evlerine gittiklerini gören Güllü hanım, bizim oğlan niye gecikti” diye tereddüt ederken, sanki kocaman adamlar gibi kendinden emin biçimde ağır adımlarla geldiğini görünce, çok şükür bizim oğlanda geliyor” diye seviniyordu.
Zeydan’ı karşılayan annesi, elindeki çantasını alıp birlikte eve girdiklerinde ninesi seccadesini sermiş, namaz’a dururken
niyet ettim Allah rızası için Akşam namazının üç rekat farzını kılmaya
Allahu Ekber
Eûzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim
Fatiha Suresi
Allahu Ekber
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Allahu Ekber.
Semi Allahu li-men hamideh
Rabbenâ leke’l hamd
Allahu Ekber.
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Allahu Ekber
Allahu Ekber.
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Allahu Ekber
Bismillahirrahmanirrahim
Fatiha Suresi, Amin
Allahu Ekber
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Allahu Ekber.
Semi Allahu li-men hamideh
Rabbenâ leke’l hamd
Allahu Ekber.
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Allahu Ekber
Allahu Ekber.
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Allahu Ekber
Ettehiyyâtu
Bismillahirrahmanirrahim
Fatiha Suresi, Amin
Allahu Ekber
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Sübhâne Râbbiye’l-Azim
Allahu Ekber.
Semi Allahu li-men hamideh
Rabbenâ leke’l hamd
Allahu Ekber.
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Allahu Ekber
Allahu Ekber.
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Sübhâne rabbiyel-a ‘lâ
Allahu Ekber
Ettehiyyâtu
Allâhumme salli
Allâhumme Bârik
Rabbenâ duaları
Es selâmu aleyküm ve rahmet’ullah
Es selâmu aleyküm ve rahmet’ullah
“Diyerek, namazını, niyazını tamamladıktan sonra, karşısında torununu görünce, okuldan geldin mi güzel guzum?
Hele bir yanıma yaklaş ta sarılıp öpeyim.
Bugün seni görmeyeli çok özlemişim” diye yanına çağırdığı torununa sarılarak koklayıp, öperken, benim datlı guzum, bugün okula başlamışta okullu olmuş, ninesi gurban olmuş torununa” deyip - hem sevgisini gösteriyor hem de bugün okulda neler yaptığını soruyordu?
Zeydan’da o günü okula babasıyla gittiğini, o gün ki gününün nasıl geçtiğini başından sonuna kadar anlatırken, ninesi de cankulağıyla dinliyordu.
Öte tarafta ise, Mezbahaneye çalışmak için gitmiş olan Kamil efendinin eve gelip girmesiyle konuyu kapatmışlardı.
Ama bu sefer de Kamil efendi, sabah oğlunu okula götürdükten sonra, akşama kadar görmediği için, özlemiş olacak ki, Ninenin sorgusundan kurtulan Zeydan, babasına o günün anlamını özetle anlatmaya çalışıyordu.
Kamil efendi ise kendi hasretini ve özlemini gidermek adına, hangi öğretmenin kendi öğretmeni olduğunu, hatta okula girdiğinde yabancılık mı çektin, yoksa hemen alışabildin mi? Diye sorular soruyor; Zeydan’da Ninesine neyi anlattıysa, babasına da başından sonuna kadar aynı şeyi anlatıyordu.
Zeydan’ın anlattıklarını, babası da ninesi gibi cankulağyla dinliyor, hatta ön sırada oturduğuna oldukça keyifleniyordu.
Oturma odasında bu konuşmalar yapılırken, Güllü hanım odaya girerek, odanın havasını, atmosferini dağıtmış, eşine, kayınvalidesine ve oda da bulunan herkese, akşam yemeği hazırlandı, sofra kuruldu,
hadi buyurun sofraya, birazdan eve misafirler gelecek, misafirler gelmeden, sofraya buyurun” diyordu.
Güllü hanım” böyle diyerek hem kendilerinin hem de eve gelecek olan misafirlerin kaygısını çektiği her halinden belli oluyordu.
Sayılı günün ömrü az olur” diyenlerin hesabı?
Aradan üç yıl kadar bir zaman geçmiş, her sene sevinçle karşıladıkları On bir ayın sultanı Ramazan ayının gelmesine az bir gün kalmıştı.
Yine, birgün sofrada yemek yerlerken, Nine hatun aha oruç da geldi bugün yarın oruç’a başlarız İnşallah!
Ramazan gele hoş gele, cem-i cümlesine hayırlı gele, bereketli gele İnşallah” deyince, sofrada bulanların tümü de İnşallah” diye Nine hatunun dua mahiyetindeki sözlerine katılıyorlardı.
Nine hatun, oruç tutulurken kendi tecrübesine dayanarak olmazsa olmazlardan önemle vurguladığı içilen su idi;
Sofrada oturan oğluna ve gelinine, Oruç tutan kişiler, günboyu oruç oldukları için, su içmiyorlar, ancak iftar vaktinden sonra, mutlaka bol, bol su içmeliler!
Su içmeliler ki böbrekleri çalışsın! Aksi takdirde böbreklerinden rahatsız olurlar. Yine, iftar vakti ilk etapta ekmek ile pilava girişmeyeceksin, oruçlu olduğumuz için, midemiz boştur, bu boşluğu gidermek ve midemizi rahat tutmak adına, önce çorba içmeliyiz, daha sonra, diğer katı yemekleri yemeliyiz.
Hele, hele yağlı, tuzlu ve baharatlı yiyeceklerden önemle kaçınmalıyız.
Yağlı ve tuzlu yemekler yersek, ertesi günü akşama kadar içimiz yanar. Mesela bol, bol yoğurt yiyip ayran içmeliyiz.
İşte bu kaçınılması gereken yağlı yemeklerden uzak kalırsak, Ramazan orucunu zorsunmadan tutarız.
Ya da aksini yaparsak, Ramazanın çok daha zor geçmesi kaçınılmaz olur. Sahurda yiyeceğimiz yemekler ise, katı yemekler yerine, mesela yumurta, peynir ve yoğurt, bunların yanında domates, salatalık ve yeşillik olabilir. Allaha çok şükür ki Adana’mız da her çeşit sebzeler meyveler yetişiyor, bunlardan bol, bol yemeliyiz.
İşte bunları tüketirsek hem tok kalırız hem de su ihtiyacımızı gidermiş oluruz.
Yüce Rabbimiz hayırlı oruç tutmayı nasip eyleye cümle kullarına ve sonra da bizlere” diyerek sözünü tamamladığında sofradakilerde “Amin” diyerek nine hatuna katılıyorlardı.
Yemekler yendikten sonra, Zeydan babasına, baba, mahallemiz hakkında benim bilmediklerimden, bana biraz bilgi verebilirmisin?
Yarın birgün öğretmenim bizlerden mahallenizin hakkında neler biliyorsunuz” diye bir ödev verdiğinde, ödevimi yapabilmem için, hatta öğretmenime olumlu yanıt verebilmem için beni biraz bilgilendirmeni istiyorum? Diye mahalleleri hakkında bilinmesi gereken bir konuya parmak basmıştı.
Kamil efendi de “tamam aslan parçam.
Şimdi ben güzel oğluma mahallemiz hakkında tüm bildiklerimi sırasıyla anlatayım” diyerek başlamıştı anlatmaya?
Bak oğlum Seyhan mahallemiz Adana’nın Karşıyaka bölgesinde bulunan şirin bir mahalledir. “ Hem Adana’mız ve hem de Adana’mızın merkezi bir mahallesi olan Seyhan mahallemiz Toros dağlarının ve Amanos dağlarının eteğinde kurulmuş bir yerleşim yeridir.
Mahallemizin nüfus sayımını göz önüne alırsak eğer?
Yıllar önce de aynı nüfustu, şimdi de aynı nüfus?
Mahallemizin nüfusu çoğalmıyor değil?
Aksine çoğalıyor, ama mahallemizden kimisi çarşı’dan, kimisi de köylerinden ev alıp oralara göç ettiler, mahallede kalanların bazıları ise mahalleden göçenlere kızıyorlar, niye mahallemizi terk ettiler diye?
Esasi itibariyle kızmalarına hiç gerek yoktur, çarşıya olsun, ya da köylerine geri göçenler olsun, eğer ki göçmezlerse buralarda istedikleri gibi çocuklarını nasıl okutacaklar, geçimlerini nasıl tedarik edeceklerdi? Demek ki mahalleden göçenlerinde bildikleri bir şeyleri vardı.
Mahallemizde, seninde bildiğin gibi sadece birkaç İlkokul, Ortaokul ve Lise var. Çocukları olup da hali vakti de iyi olanlar - çocuklarını daha iyi okullarda okutabilmek içi, imkanı ve olanakları çok olan yerlere göçtükleri gibi, daha iyi okullara göndermeye çalışıyorlar. Daha iyi okullar dedimse, o okulların çokları paralı okullar – buralarda öyle okullar olmadığına göre, ya oralardan ev kiralayacaklar, ya da göçecekler.
Yani, her halükarda oralara gidecekler.
Mahalleden göçenler işte bu sebepten dolayı göçüp gidiyorlar. Mahallemizi terk ettiklerinden değil.
Zaten o göçenler evlerini satmadılar - Ancak okullar tatil olduğunda yine geliyorlar mahallemize.
Mahallemizin insanlarına gelelim?
Mahallemizde yaşayan insanların geneli Arap kökenli olduğu gibi, Arap olmayan insanlarda var.
Mahallede ayrı gayri olmaksızın, birbirlerine saygıyla sevgiyle yaklaşan bir Arap toplumuyuz!
Seyhan mahallesi halkı, biz Araplar tarım işçileriyiz ve tarımı iyi biliriz.
Mahalle dışında tarım topraklarımız oldukça geniş olduğu gibi, bu arazilerimizin çoğunu sulama kanallarıyla suluyoruz, iyi ki devletimiz su kanallarını yapmışta bizlerin hizmetine vermiş.
Arazilerimizin az bir bölümünü de kendi çabamızla artezyen sularıyla sulamasını yapıyoruz.
Ha mahallemiz halkının arazilerine gelince oldukça verimlidir.
Hatta Seyhan mahallesinde yetişen narın tadını, hiçbir yörenin narı o tadı veremez, bu civarda oldukça meşhurdur narımız.
Birde hem bizim mahallemizde hem de yakın mahallelerimizde pek çok yatırlarımız var – hem bizim Arap halkımız ve hem de diğer halklardan yatırlarımıza adakları olanlar gidip adaklarını yerine getirerek dilek dilerler.
Kamil efendi oğluna, Aslan parçası oğluma söyleyeyim” diyerek sözlerine şöyle devam ediyordu?
Bu yatırlarımız Hz. Muhammed Mustafa S.A.V.in soyundan gelen
Ulu erenler, evliyalardır. Mesela Kayışlı köyümüzde bulunan “Resülü Ekremin amcazadesi Mü,Te Gazvesinin büyük şehidi Hz. Caferi T Tayytar Hazretlerinin türbesi var. Bu türbeyi ziyarete gidenin gelenin haddi hesabı bilinmemektedir.
Bu mübarek Hz. Caferi T Tayyar hazretleri Hz. Ali r.a. Efendimizin ağabeyidir.
Aslan parçası oğluma şunu da söyleyeyim?
Mahallemizin gelir kaynağı tarıma ve naranciyeye dayanmaktadır
Bizde dahil olmak üzere, mahalle halkımız tarım ve naranciye ile uğraşmasak sıkıntı çekeriz.
Bak bizim de naranciye bahçemiz var, hatta orada kaç çeşit meyve ağaçlarımız var. Eğer ki sayacak olursam? Portakal, mandalina, limon, erik, incir, grayfurt ağaçlarımız var.
Bunların yanı sıra marol, maydanoz, yeşil soğan, domates’de yetiştirerek hem evlerimizin ihtiyacını karşılıyoruz ve hem de satarak bazı giderlerimizi böylece karşılamış oluyoruz.
Ancak bahçelerimizi korumak amacıyla bekçi tutuyoruz, bekçi tutuyoruz ki etraftan gelen hırsızlara karşı meyvelerimizi koruya! Bazı bahçelere hırsızlar girerek meyveleri çalıp götürdükleri gibi ağaçları dahi kesmişlerdi.
İşte bu vicdansızlara karşı bekçi tutuyoruz.
Hatta bekçinin yanında iki üç tane de güçlü kuvvetli köpek bulunduruyoruz. O köpeklerde hem bekçiyi koruyor hem de köpeklerin korkusundan hırsızlar bahçelere yaklaşamıyorlar;
Adana’mızda beyaz altın olarak bilinen ve tarım işçilerinin ekmek kapısı olan pamuk yetiştiriciliğide var.
Pamuk zamanı geldiğinde etraftaki bazı şehirlerden oldukça tarım işçileri gelmektedir. Pamuk toplamak için gelen işçilerle Adana’mızın nüfusu bir ise iki katına çıkıyor” Diye sabırla, sebatla başından sonuna kadar mahallenin hal ve durumunu Zeydan’a anlatmıştı.
Kamil efendinin mahallesini ve mahalle halkını anlatması saatler sürmüş olacak ki, Zeydan, babasının son konuşmasını dinlerken göz kapakları kapanmaya başlamış, uykusunun geldiğini gören annesi Güllü hanım Zeydan’ı alıp götürerek yatağına yatırmıştı.
Öte tarafta ise yemeklerini yiyen çocuklar bir kenara oturmuşlar kendi aralarında oyun oynuyorlardı.
Kamil efendi o çocukları yanına çağırarak derslerine çalışıp çalışmadıklarını, ne kadar başarılı olup olmadıklarını sorup öğrenmeye çalışıyordu.
Nihayetinde o çocuklarda sabah okula gideceklerinden dolayı gidip yerlerine yatmışlardı
Sonbahar’ın yaklaşmasıyla birlikte Adana, Ceyhan ovasında pamuk, buğday ve arpa gibi hasat kaldırma işleri çoktan sona ermiş ve ülkede olduğu gibi mahalle ahalisi Ramazan orucuna hazırlanıyordu.
Nihayetinde o gün de gelip çatmış, yarın ki güne oruç tutulacaktı, ama oruç tutmak için, nasıl niyet edilir ve nasıl hazırlanılır? Diye, oruç tutma konusuna değinen Kamil efendi annesiyle ve eşiyle koyu bir sohbete dalmışlardı. Söze devam eden Kamil efendi, bir kişi bir işe başlamadan önce, yapmak istediği o iş için niyet etmelidir, niyet ise yapılacak işin yarısı” demektir.
Mesela, önce yapılacak ibadetlerden örnek vereyim, gerçi anam daha iyi bilir amma ben bildiğimi anlatayım” diyerek söze devam eder.
Bir insan bir ibadete başlamadan önce başlıca ana temel nedir?
Ana temel ise niyet etmektir, kişinin, neyin için niyet ettiğini de bilmesi şarttır.
Birde kanaatimce şöyle yanlış bir durum var?
Kişinin niyet etmeden yaptığı ibadet, bana göre geçerli olmaz, Allah’a göre de geçerli bir ibadet olmaz?
Niye geçerli olmaz derseniz?
Onu da söyleyeyim?
Kahinatı yaratan yüce Allah’ın emrini yerine getirmek ve yüce Rabbimizin rızasını kazanmak için, yarattığı kullar niyet eder ve neyin için niyet ettiyse onu yapar ve Allahuteala da o ameli kabul görür.
Yani, kişi oruç tutuyorsa, tutuğu oruç için Allah’tan rıza, feyiz, bereket, rahmet, mağfiret ve sevap umar.
Mesela oruç tutmaya başlandığı günden, orucun bitimine kadar, günün belli süresince yemek yememek, su içmemek, hatta cinsel ilişkiden dahi uzak durmak lazımdır.
Eğer ki, kişi uzak durulması gereken bu saydıklarım şeylerden uzak durmazsa, Allah katında günah işlemiş olur.
Mesela (S.A.V.) Hz. Peygamber efendimiz, ameller niyetlere göre değerlendirilir” diye buyurmuştur.
Yani diyeceğim şu ki?
Oruç tutmak için gece sahura kalktığında, Allah için oruç tutmaya niyet ettim” demekle veya içinden geçirmekle niyet etmiş olunur ve Allahuteala da kabul eder.
Hatta kişinin yaptığı bu amel gün gelir kendini dar’dan, zor’dan, şer’den, münafıktan, hastalıktan korur ve kurtarır.
Şimdiden, tutacağınız orucunuzu Allahuteala kabul ve makbul eylesin.” Diyerek o günün akşamını sevabıyla, günahıyla orucu anlatmakla geçirmiş, vakit de hayli ilerlediği için, birbirlerine iyi geceler dileyerek herkes odasına çekilmişti.
Güllü hanım, eltisi olan hanımefendiyle birlikte evlerinin olağan temizliğini yaptığı gibi, tüm hane halkını da oruca hazırlamak için, her zaman olduğu gibi, beden temizliğini yaptırıp oruç tutmaya hazırlanmışlar ve oruç tutmak için sahura ilk kez kalkmışlardı.
Sahurunu yapan Kamil efendi, annesiyle Güllü hanıma, ben sabah namazını ahaliyle birlikte kılmak için mescide gideceğim” diyordu.
Sabah namazı vakti gelince evden çıkıp giderken, camiden haydi namaza” anlamında ezan sesi gelmeye başlamış, kulağa hoş gelen ezan sesi, hoş sada içinde şöyle okunuyordu?
Allâhu Ekber Allâhu Ekber
Allâhu Ekber Allâhu Ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah
Hayye ale's-Salâh
Hayye ale's-Salâh
Hayye ale'l-Felâh
Hayye ale'l-Felâh
Es-salatu hayrun mine’n nevm
Allâhu Ekber Allâhu Ekber
Lâ ilâhe illâllah.
Ezanın bitimiyle birlikte, Kamil efendi mescidden içeriye girip namazını kılmak için yerini almıştı.
Mahalle halkı hep birlikte saf duruşuna geçerek, niyet ettim sabah namazını kılmaya, uydum on iki imama” diyerek Allah’ın kullarına farz kıldığı namazı cemaatle birlikte kılmaya başlamış hatta namazın sonunda, mahalleliler birbirlerine orucunuz mübarek olsun, Allah hayırlı oruçtan geri koymasın” diye salavat getirerek tebrik ediyorlardı.
Ancak, mescidin Arap hocası Ramazan ayının ilk gününde sabah namazına gelen cemaatin bu kadar kalabalık olduğunu görünce, hem çok sevinmiş hem de Ramazan ayının mağfiret ve bereket ayı olduğunu ve Hz. Ali efendimizin Ramazan orucu hakkında ki sözleriyle, başlamıştı vaaz vermeye?
Sevgili kardeşlerim, çoktan beri mescidimize bu kadar mümin kardeşlerimiz gelmemişti.
Bugün mübarek Ramazan orucunun başlamasıyla ve cemaatin bu kadar kalabalık olduğu vesilesiyle, Hz. Ali efendimiz yanındaki sahabelere aktardığı konuşmasını, şimdi sizlere aynen aktarmak istiyorum.
Emir-ul-Muminin Ali (a.s) buyurmuştur ki;
Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem) bir gün bize hitaben şöyle buyurdular;
Ey insanlar;
Allah’ın aylarından birisi olan (Ramazan) ayı bereket, rahmet ve mağfiretle sizlere ulaşmaktadır.
Bu ay Allah katında ayların en üstünü, gündüzleri gündüzlerin en değerlisi, geceleri ise gecelerin en faziletlisi, saatleri de saatlerin en kıymetlisidir.
Bu ayda sizler Allah’ın ziyafetine davet olunmuş ve Allah’ın ikramına layık kimselerden kılınmışsınız.
Bu ayda nefesleriniz, tesbih ve uykunuz ibadet sayılır; amelleriniz kabul, dualarınız da müstecab olur.
Öyleyse sadık bir niyet ve temiz bir kalple Allah’tan dileyin ki, sizi bu ayın orucunu tutmaya ve Allah’ın kitabını tilavet etmeye muvaffak kılsın. “demiştir, diyerek, hoca efendi vaazını tamamlarken, sizlerinde oruçlarınızı, dualarınızı ve ibadetlerinizi yüce Rabbim katında kabül ve makbül eyleye” amin. “Deyip günün ilk ibadetini ve vaazını yapmanın rahatlığı içinde, cemaatle birlikte kendiside mescidden çıkarak evlerine gitmişlerdi.
Yıllar yılı kovalamış Zeydan ise Beşinci sınıfı okumaya başlamıştı. Yıllar önce mahallenin hakkında babasından bilgi alan Zeydan’ın karşısına, yıllar sonra aynı konu çıkmıştı.
Öğretmeni tüm sınıf öğrencilerine mahallelerini, köylerini, kasabalarını, İlçelerini ve Şehirlerini tanımlayıcı ve oralarda yaşayan halkların geçim kaynağı hakkında, bir dizi kompozisyon yazmaları için ders vermişti.
Yıllar önce babasından sorup öğrendiği için, Zeydan konuya vakıftı.
Okul paydosundan sonra eve giderek defterini çıkarıp başlamıştı mahalleyi ve mahalleliyi yazmaya…
Bir iki saat hem düşünüp hem de yazarak kompozisyonu tamamlamış, tamamlamanın ardından, oh be” diyerek rahat bir nefes almıştı.
Okulların tatil zamanı geldiği gibi, öğrencilere verilen derslerden başarılı olanlar beşinci sınıftan mezun olacaklardı.
İşte bu sebepten dolayı Zeydan’ın ve tüm öğrencilerin gece demeden gündüz demeden derslerine çalışmaları lazımdı.
Ve çalışıyorlardı da!
Nihayetinde ertesi günü okula gittiklerinde öğretmenleri, dünkü verdiği, mahalle, köy, kasaba ve bulundukları yerin hakkında yazılması gereken, kompozisyonu çıkarmalarını istemiş, Öğretmenlerini duyan tüm öğrenciler defterlerini çıkarmışlar, öğretmende sırasıyla tek, tek kontrol ediyordu.
Ancak, mahalleyi ve mahalle halkını şeffaf bir şekilde ortaya koyan ve yazan, Zeydan’ın yazdığı kompozisyonunu çok beğendiğini ve diğer öğrencilere hitabederek, sizlere de çok, çok teşekkür ederim, aferin çocuklar, sizlere verdiğim dersi başarıyla yaptığınızı gördüm ve çok ta mutlu oldum” diyerek, sevincini dile getiriyordu.
Ve o yıl okulun tatil zamanı gelmiş, kimileri beşinci sınıftan mezun olacak, kimileride bir daha ki seneye tekrar devam edecekti. Nihayetinde, okulda birinci sınıftan ta ki beşinci sınıfa kadar tüm öğrencilerin karneleri, öğretmenleri tarafından özenle doldurulmuş, okulun tatile gireceği günü, her öğretmen kendi sınıfında isim sırasına göre, karneleri dağıtıyordu.
Karnelerini alan öğrencilerden kimilerinin bir iki zayıfı varken, kimileri bir üst sınıfa geçmiş, kimileride beşinci sınıftan mezun olmuştu.
Okulda kalan öğrenciler ise üzüntüsünden ağlarken, bir üst sınıfa geçenlerin keyfine diyecek yoktu.
Hatta mezun olan öğrencilerin arasında biride Zeydan Kaaralar’ın kendisi olduğu için, mezun olduğuna mutlu olduğu kadar, sınıfta kalan arkadaşları için de üzülüyordu.
Karneleri dağıtan öğretmen ise, okuldan mezun olan öğrencilerine Ortaokulu, Liseyi ve hatta Üniversiteyi hatırlatarak, ancak okumakla menzile ulaşılır, hatta kavuşulması zor gözüken menzile kavuşulur “diyerek nasihatte bulunuyordu.
Sınıfta kalan öğrencilerine ise daha iyi okuyarak ve okuduklarını daha iyi anlayarak başarılı olacaklarını ve önünüzdeki dört aylık tatil süresi içerisinde hem annelerine hem de babalarına işlerinde yardımcı olmalarını, onları üzmemeye çalışmalarını, boş zamanlarında ise kitaplarını açıp okumalarını tavsiye ediyor, bu dört aylık tatil döneminde hepinize başarılar dilerim.
Hadi güle, güle gidin çocuklar” diyerek uzun bir tatil için, sınıfı paydos etmişti.
Zeydan’ın bir elinde çantası, diğer elinde karnesiyle birlikte kendinden emin adımlarla evlerine doğru yürüyordu.
Ayriyeten, İlkokul dönemi süresince hem arkadaşları arasında uyum sağlamış hem de üstün zekasıyla derslerinde başarı göstererek İlkokulu bitirmişti.
Ancak daha önünde çok uzun bir yolun var olduğunu, bu uzun yolu sabırla, sebatla aşacağını, katedeceğini düşünerek, yapacağı ilk işinin mahallede hemen bir Ortaokula yazılmayı planlıyordu.
Evelerine gelip de kanatlı kapıdan içeriye girdiğinde, ikinci katta oturarak, okuldan gelecek olan torununu bekleyen nine hatunun gözleri kanatlı kapıdaydı.
Kanatlı kapının açılmasıyla birlikte torununu gören nine hatun, çok şükür geldi yavrum, elinde karnesiyle birlikte geldi.
Gurban olduğum yüce Rabbim başını yüce dağlar gibi yüce eylesin emi guzum” diyerek hem duasını ediyor hem de seviniyordu.
Aşağıda ise Kamil efendi kendisi için yaptırdığı tahtına oturmuş, çayını yudumlarken kanatlı kapının açılmasıyla birlikte karşıda oğlunu görünce, gel aslan parçası oğlum gel yanıma, hayırlı uğurlu olsun karnen. İvedilikle derslerine çalışmandan dolayı okulu geçtiğini, yani bitirdiğini tahmin ediyorum. İnşallah, seneye Ortaokula başlar Ortaokulu da başarıyla bitirirsin.” Diye, hem Zeydan’ı taltif ediyor hem de karnesine bakmak için yanına çağırıyordu.
Zeydan karnesini babasına uzatmış, babasıyla birlikte, annesi ve orada bulunanların hepsi de karneye gözatarak, başarıyla okulunu bitirdiğini gördüklerinde hep birlikte hem mutlu olup, hem de seviniyorlar, kimileri de teşekkür mahiyetinde yanağına öpücükler konduruyordu.
İkinci kattan kuşbakışı bakarak, aşağıdaki kutlamaya daha fazla dayanamayan Nine hatun, hemen aşağıya inip, onların yanına giderek, o da hem torununu bağrına basıyor, hem öpüp kokluyor, hem de tebrik ediyordu.
Nine hatun tebriklerin sonunda oğluna dönerek, oğlum Kamil’im, bak işte görüyorsun ki çocuklar yetişiyor, yetiştikleri gibi, mahallede var olan İlkokulu bitirip, Ortaokula gitmeleri gerekiyor;
Ortaokulda okumaları için illa ki paralı okullar şart değil, okuyacak çocuk ister buradaki okullarda, isterse daha başka okullarda okur.
Yani paralı okula gerek yoktur.
Mahallemizde birkaç tane okul var, o okullardan birine yazdır.
Evimize yakın olan Seyhan Ortaokulu var;
Yarın Zeydan’ımı götürüp o okula yazdır” diyerek oğluna yol gösteren anasının her daim sözüne değer veren Kamil efendi, varsayalım ki yapacağı her hangi bir işten zarar görecek, yine de anasının sözlerini yerde koymuyor, mutlaka yerine getiriyordu.
Anasına, tamam anacığım, yarın Seyhan Ortaokuluna götürüp yazdırırım torununu” diyordu.
Böyle de annesine sadık bir evlat olduğunu hane halkı bildiği gibi, tüm mahalle halkı da biliyordu.
Zeydan ise 1970, 1971. Öğretim yılında Seyhan İlkokulundan mezun olduktan sonra, aynı yıl yine babasının elinden tutarak alıp götürdüğü mahalledeki Seyhan Ortaokuluna kaydını yaptırmıştı.
Okulların açılmasıyla birlikte Ortaokula başlayan Zeydan, artık Ortaokullu bir öğrenci olmuş, İlkokulda olduğu kadar, Ortaokulda da çok çabuk arkadaş edinmeye başlamış, çevresi arkadaştan geçilmez olmuştu.
Arkadaş çevresinin ziyadesinden öte, derslerinde de oldukça başarı gösteren Zeydan, başarısız olan arkadaşlarına da elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu.
Orta birinci sınıftan sonra, ikinci sınıfa geçtiğinde, Zeydan’ın Arap kökenli, Nusayri olduğunun farkına vardığı gibi, Arap Alevilerinde Gelenek ve Görenekler” diye bir araştırma yapmaya başlamıştı.
Arap Alevilerin yazılı bir tarihi olmamıştır.
Sürekli yasaklı, baskı altında olduklarından böyle bir şansları da olmamıştır. Gelenek ve görenekler kuşaktan kuşağa aktarılarak ancak bugünlere kadar getirebilmişlerdi.
Nusayriler tarihleri boyunca hep başkalarının egemenliği altında, gördükleri baskı ve zulüm nedeniyle gizlenerek, saklanarak yaşamışlardır.
Dini inançlarını, gelenek, göreneklerini ve kimliklerini gizlemişler, bu nedenle “Gizlilik” ve “Sır”ın yaşamlarında önemli bir yeri olmuştur.
Gizlilik bugün eskisi kadar yaygın olmasa da hala sürmektedir.
Yakın zamana kadar hemen tüm ailelerin çocuklarına ilk öğrettikleri şeylerden biri, kimseye Arap Alevisi olduklarını söylememeleridir.
Dini ibadetler gizlilik içinde yapıldığı gibi, kendi dışlarında kimsenin görmemesine, duymamasına özel önem verdikleri aşikardır.
Son dönemde kısmen değişiklik görülse de başka milliyetlerden ve inançlardan halklarla kız alınıp, kız verilmez.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi Arap Alevilerde dışa kapalı bir yaşam tarzı sürmektedir.
Arap Alevilerin dışa kapalı olması diğer halklarla birarada yaşamasına engel olmamıştır. Geçmişten bu yana Hatay bölgesindeki Hırıstiyan, Musevi, Süryani, Sünni, Ermeni, Türk, Kürt, Çerkes, Rum, Yahudi çeşitli milliyet ve inançlardan halklarla hep birarada yaşamışlardır.
Bu halklar arasında hiç bir zaman düşmanlıklar, kavgalar olmamıştır. Yine, Adana, Mersin ve Tarsus’ta yaşayan Arap Aleviler Türklerle, Kürtlerle, Sunnilerle komşuluk yapmakta, onlarla iç içe yaşamaktadır.
Arap Alevilerin içe kapanık yapısı son yıllarda değişikliğe uğramaya başlamıştır.
Emperyalizmin halklarımıza dayattığı yoz-kozmopolit kültür Arap Alevilerde de etkisini göstermekte, gelenek, görenek ve yaşam tarzında da bir bozulmaya yolaçmaktadır.
Toplumsal dayanışma, paylaşım, yerini giderek bencilliğe, her şeyin maddiyat olarak görülmesine bırakmaktadır.
Arap Aleviler, geçimlerini geçmişten bugüne kadar esas olarak topraktan sağlamışlardır. Çiftçilik en yaygın meslekleridir.
Hatta bazı bölgelerde “Fellah” denmesinin nedeni de bu olmuştur.
Bu kelimenin Arapçada birçok karşılığı vardır. “Azab” yani köle olarak da, ekin biçen çiftçi olarak da ifade edilmektedir.
Bugün de Arap Alevilerin azımsanmayacak bir kesimi hala çiftçilik yapmaktadır.
Hatay’ın sınır bölgesinde olması nedeniyle Ortadoğu halkları özellikle de Suriye’dekilerle yakın ilişkileri vardır.
Bir kısmı Suudi Arabistan başta olmak üzere Libya, Ürdün, Kuveyt ve Suriye’de çalışmaktadır.
Suriye’de öğrenim gören gençler de bulunmaktadır. Avrupa’ya daha çok da Almanya’ya gitmiş olanları da vardır.
Bunun yanında otobüs ve kamyon taşımacılığı da çok yaygındır ve çoğu Ortadoğu ülkelerinde iş yapmaktadırlar.
Bir aile çocuğuna ilk önce onurlu, namuslu, dürüst ve adaletli olmasını, insanlara haksızlık etmemesini öğretir.
Arap alevi halkında erkek çocuğun önemli bir yeri olduğu gibi, İlk doğacak erkek çocuk için adaklar adanır.
Doğduğunda kurbanlar kesilir. Bazen saçının tümü veya ele gelecek kadar bir tutamı 7 yaşına kadar kesilmez. 7 yaşında saçın kesilmesinde dini tören yapılır, kurban kesilir.
Geçmişte daha çok dini inançlarından kaynaklanan nedenlerden dolayı kadınları çok değersiz varlık olarak gördükleri olsa da Ataerkil toplum yapısı, kadınların aşağılanmasını ve bunun din aracılığıyla resmileştirilmesini sağlamıştır.
Her ataerkil toplumda olduğu gibi geçmişin bu izi hala sürse de bugün bu durum Nusayrilerin yaşamında çok fazla kendini hissettirmemektedir. Kadınlar aile ve toplum içerisinde eskisine göre belli bir saygınlık kazanmıştır.
Zeydan çocuk yaşta bu araştırmasının ardından Atatürk’e olan hayranlığından ve sevgisinden dolayı geniş çaplı olmasa da yine bir araştırma içine girmişti?
Nihayetinde, günün birinde eline geçen bir dergide Türklük kavramı nedir ve ne değildir? Diye bir yazı başlığı gözüne çarpmış, okudukça, yazının sonu nasıl bağlanacak “diye, merakından sonuna kadar devam etmişti.
Dergiyi okudukça, Türk milletinin mensubu bağlı olduğu kendi milletini ve diğer halkları canı gönülden sevmesi ve onları her anlamda yüceltmeye çalışmasının yüce bir görev olduğunu anlamıştı.
Türklüğün başlıca ana temeli bozguncu değil, aksine birleştirici, yapıcı ve barıştan yana, hatta çeşitli etnik grupları içinde barındıran yüce bir millet olduğunu müşahede etmişti.
Derginin devamında ise, Cumhuriyetimizin kurucusu yüce Atatürk’ün, Türkiye'yi işgal ederek Türk milletini esarete sokmak isteyen yedi düvele karşı en ağır baskılara rağmen Millî Mücadeleye başladığını ve inandığı en büyük kuvvet Türk milletinin millî duygularının ta kendisi olduğunu, Yani Türk vatanperverliğinin var oluşuna inandığını, Türklüğün vatan ve millet sevgisine dayandığını her fırsatta ifade eden yüce Atatürk’ün, bir konuşmasında, Türklüğü ve milliyetçiliği nasıl anladığını şöyle dile getiriyordu dergide?
Aziz milletim bizler doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz.
Aynı zamanda Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.
Bu topluluğun fertleri ne kadar örf ve adetleriyle birlikte ve Türk kültürü ile iç içe yoğrulmuş ise, o topluluğa dayanan cumhuriyetin ana temeli de o kadar kuvvetli ve sağlam olur" diyerek, Türklüğün özünü ifade etmekteydi.
Zeydan, daha çocukken gördüğü Atatürk’ün her resimlerine, hatta İlkokula başladığında okuldaki Atatürk büstüne hayranlıkla baktığı ve saygı duyduğu aşikardı.
Daha çocuk yaşta bu kadar Atatürk hayranı olan Zeydan, tam bir vatansever ve vatan aşkıyla büyüyor, bayrak yarışında taşıma sırası kendisine geldiği zaman, eline alacağı ay yıldızlı bayrağı canla başla, kanının son damlasına kadar daha ileriye taşıyacağı ve o iman ve güce sahip olduğu yüzünden ve yüreğinden belli oluyordu.
Zeydan, Atatürk hayranı olduğu kadar, etrafındaki arkadaşlarına, bu vatan ve bu millet Atatürk ve onun silah arkadaşlarının sayesinde yedi düvel düşmanlarının elinden çakaralmaz silahlarla kurtarıldığını, ancak Türk askerlerinin Allah, Allah nidalarıyla iman ve güçlerinin var olduğunu anlattıkça onların da Atatürk’e karşı Atatürk sevdalısı olduklarını, ilke ve inkılaplarına sadakatla bağlandıklarını gördükçe mutlu oluyordu.
Zeydan, arkadaşlarıyla uzun uzadıya konuşmalarının ardından, Atatürk’ün Nutuk kitabını okumalarını tavsiye ediyor, hatta “Sevr” anlaşmasının nasıl hüsrana uğradığını ve “Lozan” anlaşmasının nasıl başarıya ulaştığını, ayriyeten Atatürk’ün Sivas kongresi sonrası Kurtuluş Savaşı’na merkez olarak Ankara’yı seçtiğini, kitaplığından çıkardığı Nutuk kitabından okumaya başlamıştı. “Sevr” anlaşmasında Rauf Orbay heyet başkanlığı yapmış ama başarısız olmuştu.
Nutuk’un devamında, Atatürk, İşte ondan sonra idi ki, İsmet Paşa'ya, bir oldubitti şeklinde Dışişleri Bakanı olacağını ve ondan sonra da Barış Konferansı'na Delegeler Heyeti Başkanı olarak gideceğini söyledim.
Paşa, birdenbire şaşırdı.
Asker olduğunu söyleyerek özür diledi.
En sonunda teklifimi emir sayarak boyun eğdi. “diyordu.
Nutuk’tan devam ederek, Lozan Konferansı genel toplantısı 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır.
Bu konferansta Türkiye Devleti'ni İsmet Paşa Hazretleri temsil etti. Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey, İsmet Paşa'nın başkanlığındaki delegeler heyetini oluşturuyordu.
Heyetimiz, Kasım 1922 başlarında Lozan'a gitmek üzere Ankara'dan ayrıldı. “diyerek, Zeydan, Atatürk’ün kaleme aldığı Nutuk kitabından okumayı sürdürüyordu.
Atatürk kürsüde, Efendiler, burada, Lozan barış görüşmeleri sırasında çıkan ve barış imzalandıktan sonra açığa vurulup yayılan bir konuyu ele alarak kamuoyunu aydınlatmak isterim.
Açığa vurulan ve yayılan konu, Türk Delegeler Heyeti Başkanı İsmet Paşa ile Hükumet Başkanı Rauf Bey arasında çıkan anlaşmazlıktır.
Bu anlaşmazlığı, ilgili belgeleri inceleyerek köklü ve ciddî sebeplere dayandırmak güçtür.
Bu bakımdan, anlaşmazlığı daha çok ruhî ve duygusal açıdan değerlendirmek gerektiği görüşündeyim.
Çeşitli vesilelerle belirtmiştim ki, Lozan Konferansı söz konusu olduğu zaman, Delegeler Heyeti Başkanlığı'na Rauf Bey’in getirilmesi eğilimi vardı.
Gerçekten Rauf beyde Delegeler Heyeti Başkanı olmak istiyordu. İsmet Paşa’nın askerî danışman olarak kendisiyle birlikte gönderilmesini de benden rica etmişti.
Ben, Rauf Bey'e, İsmet Paşa'dan yararlanmanın, ancak onun başkan olarak gönderilmesiyle mümkün olacağı cevabını verdim.
Sonra, bilindiği gibi, Rauf Bey 'i göndermedik, İsmet Paşa ordunun başından alındı.
Dışişleri Bakanlığı'na seçilerek Delegeler Heyeti Başkanlığı'na getirildi.
Lozan Konferansı'nın birinci dönemi kapandıktan sonra, İsmet Paşa'nın uğradığı hücum ve eleştirileri anlatmıştım.
Buna rağmen, ikinci defa Lozan'a gönderilen yine İsmet Paşa oldu. İsmet Paşa, Lozan görüşmelerini büyük bir başarıyla idare ediyordu.
Görüşme safhalarını düzenli olarak Bakanlar Kurulu'na bildiriyordu.
Bazı önemli konularda Hükümet'in düşünce ve görüşlerini soruyor veya talimat bekliyordu.
Çözüm bekleyen meseleler önemli, mücadele ciddî ve üzücü idi.
Rauf Bey 'de, İsmet Paşa'nın görüşmeleri İdare ediş tarzını beğenmezlik duygusu uyanmıştı.
Bu duygusunu Bakanlar Kurulu'ndaki arkadaşlarına da telkin etme isteğine kapılmıştı. Bakanlar Kurulu'nda İsmet Paşa'nın raporları okundukça, zaman zaman, İsmet Paşa bu işi başaramayacak denmeye başlanmış.
Hatta bir aralık, İsmet Paşa'yı geri çağırma teklifi ortaya atılmış.
Rauf Bey, bu teklifi derhal oylamaya kalkışmış. . .
Bakanlar Kurulu'na Millî Savunma Bakanı olarak katılan Kâzım Paşa'nın itirazı üzerine vazgeçilmiş…
Sivas Kongresi sonrası Kurtuluş Savaşı’na merkez olarak Ankara seçilmişti.
Bu kongrenin yürütme organı durumunda olan temsil heyeti, Ankara’ya gitmeden Hacıbektaş’a uğrayıp bu etkili inanç merkezinin kesin desteğini sağlamak istiyordu.
Atatürk, yanında Hüseyin Rauf, Mazhar Müfit, Hakkı Behiç ve arkadaşları olmak üzere 21 - 22 Aralık’ta Mucur’a uğrar, Kaymakam Cevat Bey’i de yanlarına alarak 23 Aralık 1919’da Hacıbektaş’a gelirler.
Daha önceleri iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi’nin güçlü isimlerinden Enver ve Talat paşalar Hacıbektaş’a uğramışlar, ancak Çelebi Efendi onları sade bir şekilde dergâh selamlığında karşılamıştır.
Cemalettin Çelebi, Atatürk ve diğer heyet üyelerini merkeze daha uzak olan Beştaşlar da karşılayarak özel konağa götürmüştür.
Cemalettin Efendi’nin oğlu Hamdullah Efendi’nin odasında bir cem düzenlenmiş olduğu gibi...
Atatürk, Hacıbektaş’ta bir gece kaldıktan sonra, 24 Aralık’ta heyet dergâhı gezmiş. Türbe ve diğer önemli yerler ziyaret edilmiştir.
O sıra dedebaba postunda oturan Salih Niyazi Baba’da ziyaret edilmiştir.
Dergâhta Atatürk, Cemalettin Efendi, Salih Niyazi Baba ve diğer ileri gelenlerle özel bir toplantı yapar.
Bu toplantıda yapılan tek konuşma, işgal altındaki yurtta verilecek olan bağımsızlık savaşı ve emperyalistlerin yurttan kovulması idi.
Hacıbektaş görüşmesinde en ilginç konuşmayı Veliyettin Çelebi sonradan yakınlarına şöyle aktarmıştır:
“Çelebi Cemalettin Efendi, M. Kemal Paşa’ya “Paşa Hazretleri cesaretli ve basiretli idarenizde Türk milletinin düşmanı kahredeceğine inancımız sonsuz.
Yüce Allah’ın milletimize müesser edeceği zaferden sonra Cumhuriyet ilanı düşünüyor musunuz?
M. Kemal Paşa bunun üzerine “O mutlu günün ilanına kadar aramızda gizli kalmak kaydıyla, evet Çelebi Efendi Hazretleri” diye yanıtlamıştır.
Türbede M. Kemal Paşa’ya kılıç kuşatılıp yola kabul edilir.
M. Kemal’in yolunda ve izinde olacaklarına, destek vereceklerine “yekvücut” olarak hareket edeceklerine ikrar verilir.
Coşkulu bir karşılama gibi, uğurlama yapılır.
Osmanlı padişahı, Milli Mücadele ateşini tutuşturmaya çalışan M. Kemal için; “vatan haini” olduğu gerekçesiyle hakkında idam fermanı çıkartırken Hacıbektaş dergâhındaki dervişlerin onun atının üzengisini öpüp, niyaz etmeleri, kutsamaları M. Kemal’i ve yol arkadaşlarını çok duygulandırmıştır.
Savaş sırasında ayni yardımlar yanında dergâh kasasında bulunan 1800 altın Ankara’ya gönderilir.
M. Kemal Paşa, Hacıbektaş dergâhı postnişini Veliyettin Çelebi için şöyle diyor: “Çok büyük insan...
Onunla konuşunca adeta ruhum yıkanıyor.” Bu övgü sıradan bir sözden öte, köklü bir sevgi ve saygının ifadesidir.
Diye okuduktan sonra, Zeydan tekrar arkadaşlarının gözlerinin içine bakarak, arkadaşlar ben bu Nutuk kitabını okudukça, benimde ruhum yıkanıyor, ben inanıyorum ki bundan böyle sizlerinde ruhu yıkanıyordur.
Deyip tüm arkadaşlarıyla birlikte Atatürk’e ve onun armağan ettiği Türk gençliği hitabesini hep bir ağızdan hem okuyorlar hem de sıkı sıkıya bağlılıklarını ifade ediyorlardı.
Zeydan ile arkadaşları bir araya gelip de bu konuşmaları yaptıklarında okulun yılsonu tatiline az bir zaman kalmış, derslerine çalışmaktan dolayı, okul tatiline kadar Nutuk kitabından hiç bahsetmemişlerdi.
Nitekim okullar tatil edilip bazı öğrenciler kendi köylerine gitmişler, köy yerinde bağları, bahçeleri olanlar bağa bahçeye, tarlaları olanlar ya ekine ya da pamuğa, sığırları, koyunları, keçileri olanlar da onları köyün dışındaki meralarda yaylıma götürerek tatil süresini böyle değerlendiriyorlardı.
Zeydan’ların arazileri ise sadece naranciye bahçeleri vardı.
Babası Kamil efendi ise mezbahanede kasap olarak çalışmaktaydı. Yalnız Kamil efendi değil, kardeşiyle birlikte mahalleden pek çok insanlar çalışmaktaydı. Allah katbekat güç ve kuvvetlerini artırsın, Allah-u Teala güç kuvvet verdiği gibi, hayırlı evlatlarda vermişti.
Kamil efendinin Zeydan ile birlikte On tane çocukları vardı.
Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan bu kardeşlerden eli iş tutanlar tatil süresince evlerine katkı olsun diye çalışıyorlardı.
Zeydan’ın işe gidecek çağı değildi.
Sadece naranciye bahçelerine giderek zamanını orada kitap okuyarak geçirirdi.
Hatta üzerinde işçilik değil de sanki bir yerin yöneticisiymiş gibi öyle ağır başlılık ve öyle bir hava vardı.
Zeydan’ın bu ağırbaşlılığını gören etrafındaki yakınları o’nun o haline hem saygı duyuyorlar hem de işlerine canla başla sarılarak çalışıyorlardı.
Adana’ya yakın olan komşu köylerden Nacarlı, Kızıldere ve Durhasan dede köyü ve Mersin’e bağlı ama Adana’ya daha yakın olan Kefeli, Yüksek ve Tekelören gibi, pek çok Alevi köyleri de mevcuttu.
Kimi amanos kimi toros dağlarının eteğinde bulunan Alevi ve Sünni olan köylerdeki köylüler, köylerinin kuruluşundan buyanı, yok sen alevisin, ya da yok sen Sünni’sin” diye birbirleriyle her hangi bir kavga etmedikleri gibi, asla ağız münakaşasına dahi girmemişlerdi.
Hatta karşılıklı olarak birbirlerini sayarlar, severler, düğünlere davet ederler, bayramlarda bayramlaşırlar, hele de ölülerde kadınlar hep birlikte ağıt yakarak oturup ağlaşırlar ve birbirlerinin acılarına ortak oldukları hep söylenedurur.
Nitekim okullar açılmış, ancak, Cumartesi Pazar günleri okullar tatil olduğundan dolayı Kefeli köyündeki bir arkadaşı tarafından köylerine bir dedenin geldiğini ve o günü akşamı Cem ibadetinin olacağını söyleyerek köylerine gelmesini söylemişti.
Cem ibadetinin nasıl yapıldığını merak eden Zeydan ise arkadaşına, köyünüze geldiğimde, bende cem ibadetine katılabilirmiyim? “Diye soru soruyor?
Arkadaşının ağzından ise şu güzel ve anlamlı sözler çıkıyordu. Muhammed Ali’nin kapısını hak kapısı olarak gören ve o kapıyı arzu eden cümle canların gelebileceği ve katılabileceği Cem ibadetine, tabi ki sende gelip katılabilirsin.” Diyerek, böylelikle Zeydan’ın Cem ibadetine katılabileceğini ifade ediyordu.
Nihayetinde, Zeydan babasından izin alıp cem ibadetine katılmak üzere Kefeli köyüne gider, hatta daha cem’e katılmadan önce arkadaşına Cem ibadeti nasıl yapılır? Diye, Cem hakkında sorular sormaya başlar? Arkadaşı da, Allah, Muhammed, Ali yolunda, bu yolu benimseten, bu yolun gösterilmesinde Mürşit’lik yapan ve On iki İmam’ların kurduğu kurallar doğrultusunda insanların nefislerini ıslah etmelerinde ve Hak yolunda insanlıklarından ve doğru yoldan hiçbir zaman sapmayacaklarına öncülük yapan ve ibadetlerini Dört Kapı Kırk Makam üzerinde kırklar cemini gösteren evliyaların ibadetidir.
Bunun ismine aynı zamanda Ehlibeyt, On iki İmam ve Kırklar cemide deniliyor.
Bu cemin ilk rehberliğini yapan ise Hz. Muhammed Ali’dir.
Hz. Muhammed Mustafa rehber, yani şefaatkar, Mürşit ise Hz. Ali’dir. Mürşit demek, Post’a oturan bütün evliyaların ışığı demektir.” Diyerek, dilinin döndüğünce aynen bu bilgileri aktarıyordu.
Zeydan’ın kafasına takılan bir şey daha vardı?
Dört kapı ve Kırk makam?
O’nu da soruyor, arkadaşı ise ona şöyle açıklık getiriyordu.
Dört kapıdan kast edilen kapılar şunlardır?
1: Şeriat Kapısı
2: Tarikat Kapısı
3: Marifet kapısı
4: Sırrı Hakikat Kapısıdır.
Bu dört kapıya bağlanırken Hakka ikrar vermek, yani söz vermek lazım, bu İkrar ve söz vermek ise, Fetih suresinin 10. Ayette ki Allah’ın buyurduğu emirlerine uymaktır.” Diyerek, Kur’an’ı Kerim’i açıp “Fetih suresinin 10. Ayetini okumaya başlar, ( Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler ( biat edenler ), Allah'a baş eğip el vermiş sayılırlar.
Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir.
Verdiği bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur.
Allah'a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük ecir verecektir.) diye, ayeti okuduktan sonra, dört kapı denilen kapıların hakkında da şöyle açıklama yapıyordu.
Şeriat makamı;
Henüz olgunlaşmamış, inancı ve din kurallarını yeterince bilmeyen insanların topluma zarar vermemesi için din kuralları içerisinde eğitilmesi.
Tarikat makamı;
Dış engellemelerden kurtularak kendi istek ve arzuları doğrultusunda, iyilikleri esirgemeden yaşama dönemidir.
Marifet makamı;
Eğitim seviyesini yükseltmek, düşünce ve duygularıyla yaşamak, inançta tanrısal sırlara ermek.
Hakikat makamı;
İnançsal anlamda en yüksek mertebeye ulaşmak, kendisini hakla bütünleşmiş olarak görmektir.” Diye böyle açıklama yaparak devam eder.
Hacı Bektaşi Veli bir söyleşide, Dört Kapıdan bahsederken, kul Tanrı’ya Kırk Makamda erer, ulaşır, dost olur.
Bu makamların onu Şeriatın içinde, onu Tarikatın içinde, onu Hakikatın içinde, onu da Marifetin içindedir.
Dört Kapı, İnsanın yaşamında Hakka ulaşmak için verdiği manevi uğraşıda birer aşama olduğu söylenir.” Diye pek çok şeyi anlatmıştı.
Ancak Zeydan’ın daha öğrenmek istedikleri vardı.
Ve dört kapının kırk makamını da öğrenmek istiyordu?
Arkadaşı ise Dört Kapıda, her kapının on makamının olduğunu ve sırasıyla şöyle açıklama getiriyordu!
Şeriat kapısının makamları
1. İman etmek,
2. İlim öğrenmek,
3. İbadet etmek,
4. Haramdan uzaklaşmak,
5. Ailesine faydalı olmak,
6. Çevreye zarar vermemek,
7. Peygamberin emirlerine uymak,
8. Şefkatli olmak,
9. Temiz olmak
ve
10.Yaramaz işlerden sakınmak.
Tarikat kapısının makamları
1. Tövbe etmek,
2. Mürşidin öğütlerine uymak,
3. Temiz giyinmek,
4. İyilik yolunda savaşmak,
5. Hizmet etmeyi sevmek,
6. Haksızlıktan korkmak,
7. Ümitsizliğe düşmemek,
8. İbret almak,
9. Nimet dağıtmak
ve
10.Özünü fakir görmek
Marifet kapısının makamları
1. Edepli olmak,
2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak,
3. PerhizkarlIk,
4. SabIr ve kanaat,
5. Haya,
6. Cömertlik,
7. ilim,
8. Hoşgörü,
9. Özünü bilmek
ve
10. Ariflik.
Hakikat kapısının makamları
1. Alçakgönüllü olmak,
2. Kimsenin ayıbını görmemek,
3. Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek,
4. Allah’ın her yarattığını sevmek,
5. Tüm insanları bir görmek,
6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek,
7. Gerçeği gizlememek,
8. Manayı bilmek,
9. Tanrısal sırrı öğrenmek
ve
10.Tanrısal varlığa ulaşmak.
“diyerek, böylelikle kırk makamı da açıklamış bulunmaktaydı.
Zeydan ise arkadaşından bu güzel kelamları duyduktan sonra, içinden, Allaha inanmış, tam Allah adamları, hem de asil Türk milleti, ne mutlu böyle Türk milletine” Diye düşünürken, aklından geçenleri diliyle de ikrar ediyordu.
Nitekim akşam olmuş Dede Cem ibadetine başlamadan önce, canların getirdikleri lokmaların duasını okuduktan Sonra, cem’e başlamak için canlardan şöyle rızalık istiyordu?
Canlar.
Hü diyelim gerçeğe varalım ali divanına
Bu post hz şahı merdan ali’nin postudur
Bu post şahı şehidi kerbela imam hüseyin’in postudur
Bu post 12 imamların postudur
Bu hünkar hacı bektaş-i veli postudur
Bu post insanlık postudur
Bu post mazlumların postudur
Bu post zulme isyan edenlerin postudur
Bu post insanların gurur duyacağı özgürlük postudur
Bu posta oturmak, haşa bizim hakkımız değildir
Bu posta oturmak için canların rızası alınmak zorundadır
ey canlar izniniz ve rızanız var mı ben kulunuzun oturması için?
Bu posta oturunca büyüklük taslamayacağıma canları küçük görmeyeceğime söz veririm
cemimiz hak defterine yazıla
üçler beşler yediler on ikiler on dörtler on yediler ve dahi kırklar yardımcımız ola
nutuk hazreti pirden ola gerçeğe hü mümine ya Ali.
“diye, Rızalığı aldıktan sonra, Salavat ve Selamlama getirilirken, Kur’an-ı Kerim’den de şu ayetleri okuyarak Cem ibadetini başlatır?
Verelim Hz. Muhammed Mustafa ve o’nun EhliBeytine salavat, Allahumma salli ala Seyyidine Muhammed ve Ali Muhammed ve EhliBeyt.
İHLAS SURESİ
Esirgeyen bağışlayan Allahın Adıyla
Söyleki tanrı ek tanrı yüce
Odur tüm ihtiyaçları veren
O Doğmaz doğurmaz
Kimse ona denk olmaz
FATİHA SURESİ
Esirgeyen Bağışlayan Allahın adıyla
Hamd alemlerin rabbi Allah içindir
Esirgeyendir bağışlayandır o
Din gününün maliki sultanıdır o
Yalnız sana ibadet eder
Yalnız senden yardım yardım dileriz
Dosdoğru giden yola ilet bizi
Kendilerine nimet verdiklerinin
Üzerine gazap dökülmemişlerin
Karanlığa ve şaşkınlığa sapmamışların yoluna.
SALAT VE SELAMLAMA
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Resulullah
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Ali'yyül veliyullah
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Hatice-i Kübra, Fatıma-i Zehra
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Hasan-ı Müçteba
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Hüseyin-i deşti Kerbela
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Zeynel Abidin Aba
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Muhammet Bakır-ı Beka
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Cafer-i Sıtkı Seda
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Musa-i Kazım-ı Cismi Pak
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Ali Rıza Şah-ı Horasan
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Muhammet Taki
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Ali'yyel Naki
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Hasan Askeri Gazi
Es sala tu vesselam-ı aleyke ya Mehdi-i Sahibi Zaman
La havle vela kuvvete illa billahül ali'yyül azim
(Evirip çeviren, kuvvet kudret sahibi olan ancak Allahtır).
“ Der ve Cem ibadeti sırasıyla, Seccade Duası, Süpürge Duası, Tezekar Duası, Gözcü Duası okunduktan sonra, sıra çerağ Uyandırmaya gelmişti. Çerağı Uyandırılırken? Yani, Allah’ı, Hz. Muhammed’i ve Hz. Ali’yi temsil eden üç tane mumlar yakılırken,
Nur suresi 35. ayet okunur ve hemen ardından 36.ayet de okunur.
Esirgeyen bağışlayan Allahın adıyla
Allah göklerin ve yerin nurudur.
Onun nur'u içinde ışık bulunan bir kandile benzer
O ışık bir cam içerisindedir.
Camda, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.
Bu, yalnız ne doğuda ne batıda bulunan
Bereketli zeytin ağacından yakılır.
Onun kendisine bir ateş dokunmasa bile hemen
Işık verir. Bu ışık nur üstünde Nur'dur.
Allah dileğini Nur'a kavuşturur.
Allah insanlara misaller veriri Allah her şeyi bilir.
Nur suresi ayet 36: Bu ışık Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinde Adının anılmasına izin verildiği evlerde yakılır.
Onlar buralarda Sabah akşam onu tespih ederler.
Kur’an-ı Kerim’in okunmasının ardından, günahlardan arınmak adına, dedeyle hep birlikte
“Estağfurullah”
Diyerek, tevbe duasını okunmaya başlar?
Yarattığın beşer bir kulum ya rab
Tövbe günahımızı estağfurullah
Şu divane gönlüm günbe gün harab
Tövbe günahımızı estağfurullah
Sinemde yanıyor cehennem narı
Ondandır gönlümün gamı efkarı
Yer gök kabul etmez bendeki zarı
Tövbe günahımızı estağfurullah
Ne dermanım kaldı nede iflahım
Ne ben bir alim im nede agahım
Medet mürvet senden ola Allahım
Tövbe günahımızı estağfurullah
Işığınla çıkar ovaya düze
Gele yazıcılar halimiz yaza
Günahkar yaşamak yakışmaz bize
Tövbe günahımızı estağfurullah
Bilirim ki mevlam kuluna yardır
Ya Rab niye halim böyle yamandır
Der Yusuf belki de günahım vardır
Tövbe günahımızı estağfurullah.
“Diye, dede duasını bitirdiğinde, tüm canlar secdeye kapandıktan sonra, dede secde duasını okur ve dua bitiminde canlar secdeden kalkarlar.
Zeydan cem ibadetinin tamamına şahit olduğu gibi, çokta hayran olmuştu.
Secdeden sonra, Zakir şu deyişleri okumaya başlamıştı?
Gözlerini açtığında duysaydı
Elbette duyardı hakk nidasını
Tanırdı o akil balik olsaydı
Her iki Cihan’ın tek ağasını
İsmini duyunca kulak tıkayan
Veliyullah deyi hiç inanmayan
Kur’an-ı natığa hançer sallayan
Gün gelir bulacak o belasını
Sanmayın ki gelmez hesabın vakti
Çıkıp gelecektir Muhammed Mehdi
Yerde kalmaz İmam Hüseynin ahdi
Yezidin soy'uda yer helvasını
Birgün üfleyince Sur'u İsrafil
Kuruyup yerlere serilir ehil
Orada onlara kim olur kefil
Herkes verecektir her hesabını
Ali ismi olmayınca duada
Hiç bir amel makbul olmaz orada
Kul Yusuf bağlıdır iki cihanda
Esirgeme bizden şefaatını.
xxxxxxx
Nurunla şad oldu cihanı alem
Elif lam mim natık kur-an’ım çık gel
Binbir ismi yazar sendeki kalem
Gel benim Ahmet’i Muhtarım çık gel
Sensiz alır beni kederle elem
Kaç kere can buldu elinde ölen
Onca nebilerle zuhura gelen
Bir değil bin kere kurbanım çık gel
Çağırıp dualar eyledim günde
Vallahi mecalim kalmadı bende
Seni sevenlerin aklı hep sende
Aklım fikrim canım cananım çık gel
Kapına varana yüz çevirmedin
Şehrine girene çıkın demedin
Ben ilmi irfanı senden öğrendim
İlim irfan şah-ı sultanım çık gel
Bir yanda bırakma Yusuf kulunu
Yorma bedenini kırma kolunu
Cümle taliplerin bekler yolunu
Nur yüzlü Haydar-ı kerrarım çık gel.
xxxxxxx
Hakikat yolunu ararsan eğer
Hiç uzağa gitme kendinde ara
Bir iyilik binbir musibet savar
Tatlı dil güler yüz sevginde ara
Hakkın kapısına varan varana
Kulak verin o canların zarına
Sağa sola varıp boşa arama
Ne ararsan hakkın yolunda ara
Kaldırat içinde cehalet varsa
Yol gösterici ol delalet varsa
Yüreğinde biraz merhamet varsa
EhliBeytin hanedanında ara
Muhammed Ali’nin soyundan bu kök
Her iki cihanda aslı pir-i pek
İki damla yaşı dökeceksen dök
Kerbelada Şah Hüseyinde ara
Kul Yusuf der hakkın kerametinde
Ahmet'i Muhtarın Nübüvvetinde
Haydar'ı Kerrarın İmametinde
İbrahimin hanif dininde ara.
Bu deyişlerden sonra, canlar yine secdeye kapanmıştı;
Secdenin devamında ise Zakir yine deyiş okumaya başlar ve canlar yine secdeye kapanır.
Secdelerden sonra, dede yeri göğü, cümle varlıkları yaratan yaratıcıdan bağışlanmak adına,
“Bağışla bizi” Diye, duayı okumaya başlamıştı.
Biz hangi günahı ettikse ya Rab
Ali Murtaza'ya bağışla bizi
Olur ki ağızdan çıkar ham cevap
Hasan Müşteba'ya bağışla bizi
Dünyanın ahvali işte ortada
Kulak asan yoktur çıkan feryada
Cümlemizin ünü o yaratana
Deşti kerbela'ya bağışla bizi
Muhammed bakırdan Cafer-i sadık
Musa-i kazım e cismi pak dedik
Ali rıza gibi hep zehirlendik
Zeynel-i Aba'ya bağışla bizi
Kimi seyit olur ortaya çıkar
Kimi döner kadı Yahya'ya bakar
Taki'yi aslan'ın önüne atar
Ali-yel naki'ye bağışla bizi
Kul Yusuf'ta düştü aşk ile nara
Hasan-ul askere gelince sıra
Muhammed Mehdi'den ola bir çare
Gaybet-i Kübra'ya bağışla bizi.
Diye, bu duaların bitiminde, saka suyu duası okunur.
Nihayetinde, ayakta mersiyeler okunup cemin sonuna gelindiğinde lokmalar dağıtılmaya başlanmıştı.
Lokmaların dağılımından sonra, dede şah lokmasını orada ki bir cana vermek için, canlardan rızalık ister, hazırda bulunan canlarda rızalık gösterdikten sonra, o kişiyi yanına çağırarak gönül rızalığıyla lokmayı veriyordu.
Daha sonra, tekrar post duası, süpürge duası, Çerağ söndürme duası ve on iki hizmet erlerini meydana çıkarak dualarını okuyordu.
Bu hizmetlerden sonra dede, cem’e katılan tüm canlara, burada oturan, duran, goğu, gıybeti etmeden sırrı sır ede, gidip evine vara” diye cem ibadetini sonlandırıyor, orada bulunan canlar gibi, Zeydan’da cem evinden dışarıya çıkarken, huşu içerisinde dinlediği bir cem ibadetine katılmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Cem ibadeti gece geç vakit’e kadar sürdüğü için, arkadaşı Zeydan’ı misafir olarak evlerine götürdüğü gibi, evde de (s.a.v.) Hz. Muhammed’in hadislerinden bahsetmeye başlarlar, hatta Hz. Ali hakkında inen ayetleri okuyarak şahit oluyorlardı.
Örneğin, hadisin birinde;
Allah c.c. bana beş şey verdi. Ali’ye de beş şey verdi.
(bana söz Toparlamasını) (Ali’ye ilim Toparlamasını)
(beni peygamber gönderdi)
( Ali’yi vasi ilan etti ) (bana kevser Nehrini verdi) ( Ali’ye selsebili verdi) ( bana vahiyi verdi ) ( Ali’ye de ilhamı verdi) ( beni peygamberlerin sonu) (Ali’yi de vasilerin sonu gönderdi) diye, bu hadisin ardından,
Resülüllahın sahabelerine buyurduğu sözlerini okuyarak şahit oluyorlardı.
Resülüllah, Ali imanın hepsidir.
Ali’ye küfür eden, imana küfür etmiştir.”Diyor ve Resülüllah, kendisine vahi olan ayetlerle şöyle kanıtlıyordu! Maide s.a. 5. vemen yekför biliymeni fekad habita amlehu ve huvva fil ahireti minelhasirin) Her kim imana karşı küfür ederse Ameli boşa gider.
Ahirette hüsrana uğrar.
Yine ayetin getirdiği kanıtta ise, Arap araştırmacı ve yazar; Elkandüzinin tesbitinden okudukları aynen şöyleydi?
Ahzeb ve Hendek savaşında Hz. Ali Amru bin Viddinin savaşına indiğinde (Resülüllah şöyle buyuruyordu? İmanın hepsi küfürün hepsine indi)”diyor ve bundan anlaşılan, Ali imandır ve imanın kendisidir.
Ayetin kanıtı ise gerçek olarak Ali’ye karşı kin, inkar, küfür düşünenin Ameli boş ve hüsrandır manası çıkmaktaydı.
Zeydan ile arkadaşı bilinmeyenleri araştırmak adına kendilerini tamamen konuya kaptırmışlar ve Hz. Ali’nin yüceliği hakkında kanıtlayıcı ayetleri tesbit etmek adına, yine, başka bir Arap araştırmacı yazar, olan Elbersinin Meşarik Envarulyakin eserini inceliyorlardı. Eser’de ise,
Fatır s.a. 10. (İleyhi yasadu elkelime ettayyibü vel amelu assalihu yerfe ahu)
İyi söz Leilehe İllallah Muhammed Resülüllah) iyi ve Afdal amel Ali’nin sevgisidir.
Yine Hz. Muhammed buyuruyor?
Ali’nin sevgisi yapılan amelde olmazsa makbul Amel değildir.
Sevap kazandırmaz.” Diyordu.
Yine aynı eserde tesbit! Hz. Muhammed’in yüce Allahtan kanıtlama isteğinin var olduğuna şahit oluyorlar ve Esra s.a. 80.
(Vec alli min ledünke sultanan nasira)
( Rabbim bana senden yardımcı hiba et, bana zafer kazandırıcı olsun.)
Ayetin delil kanıtını okuduklarında Hz. Muhammed’e yardımcı ve zafer kazandırıcı olan sadece Hz. Ali’nin ta kendisinin olduğuna yürekten inanıyorlar.
Böylece, Allah’ın ve onun Nebisi olan, Hz. Muhammed’in ve İmameti olan Hz. Ali’nin haklarında inen Ayeti kerimelerine nail oldukları için oldukça mutlu oluyorlardı.
Ancak bu uzun uzadıya araştırmalarından dolayı, nerdeyse sabah ezanı okunacak saat gelmiş, her ikisinin de gözleri yumulmaya başlamıştı.
Yorgunluğa daha fazla dayanamayıp gidip yataklarına yatmışlar, daha yataklarına uzanır uzanmaz sabah ezanı da okunmaya başlamıştı.
İçlerinden birisi, bak sabah ezanı okunuyor.”Derken, diğeri çoktan uyumuştu.
Zeydan ile arkadaşı uyandıktan sonra, akşam ki kaldıkları yerden biraz daha devam ederek, Selmanul Farisi, Elmikdad, ve Ebezzer’in Resülüllah’tan duyduklarını heyecanla okuyorlardı.
Allah’ın yanında geçerli imam Kur’an-ı kerimde belirlenmiştir.
( Yasin s. a 12. vekülle şey in Ahsaynahu fi imemim mubin) Resülüllah şöyle buyuruyordu?
Biliniz ki Elimemul mubin yalnız Ali’dir.
Ali imamların imamıdır.
Cenazemi yıkayacaktır ve ilk namazımı kılacak kişi o olduğu gibi, mezarıma indirecek ve telkinimi yapacak olan, yine imam’ı Ali’dir.
Ali’den başka imam edinenin imamı yok ve Ali’yi imam kabul etmeyenin ölümü imamsız cahiliye dönük ölmüştür.
Ali’nin sevgisi haricinde imam edinip sevenler şefaatimden mahrum ölmüştür. Çünkü benden sonra, Ali’nin zürriyetinden 12 Halifem imam ve Ehli Beytimin devamı olarak geleceklerdir, Ali ise başlarıdır.”Diye, okurlarken, Hz. Ali’nin, oğlu Hz. Hasan’a yazdırdığı vasiyetinden bir bölümü gözlerine ilişmişti.
Ancak dünden beri hem cem ibadeti hem hadisler hem de Kur’an’dan ayetleri birlikte okuyarak bitab düştüklerini ifade ederlerken, Hz. Ali’nin, oğlu Hz. Hasan’a yazdırdığı vasiyetini de okuyalım da ondan sonra sonlandıralım.” Diye karar vermişlerdi. Nihayetinde, vasiyet aynen şöyleydi?
BİSMİLLEHİRRAHMANİRRAHİM
Ben Ali Bin Ebu Talibin oğluyum ve ikrarım:
Eşhedü en leileha illallah vahdahu leşerike lehu ve enne Muhammeden Abdehu veresülehü.
Allah tektir ortağı yoktur. Muhammed Resulü ve Peygamberidir. İkrarımın kanıtı, Enam s.a. 162. Kul İnne Salatı venüsüki vemah ye ye ve memeti lillehi rabbil alemin leşerike lehu ve bizelike umirtu veene evvelul müslimin.
Namazım, bağlılığım, ölümüm, ihya oluşum.
Yüce Allaha aittir.
Oğlum Hasan sana ve Ehli Beytime bu vasiyetim.
Allahın takvası ile yaşayın ve ölmeden önce her mekruhtan arının.
Allahın kopmaz ipi deden Muhammed Mustafa’nın tanıtmış olduğu benim velayetimden ayrılmayın.
İslam alemini birliğe beraberliğe gayret ettiriniz.” Diye okuduklarında her ikisinin de saçları diken, diken olmuş, gözlerinden yanaklarına aşağı yaşlar süzülüyordu.
Artık sona gelinmiş, Zeydan ise arkadaşına, göstermiş olduğu sıcak ilgiden ve alakadan dolayı sarılarak çokça teşekkür edip Kefeli köyünden ayrılarak Adana’ya gitmek için yola revan olmuştu.
Seneler birbirini kovalayıp aradan yıllar geçmiş, Zeydan İlkokulu başarıyla bitirdiği gibi, Ortaokulu da başarıyla bitirmiş, okullar sene sonu tatiline girdiğinden dolayı, derslerin yoğunluğundan biraz olsun uzak kalmıştı.
Sonuç itibariyle okulların açılmasına az bir süre kala, Kamil efendi oğlunu yanına alarak Seyhan Lisesi’ne Zeydan’ın kaydını yaptırmanın mutluluğunu ve sevincini yaşıyordu.
Ve böylelikle hem liseli öğrenci ve hem de liseli genç olmuştu Zeydan.
Her zaman olduğu gibi, lisede de derslerinde üstün başarı sağlıyor, bu başarısından ve üstün zekasından dolayı, arkadaşları tarafından hem beğeniliyor ve hem de takdir ediliyordu.
Bu ilgi ve alakanın dışında lise birinci, ikinci ve üçüncü sınıflardaki öğrencilerin önde gelen gençleri Zeydan’ı yanlarına çekmenin düşüncesindelerdi.
Çünkü o gençler Atatürk ilke ve İnkılaplarına sıkı sıkıya bağlı olan Devrimci gençlik hareketinde yer almışlardı.
Devricilik nedir?
Tanımını az da olsa şu birkaç satırla özetlemekte fayda var.”Diye düşünülür?
Devrimcilik ilkesi Atatürk ilkeleri arasında devingenlik, eylem ve atılım kavramlarını içlem ve kaplamına almış tek ilkedir.
Atatürk Büyük Söylevinin sonunda
Bu açıklamalarımla ulusal yasamı sona ermiş varsayılan Büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını ve bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım,"diye değindiği çağdaş devlet kavramıyla devrimcilik ilkesinin şaşmaz işaretini veriyordu.
Çağdaş devleti kuran bir ulusun çağdışı niteliklerden kurtulması gerekirdi.
İste Türk ulusunun, çağdışı niteliklerden kurtulmak, çağdaşlaşmak için giriştiği atılımların tümü devrimcilik ilkesinin kapsamı içine girer.
Devrim sözcüğünün şu ya da bu anlama geldiğini tartışmanın devrimcilik kavramının anlamını değiştirmeye bir yararı yoktur.
Devrimcilik Atatürk’ün Türk ulusunu çağdaşlaştırmak için giriştiği eylemlerin tümünün, tek ve değişmez amacıdır.
Atatürk’ün söylevinden yola çıkarak, bu vatan ve bu millet bu vatanseverlerin omuzlarında hem taşınacak ve hem de yüceleceğine inandıklarından dolayı, liseli gençler Zeydan Karalar’ı da aralarında görmekten mutlu olacaklarını, bu harekete katılması halinde, devrimci genler omuz omuza, sırt sırta vererek bir ideolojinin hayata geçirilmesine katkı sağlanacağını dile getirmektelerdi.
Zeydan ise, zaten Atatürk’e gönül vermiş, vatanına milletine sevdalanmış, aklını, fikrini, yüreğini güzel bir aşkla süslemiş, yoğurmuş bir genç olduğunu ve izlediği bu yol, devrimci gençlerin ideolojileriyle tıpatıp örtüştüğünü anlıyor ve biliyordu.
Zaten konuştuğu yakın arkadaşlarının pek çoğu devrimci gençliğin arasındaydı.
Hatta kendinden yaşça biraz daha büyük olan bazı arkadaşlarıyla birlikte, daha yeni idam edilmiş Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın vatan sevgisinden dolayı idam edilişlerinin acısı hala yüreklerini burkuyordu. Zaman zaman idam edildikleri darağacına ve üç fidan diye adlandırdıkları o devrimcilerin resimlerine bakıyorlar ve birkaç satırda olsa kendileri için yazılmış yazılarını okuyorlardı.
Bir gazetenin küpüründe Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ölüm yıl dönümü ”diye yazıyor ve devam ederek, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)’nun kurucu üyesi olan Deniz Geçmiş ve arkadaşları hakkında karar vermeleri için,16 Temmuz 1971’de Sıkıyönetim Mahkemesi, Altındağ Veteriner Okulu binasında Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki, Baki Tuğ savcılığında toplandı. Başlayan THKO-1 Davası’nda TCK’nin 146. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 9 Ekim 1971’de 146/1 maddesi uyarınca idam cezasına çarptırıldı. “diyor ve 6 Mayıs 1972 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ile birlikte gece saat 1.00-3.00 arasında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde idam edildi. “diye okuduklarında her birinin gözlerinden gözyaşları süzülüyordu.
Liseli gençler kısa bir zaman hüzünlendilersede tekrar Atatürk’ün söylevine dönerek, hem okuyorlar hem de müzakere ediyorlardı.
Esasi itibariyle Atatürk, Türk milletini ırk esasına dayandırmadığını, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.”Sözüyle ifade etmiştir.
Bir insanın kökeni ne olursa olsun kendini hangi millete ait hissediyorsa o milletin kimliğini taşıyor demektir.”Diyor ve Bu sebepten dolayı Atatürk, ne mutlu Türk olana değil de “Ne mutlu Türk’üm Diyene ”diyerek açıklık getirmiş olduğundan dolayı Atatürk’e bir kat daha hayranlıkları artıyordu.
Ayriyeten Zeydan’ın 20 Ekim 1927. Tarihinde Atatürk'ün Türk gençliğine yazdığı Hitabesini okumaktan keyif aldığı yüzünden belli oluyordu. Zeydan Karalar Arap kökenli ve Nusayri olmasına rağmen, Türk gençliğine armağan olan bu hitabeyi Türk olan her Türk gencinin okuması şarttır.”Diyerek tekrar okumaya başlamıştı.
Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet'ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.
Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir.
İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedbahların olacaktır.
Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin.
Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır.
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur.
“diyerek böyle kaleme almış Mustafa Kemal Atatürk, ancak Türk gençliğine armağan olan bu hitabe neyi anlatıyordu gençliğe?
Bu hitabenin içinde ki o gizli sır neydi?
İşte o gizli sırrı çözmek lazımdı?
Zeydan’da bu hitabeyi okuyarak o gizli sırra ermek istiyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk gençliği hitabesinin başlangıcından sonuna kadar olan seslenişinde, ey Türk gençliği kendi devletinin ve milletinin varlığı için ilk ve en önemli görevinizin ana temeli, ülkenin bağımsızlığını korumak ve bunun için sonsuza dek savaşmanız gerekmektedir.”demek istiyordu.
Ve onun ötesinde Türk gençliğinin her bir ferdinin varlığı ve onlardan sonra ki gelecek olan nesillerinin ilelebet rahat yaşamaları için başlıca görevlerinin bu olduğunu ima ediyordu.
Ve gelecekte yurt içinde ve yurt dışında hain emellerine ulaşmaları için, sizlerin fedakarlığınızı zedeleyip hiçe sayacaklar, bunun yanı sıra içinizden Türk Devletini ortadan kaldırmak isteyen bedbahlar çıkacaktır.
Sizler bu durumun farkına vardığınızda, Türk Devletini yıkmak isteyenlere karşı Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak adına bulunduğun şartları zorlayarak her an savaşa hazır vaziyette olmalısınız, hatta ülkeyi işgal etmek isteyen düşmanlar ile birlikte olabilecek, içinizden hainler çıkacaktır. Onlara karşı da tedbirinizi almalısınız.” Diyordu.
Ve devam ederek, Türkiye Cumhuriyetinin Bağımsızlığını ve cumhuriyeti korumak için nefes aldığın sürece her ne olursa olsun savaşmalı ve Türk toprakları sınırları dahilinde yaşayan tüm insanlara bu bilinci aşılamalısın.”Diyor ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe en önemli sözü ise, muhtaç olduğunuz kanın damarlarınızda ki asil kanda mevcut olduğunu işaret ediyordu.
Ve sonuç itibariyle, Zeydan Türk gençliğine hitabesinin içindeki o gizli sırrı bu şekliyle çözmüş bulunmaktaydı.
Aradan yıllar geçmiş, Zeydan lise son sınıfa kadar gelmiş ve o yıl liseyi bitirip Üniversiteye girmek için hazırlanıyordu.
Ancak okulların tatil dönemi yaklaştığından dolayı, öğretmenleri tarafından hem yazılı yapılıyor ve hem de birkaç kompozisyon hazırlamaları için yüklü bir ders vermişti.
Okulun yılsonu heyecanıyla birlikte hummalı bir çalışma içindelerdi tüm öğrenciler.
Yazılıları ise yıl boyu gördükleri derslerdendi, ancak hazırlayacakları kompozisyon ise, birincisi Adana sınırları içinde bulunan “Yılan Kalesi” hakkında, ikincisi ise Adana’nın kurtuluşu hakkındaydı.
Zeydan doğduğundan beri “Yılan Kalesi” hakkında ki efsaneyi büyüklerinden zaman, zaman duyduğu için, o konuda oldukça bilgi birikimiyle donanımlıydı.
Ancak yine de Babası Kamil efendiden bir daha duymak istiyordu ve Yılan Kalesinin efsanesini sorduğunda, babası bildiği, duyduğu ve dilinin döndüğü kadarıyla anlatmaya başlamıştı.
Bak oğlum, Ceyhan ilçemize daha yakın olan Yılan Kalesine aynı zaman da (Şahmaran Kalesi)de diyorlar.
Ceyhan’dan Yılan kalesinin arası on üç km. olduğu gibi, E-5 dediğimiz karayoluna da üç km’dir.
Adana’ya ise 43. Km’dir.
Ayrıca Yılan kalesinin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Ancak Romalıların son çağlarında ve Doğu Roma İmparatorluğu zamanında yapıldığı rivayet edilmektedir.
Ayriyeten, bu Yılan Kalesi, taa gülek boğazından tut ta Adana ve Antakya yolu üzerinde yapılmış olan tüm kalelerden en önemlisi olan bir kale olduğu ve içinde pek çok ta yılanların varlığı, yani yaşadığı söylenmektedir.
Yine, eskiden hem bu kaleyi ve hem de diğer kaleleri gözetleme kulesi yerine kullandıkları da rivayet edilmektedir.
Bunların haricinde çok eskiye dayanan bir kale olduğu için, tarihi bir miras olarak ta kabul edilmektedir.
Yılan kalesinin hikayesi işte böyle dilden dile, asırdan asra sürüp gitmektedir.
Sana bu konuda biraz olsun yardımcı olabildiysem ne mutlu bana ”Diyerek hikayenin sonunu bağlamış oluyordu.
Zeydan ise babasından duyduğu Yılan Kalesi hikayesini kaleme alarak kompozisyonun birini tamamlamış olduğundan biraz olsun içi rahatlamış, ancak sırada Adana’nın 5. Ocak kurtuluşunun kompozisyonu vardı.
Ve onun için de iyi araştırması ve çalışması lazımdı.
Zeydan Adana’nın kurtuluşu hakkında kompozisyon hazırlayıp yazması için, yine bir büyüğünün hem de babasından daha yaşça büyüklerinden birinin yanına giderek o’nun bilgisine başvuruyordu;
Yaşlı amca o yıllarda yedi sekiz yaşlarında olduğunu ve iyi kötü aklının erdiğini söylerken, hiç unutmam o günü.” Diyordu?
Ve devam ederek, 10.Temmuz 1920’de Adana’nın ve Adana’da yaşayan halkın kaç kaç olayının başladığı kara günün ilk günü olduğunu işaret ederken, amcanın kara gözleri korkuyla birlikte uzaklara dalıyor, gözlerinin yanısıra aklı da uzaklara dalıp gidiyordu.
Amca sözlerine devam ederek, Akdeniz bölgesinde pek çok yer düşmanlar tarafından işgal altında olduğu gibi, Adana’mızda işgal altındaydı.
Oysa ki Adana’mız, şu güzel Çukurova’mız Dadaloğulların Karacaoğlanların türküler çığırdığı şirin memleketimizdi.
Ama o günü Fransızlar ve Ermeniler tarafından korkunç zulüm ve işkenceye maruz kalmışlardı Türkler, öyle ki kimini diri diri yaktılar, kimini diri diri kuyulara attılar, kimini boğazladılar, hele de Yeşiloba bölgesinde ki mezarlığın orada nice nice canların canlarına kıydılar!
Bu zulümden kurtulmak için, Türklerin çoğu Adana’dan Torosların eteklerine doğru kaçmaya başladılar, yani kaçarak canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.
Ama kaçmak isteyenlerin çoğunu yolda yakalayarak yine canlarına kıydılar.
O yıllarda Akdeniz ve ege denizi bölgesinin tüm insanları bir baştan bir başa kaçıyor, canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.
Nihayetinde Adana halkının çoğu canı pahasına olsa da Toros dağlarının eteklerine ulaşmışlardı.
Toroslara ulaşmışlardı, ama kurdukları kimi çadırlardan ağıtlar yükseliyor, kimisinden de sessiz sessiz hıçkırıklar çıkıyordu.
Feryatlar figanlar susmak bilmiyor, sanki mahşeri kalabalığın uğultusu gibiydi.
O feryat figan edenlerin ya oğlu, ya kızı, ya kocası, ya da kadını yani bir yakını zalim düşmanların zulmüne uğramış, her birinin gözlerinin kökü olan bir canları hunharca hayattan koparılmıştı.
Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal kurtuluş savaşında gösterdiği üstün başarıdan dolayı 20 Ekim 1921 tarihinde Ankara anlaşmasını imzalamasıyla birlikte Adana, 5 Ocak 1922 tarihinde özgürlük ve egemenliğine kavuşturulmuştu.
Hatta Mustafa Kemal Atatürk, Adana halkına göz yaşartıcı şu sözlerle övgüler yağdırmıştı?
Bana milletin kurtuluş yolunda ilk girişim duygusunun bu topraklardan gelmiş olması sebebiyle hemşehrisi olmakla övündüğüm bu toprakları kutlarım" deyip, işte bu sözünün altına imzasını dahi attığını söylüyordu. O zaman daha yedi sekiz, bugünün ise yetmiş, yetmiş beş yaşları civarında olan amca’nın ağzından Adana’nın kurtuluş hikayesini cankulağıyla dinleyen Zeydan’ın gözlerinden yanağına aşağı akan gözyaşıyla birlikte öğretmeninin ödev olarak verdiği kompozisyonu tamamladığı gibi, geçmişte kanla yoğrulmuş toprakların tarihinide öğrenmiş bulunmaktaydı.
Artık okulların kapanmasına az bir zaman kalmış, yazılılar, sözlüler ve kompozisyonlar bitmiş, sadece öğrenciler ve öğretmenler karnelerin dağıtılma gününü beklemektelerdi.
İçlerinde az çok sınıfta kalacaklar ile sınıfı geçecekler belli oluyordu. Nasıl belli olmasın ki?
Kimi öğrenciler gece gündüz harıl harıl derslerine / ödevlerine çalışırlarken, kimi öğrencilerde ne öğretmenlerini umursamışlar nede verilen derslerini umursamışlardı.
Sene sonu itibariyle bu umursamazlık başlarını yakacaklarını, yani okulda kalacaklarını hiç düşünmemişler, sağda, solda, onunla, bununla haylaz haylaz gezerek günlerini gün etmiş, boşa zaman geçirmişler,
Zeydan ise lise son sınıfa geldiğinde boyu selvi boyu gibi uzamış, on sekiz yaşında tığ gibi bir delikanlı olmuştu.
Ancak liseyi bitireceğini bildiği için, bir veda konuşması hazırlayıp sunmalıydı arkadaşlarına;
Nede olsa çoğuyla İlkokuldan başlayıp ta ki lise son sınıfa kadar birlikte ders çalışıp, birlikte mürekkep yalayıp, birlikte omuz çürütmüşlerdi okul sıralarında.
Nihayetinde, kendi yorum ve düşüncesi doğrultusunda yazmak istediği veda konuşmasını kaleme almış, okul tatiline son iki gün kala sınıf arkadaşlarına şöyle sesleniyordu?
Değerli sınıf arkadaşlarım, her sabah gün doğmadan sıcacık yatağından gözlerini öfeleyerek kalkan, kışın soğuğunda titreyerek, yazın güneşinde ise terleyerek, birbiri ardına gelen yazılılara hazırlanmak nede zor geliyordu bizlere;
Zaman zaman şu dersler bir bitse de kurtulsak diyorduk.
İşte sabırsızca beklediğimiz o günler geldiği gibi, çoğumuz için ayrılık vakti de gelmiş bulunmaktadır.
Ama biten yalnız okul değil, içimizden de bir şeyler bitiyor.
Sanki alıştığımız ve her an yaşadığımız bir şeyler bitiyor.
Bazen yazılı olduğumuz zaman gizlice elden ele yazılı kopya kağıdını göndererek, başka bir arkadaşın çaresizliğine çare olmaya çalıştığımız anları, bazen çaresizliğe çare olamadığımızda ecel terleri döktüğümüz anları, bazen kara tahtaya birbirimizin resimlerini nanikçe çizerek gülüştüğümüz anları, bazen sebepsiz yere günlerce küsülü kaldığımız anları ve bunlar olurken, bunlardan daha ötesi bir şey daha var ki?
Her zaman hep birlikte güldüğümüz, gülerken ağladığımız ve tek yürek, can ciğer arkadaş olduğumuzu hiç, ama hiç unutmamalıyız. Değerli öğretmenim ve sevgili arkadaşlarım, artık tren düdüğünü çalışıyor, ayrılığın, yani gitmenin vakti geldi işte.
Evet, çoğumuz mezun oluyoruz.
Mezun olanlarımız burada ki arkadaşlarımızı asla unutmayacaktır.
Daha dün gibi gelip geçti ortaokulla lise yıllarımız.
Şu an sanki boğazım düğümlendi söyleyecek sözlerimi dahi zor çıkarıyorum.
İnanın şu an ki duygusallığımı şimdiye kadar hiç ama hiç yaşamamışım, gözlerimden süzülen yaşlarım ise sizlere olan sevgimdendir.
Ben bir Zeydan Karalar olarak daima sizleri sevecek, anımsayacak ve hatırımdan hiç çıkarmayacağım.”Diyerek sözlerini tamamladığında, sınıfın tüm öğrencileri ayakta alkışlıyorlar, yaşasın Zeydan Karalar arkadaşımız.”diyorlardı.
Nihayetinde karne günüde gelmişti.
Ancak, öğretmen karneleri dağıtmadan, birkaç gün önce Zeydan Karalar’ın yaptığı bir veda konuşması gibi, bir veda konuşma metni de kendisi hazırlamıştı.
Öğretmen kara tahtanın önüne geçip durarak öğrencilerini karşısına almış, öğrenciler öğretmenlerine, öğretmende öğrencilerine bir müddet hazin bir şekilde bakıştıktan sonra, yazdığı veda konuşma metnini cebinden çıkararak okumaya başlamıştı.
Sevgili öğrencilerim!
Sizinle son günümüzde hayata dair birkaç sözü paylaşmak istiyorum.
Aklınızla dinleyin, vicdanınızla duyun ve kalbinizle sevin.
Yani özgün bir siz yaratın benliğinizde.
Özgür bir ruh yaşatın içinizde.
Coşkunuz da, öfkeniz de, sahiciniz olsun.
Tek bir doğrunuz olmasın hayatta?
Doğrularınız çok olsun ama yanlışlarınızı ve başkalarına dair hataları affetmeyi de hatta İnsan olmanın erdemini de bilin.
Gün gelecek öyle çok şey dayatacaklar ki size, ve hatta ne çok yanlışı sırtınıza yükleyecekler.
Okuyun, araştırın, ilgilenin ve öğrenin.
Ancak o zaman ulaşırsınız evrensel doğrulara.
İşte o zaman şu koskoca evrenin ne kadar küçük olduğunu anlayacaksınız.
Hiç merak etmeyin.
Ufkunuz açılacaktır, yani sizler merak edip öğrendikçe, aşılmaz denen o yolları rahatlıkla aşacaksınız, vardığınız hedeflere bakıp kendiniz bile şaşıracaksınız,” Ulaşılması zor olan hedeflere?
Bazen kazanacaksınız, bazen de kaybedeceksiniz, bu olmayacak işler değil, olacaktır.
Hatta başarısız bile olacaksınız.
Ama denemekten hiç mi hiç yılmayın, vazgeçmeyin. Unutmayın ki başarısız olanlar hiç denemeyenlerdir, sizler asla onlardan olmayın.
Dostlarınız, sırdaşlarınız, emek verdiğiniz arkadaşlarınız olsun.
Olsun ki dertleştikçe yükünüz hafiflesin, paylaştıkça rahatlayasınız.
Sevin onları, onlar da sizleri sevsin.
Ne kadar iyi bilirseniz sevmeyi o kadar çok sevileceğinizden emin olun.
‘Eğer ki bir gün çaresiz kalırsanız asla bir kurtarıcı beklemeyin.
O Kurtarıcı kendiniz olun.’diyen büyük Atatürk’ün bu sözünden ne demek istediğini anlayın?
Bir kahramanınız olsun hayatta ama bir kurtarıcı beklemek yapacağınız en büyük hata olur, yanlış olur.
Neşeniz bol olsun hayatınızda.
Gülmek boş vermek değildir.
Aksine, inadına yaşamaktır, direnmektir acılara, sevgili öğrencilerim birazdan karnelerinizi getirip dağıtacağım.
Sakın ha sınıfta kalanlar üzülmesin.
Okulu bitirenler ise gittikten sonra buradakileri, geride bıraktıkları arkadaşlarını ve öğretmenlerini asla unutmasınlar.
Çünkü geride kocaman bir hatıra kalıyor.
Bu vesileyle mutluluğunuz daim olsun sevgili öğrencilerim. “diyerek noktalamıştı sözlerini.
Daha sonra gidip, Başöğretmenin odasından getirdiği karneleri öğrencilerin okul numarasına göre okuyarak dağıtmaya başlamış, karnelerini alan öğrenciler ise ders notlarına göz atıyorlardı.
Ancak, kimilerinin yüzleri asılıyor, geriliyor, kimilerinin de yüzlerinden gülücükler saçılıyordu.
Yüzleri gülenlerin arasında Zeydan’da vardı.
Ama o’nun duruşu vakurluydu?
Yani davranışları ölçülü, olgun, büyüdükçe sabırlı, ağırbaşlı bir genç olacağa benzediği için, o’nun yüzü diğerlerinin yüzleri gibi her şeye gülümsemiyordu.
Veda konuşmasından ve karnelerin dağıtılmasının ardından öğrenciler öğretmenlerinin elini öptükten sonra sınıftan ayrılarak dört aylık uzun bir tatile girmişlerdi.
Kamil efendi karnelerin verileceğini ve sene sonu tatilinin olacağını bildiği için, kendisi de Okulun yakınına gelmiş, her zaman ki uğradığı ve yakın ahbaplık, dostluk kurduğu arkadaşlarını görmek için kahvehaneye giderek, onlarla hasbihal etmeye başlamıştı.
Kamil Karalar’ın dostluk adına vefalı oluşundan dolayı şu atasözünü söyleyen zatımuhterem ne güzel söylemiş ”değil mi?
Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane” misalindendi Kamil efendinin kahvehaneye uğraması.
Bu güzel atasözünün haricinde Şairde ne güzel şiir yazmış dostluk üzerine?
GÖNÜL SOHBET İSTER KAHVE BAHANE
Varıp uğradığım çay için değil
Gönül sohbet ister kahve bahane
Benim yarenlere verdiğim meyil
Gönül sohbet ister kahve bahane
Arayı arayı dostu bulmayı
Bir kahve içimi hatır sormayı
Arzuladım eşi dostu görmeyi
Gönül sohbet ister kahve bahane
Başa gelir nice nice yazılar
Kimi güler kimi sızım sızılar
Dost olanlar birbirini arzular
Gönül sohbet ister kahve bahane
Divane gönlümü kimse eğlemez
Dosttan gayrisini gönül yeğlemez
Vallahi şu gönlüm kahve istemez
Gönül sohbet ister kahve bahane
Alın teri topraklara karışır
Tohum ile toprak böyle buluşur
Kul Yusuf'ta bir dostuna kavuşur
Gönül sohbet ister kahve bahane.
İşte böyle dostlar kahve bahane
Ömür gelip geçti nedir şahane?
Kamil efendi kahvehanede arkadaşlarıyla buluşarak koyu bir sohbete dalmış olmasından dolayı hasbihalleri hayli uzun sürmüş, Zeydan’ın o günü alacağı karnesini bile unutmuştu.
Sohbet esnasında ellerinde karneleriyle kahvehanenin önünden geçen öğrencileri gördüklerinde, karnelerin verildiğinin ve okulların tatile girdiğinin farkına varmışlardı.
Nihayetinde Kamil efendi garsonu çağırarak hesabı ödeyip tekrar buluşmak adına arkadaşlarıyla helalleşerek oradan ayrılmıştı.
Zeydan’ın ön sezgisi oldukça kuvvetli oluşundan dolayı, bugün mutlaka babam buralara gelir hatta dostlarını, ahbaplarını görmek için ilk uğrayacağı yer kahvehane” diye, öyle düşünerek kahvehanenin oradan ev’e gitmek ister ve tam o sırada Kamil efendi kahvehaneden çıkarken oğluyla karşılaşır.
Zeydan babasının elini, Kamil efendi de oğlunun yanaklarını öperek hal ve hatır sorup süal etmeye başlarlar.
Zeydan’ın elindeki karneye gözleri ilişen Kamil efendi, Maşaallah karneyi almışın?
Hele ver bakayım.”Diyerek alıp, notlarını iyice gözden geçirdikten sonra, aferin benim aslan parçama, ta ilkokuldan başlayıp liseyi bitirene kadar hiç okulda kalmadın.
Allah, derslerinde Muaffak eylesin, dilerim Üniversiteyi de kazanırsın.”diye dualar ederek evlerine gidiyorlardı.
Zeydan tatil döneminde naranciye bahçelerinin işlerinde uğraşırken günübirlik olarak da mezbahanede çalışan Babasıyla amcasına setin üzerinden giderek onlara sefertasında yemek taşıyordu.
Zeydan Üniversite imtihanlarına hazırlanmak için harıl harıl derslerine çalışıyordu.
Kamil efendi de, işçilere sen az çalışıyorsun, ya da sen çok çalıştın gibi sözler söyleyerek onları ne incitip nede şımartmadığı gibi, ağırbaşlılıkla birlikte sevgisini göstererek hatırlarını sayıyordu.
Ancak o’nun ciddi ve vakurlu duruşundan dolayı, işçilerde o’nun o haline saygı duyarak, işten kaytarmak isteyen dahi olsa, kaytarmıyordu.
Kamil efendi de bu durumun farkındaydı, hatta işçilerle yüzgöz olacağıma böyle olmak ve işçileri bu şekilde çalıştırmak daha iyi, ne onlar işten kaytarıyor, nede ben onlara bağırıp çığırıyorum, her iki tarafta halinden memnun” diyordu.
Öte tarafta, Zeydan bir söğüdün gölgesine oturmuş, yanında getirdiği kitapları açıp okuyor, okudukça defterine bir şeyler yazıp çiziyordu.
Zeydan’a arada bir gözatan yakınları ise vallahi helal olsun şu Zeydan’a, vallahi hiç durmadan derslerine çalışıyor;
Çalışta nasıl çalışırsan çalış, isterse aha bu güneşin altında kanter içinde tarlada pamuk toplayarak çalış, isterse aha o söğüdün gölgesinde oturarak ders çalış, çalıştıktan sonra ha öyle çalışmışsın ha böyle çalışmışsın, sadece biri sarı sıcağın altında yanıyor, diğeri ise söğüdün gölgesinde serin serin ders çalışıyor.
Eğer ki Zeydan okursa, (İnşallah ki okur) ileride belki büyük bir adam olur, amma yine bizlerin canı çıkar, ha bu bahçede ha başka bir tarlada pamuk toplamaktan ya da çapa çapalamaktan canımız çıkacak. ”diye hallerine acıdıkları gibi Zeydan’ı da takdir ediyorlardı.
Zeydan ise derslerini ihmal etmediği gibi, öğretmeninin verdiği öğütlerin, tavsiyelerin altın değerinde olduğunun da farkındaydı.
Tavsiye niteliğinde ne demişti öğretmen?
1: Yoğun ders çalışmak yerine soru çözümlerine odaklanın.
Bol bol deneme çözün.
2: Nasıl bir çalışma sisteminiz varsa o sistemle devam edin.
3: Sınav öncesi son günleri rahat geçirin. Yani kafanızı başka şeylerle meşgul etmeyin.
4: Sınav gecesi hiç strese girmeyin ve erken uyuyun ki, sabah dinlenmiş ve zinde olarak uyanasınız.
5: İmkanınız varsa sınavdan bir önce ki gün gidip sınav yerinizi görün.
6: Sınav yerinize erken gitmeye çalışın.
Geç kaldım imtihana giremedim gibi sorunlar yaşamayasınız.
7: İmtihana girdiğinizde oldukça rahat olun.
8: Ve sonuç itibariyle bu tavsiyelerime uyarsanız ben inanıyorum ki sınavdan başarıyla çıkacaksınız.” Diye tavsiyede bulunuyordu öğretmen.
Velhasılkelam sınavlar yaklaşmış Üniversite imtihanlarına girecek olan adaylar - aday başvuru belgesini aldıktan sonra, girmek istedikleri bölüm üzerinde ince eleyip sıkı dokuyarak belirli tercihlerini yapmışlar, ayriyeten kılavuzda yer alan anlaşmalı bankalara giderek sınav ücretini yatırmanın ilk heyecanını yaşıyorlardı.
Zeydan’da bu işlemin aynını yapmanın sevinci içindeydi.
Çünkü o’nun da kafasında girmek istediği pek çok Üniversite vardı. Ancak hangi Üniversitenin puanını tutturacaktı, ya da tutturamayacaktı? O kadar gayret ve çabasına rağmen hala içinde bir tereddütü vardı.
Bir Üniversiteye girmenin başlıca yolu derslere azimle, gayretle, gece demeden gündüz demeden disiplin içinde çalışarak kazanılacağını biliyordu.
O konuda içi rahattı, çünkü her başarılı öğrenci gibi kendisi de derslerinde başarılıydı.
Her şeyin bir vaktinin saatinin geldiği gibi, Üniversite imtihanlarının zamanı, vakti, saati de gelmiş, anneler, babalar imtihana girecek olan ya kızıyla, ya da oğluyla birlikte gecenin karanlığında okulun önüne gelmişlerdi.
Öğrenci ve velilerin haricinde her okulun önüne simitçisi meşrubatçısı, ayrancısı, onlarda geceden okulun önüne gelerek tezgahlarını kurmuş yerlerini almışlar, sanki her okulun önü mahşer yerine dönmüştü.
Bazı öğrenciler ise sınav heyecanının verdiği panik ve stres gibi olumsuz duygular yaşamaya başlamışlardı.
Aslında bir öğrencinin sınava gireceğinden dolayı yaşadığı heyecan, kendisinin başarısını etkileyecekti.
Onun ötesinde öğrenciler kadar anneleri ve babaları da hem duygusallaşmışlar hem de sınav kaygıları artmıştı.
Kimileri de ellerini açmış, Allah’ım şu imtihandan başarıyla çıksın yavrularımız.” Diye dua ediyorlardı.
Zeydan ise her zamanki gibi rahat ve sakindi.
Çünkü öğretmeninin altın değerinde sunduğu öğütleri harfiyen uygulamanın rahatlığı da vardı yüzünde; hatta birkaç tercihten mutlaka birini kazanırım.” Diye ümitliydi.
İmtihan saati gelince, imtihana girecek öğrenciler okulun giriş kapısında güvenlik güçleri tarafından kimlik kontrolleri yapılarak içeriye alınmaya başlanmıştı.
Sınav için belirlenen saatin süresi dolduktan sonra birer ikişer kişi okuldan dışarıya çıkmaya başlamışlardı.
Sonuç itibariyle tüm öğrenciler çıkmış, kimi öğrencilerin yüzleri buruk vaziyette, kimi öğrencilerin ise yüzleri neşeli bir vaziyette dağılıp gitmişlerdi.
Üniversite sınavlarına geç kalarak sınava giremeyen birkaç öğrencinin haricinde tüm öğrenciler imtihana girmişlerdi.
Hatta kendilerini bir üniversitenin kapısına götürecek puan sonuçlarını beklemeye başlamışlar, o öğrencilerden biride kuşkusuz Zeydan’dı, Zeydan ilk zamanlar kazanıp kazanmayacağından biraz tereddüt etse de, son zamanlarda aklında “acaba” diyecek bir korkusu düşüncesi kalmamış, mutlaka iyi bir yeri kazanacak puanının geleceğinden emindi. Girmek istediği Üniversite illerinden birinci sırada Adana olmak üzere Maraş, Ankara, Erzurum ve İstanbul.”Gibi illeri yazmış, hatta bu illerdeki Üniversitelerden birine girmeyi umut ediyordu.
Bu arada Zeydan hiç boş durmuyor, Ortaokul yıllarında olduğu gibi, halen Sol içerikli dergiler okuyor, hatta 1966'da, CHP'de başlayan Ortanın Solu hareketiyle birlikte, Genel Sekreterliğe seçilen, Bu tarihten itibaren Demokratik Sol düşüncenin kuramsallaşması ve kökleşmesi için çalışmalar yapan ve 1971'de partisinin askeri yönetimce oluşturulan hükümete katkıda bulunmasına karşı çıkarak Genel Sekreterlik görevinden ayrılan ve 1972 Mayısı’nda CHP Genel Başkanlığı’na seçilen hatta Genel Başkan olarak girdiği ilk seçim olan 1973 Seçimleri’nden partisinin yüzde 33.3, gibi aldığı oy ile birinci çıkarak 1974'te başbakan olan ve bu ilk Başbakanlığı döneminde, Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştiren Bülent Ecevit’in yurt sathında dillere destan ve gönüllere taht kurması, genç Zeydan Karalar’ında gönlünde taht kurmuştu.
Sol görüşe sahip olduğu gibi C.H.P’ye de gönül vermiş ve Üniversiteye girmeye hazırlanan genç Zeydan Karalar böylelikle tam bir C.H.P’li olmuştu.
Ayriyeten, Zeydan insanın kendisini başkalarına sevdirmesi ve başkalarını da sevmesi yönünde kişisel olarak gelişmeyi ve değişmeyi başarması dahilinde, hatta samimi ve içten olduğunu karşısındakine belli etmesi gerektiğini, bunun yanı sıra etrafındakilere hem gülümseyerek hem de sempatik tavırlarla yaklaşılmalı.”Diye düşünceye hakimdi.
Ve sadece karizmatik, çekici olmak ve insanları eğlendirmek onları kazanmaya yetmediği, oysa ki İnsanlar kendileri hakkında güzel şeylerin konuşulmasından hoşlandıklarını, bazen öyle oluyor ki bu ilgi ve alakanın da yetmediği, aslında en etkileyici yol olarak düşünüldüğü zaman, insanları özenli, duyarlı bir şekilde sabırla dinlemek olduğu ve işte o zaman bir nebze de olsa insan kendini sevdiriyor ve böylece karşısındakini de seviyor.”Diye aklından geçen düşüncesi sanki de kendini tanımlıyor gibiydi.
Sonuç itibariyle, bu topluma karşı sıcak ve samimi yaklaşım doğrultusunda arkadaşlarıyla birlikte Cumhuriyet Halk Partisi saflarında yer alarak gür bir ağaç gibi dallanıp budaklanmasına ve genişlemesine vesile oluyordu.
Ayriyeten, Zeydan’ın topluma karşı sıcak ve samimi duruşunun en büyük faktörü ise babası, yakınları ve Seyhan Mahallesinde ikamet eden Arap kökenli Nusayri halkından aldığı terbiyenin çok büyük etkisi vardı.
Mezbahanede önde gelen güçlü, kuvvetli, çalışkan ve bir o kadar da terbiyeye sahip olan Kamil efendi, çevresinde sevilip sayılan bir kişiliği, bir ağırlığı vardı.
Hal böyle olunca en büyük ağırlık dostluktan, ahbaplıktan yana ağır basıyordu.
Artık Zeydan Karalar’da ara ara Parti binasına giderek tamamen C.H.P’nin gençlik kollarından bir genç olmuştu.
Tabi aradan geçen bu zaman zarfında Üniversite sonuç bildirileri açıklanmış, hatta sınav sonuçları mektuplarla adreslere gönderildiği açıklandığı gibi, gazetelerden de takip ediyordu.
Zeydan’ın gözleri yoldan gelecek olan postacıdaydı.
Nihayetinde hiç ummadığı bir anda postacı kapıya gelerek “Zeydan Karalar” hadi gözün aydın mektubun var.”diyordu.
Postacının gösterdiği yere imzasını atarak sınav sonuç bildirisi mektubunu alıp okuduktan sonra, işte o zaman yüreğindeki heyecanın mutluluğu yüzüne vurmuş, ta ki gözlerinin içi dahi gülümsemeye başlamıştı.
Niye neşelenip gülmesin ki; o kadar ders çalışıp emek verdiği ürününün, emeğinin karşılığını almanın mutluluğuydu bu…
Sınav sonuç bildiri mektubunda ise “Çukurova Üniversitesi Makine Mühendisliğine girmeyi hak kazandığı yazılmaktaydı.
Evet, işte bu mektuptan anlaşıldığı üzere Zeydan üniversiteye girmeyi hak kazanmış ve bir an önce Çukurova Üniversitesine giderek okul kaydını yaptırmak istiyordu.
Bir öğrencinin okul kaydı yaptırabilmesi için gerekli evraklar başlıca şunlardı.
a. Adayın mezun olduğu okuldan aldığı diplomanın aslı ya da yeni tarihli mezuniyet belgesi.
b. Nüfus cüzdanın ön ve arka yüz fotokopisi,
c. İkametgâhı ile ilgili beyanı
d. 1958 ve daha önceki yıllarda doğmuş erkek adaylar için askerlik şubelerinden alınacak Askerlik Durum Belgesi
e. 12 adet 4.5x6 cm boyutunda fotoğraf(Fotoğraflar son altı ay içinde, önden, başı açık, adayı kolaylıkla tanıtabilecek şekilde çekilmiş olmalıdır.)
f. Katkı payının ödenmesi ile ilgili belge…
Zeydan aynı günü bu belgeleri hazırlamaya başlamış olmasına rağmen, babası, amcası ve yakınları okul işlemlerinin ne durumda olduğunu sorup öğrenmeye çalışıyorlardı.
Ancak, postacının getirdiği mektupta Üniversiteye girmeyi hak kazandığı için, aynı günü verdiği müjdesi, aile içinde büyük sevinç yaratmış, sanki evin içinde düğün bayram havası vardı.
Kamil efendi de oğlu Zeydan gibi düşünüyordu.
Yani bir an önce okula giderek öğrenci kaydını yaptırması lazımdı.
O sevinçle birlikte ertesi günü okula gidip kaydını yaptıracaktı.
Nitekim öyle de oldu.
Zeydan ertesi günü evden ayrılacağı zaman herkesle helalleşip sonra da ninesiyle helalleşeceği sırada (s.a.v) Hz. Muhammed birini yolcu ederken onun elini tutarmış.
O kişi Peygamberin elini bırakmadıkça Peygamberde onun elini hiç bırakmazmış ve o kişiye şöyle dua edermiş “diye ninenin aklına gelen o duayı hatırlayıp, kendiside torununun elini tutarak, “Sevgili torunum. Gözümün nuru Zeydan’ım, dinini, emânetini ve işlerinin sonunu Allah’ın himayesine bırakıyorum, sana da esenlikler diliyorum yavrum.”Allah’tan temennim sağ salim gidip sağ salim geri dönesin.”Diyor ve tüm işlerin akarsu gibi akarak yerini alsın anlamında, arkasından bir tas suyu da dökmeyi ihmal etmiyordu.
Bu ayrılık merasiminin sonunda Zeydan Çukurova Üniversitesine gitmek için yollandığında, konu komşularının her biri bir taraftan gözün aydın olsun nine hatun.
İnşallah Muaffak olur da mahallemizden bir okumuş adam daha çıkar. ”diyerek tebrik ediyorlardı.
Ancak nine hatun komşularına, değerli komşularım, Zafer, zafer benimdir, diyebilenindir.
Muvaffakiyet, muvaffak olacağım diye başlayanın ve muvaffak oldum, diyebilenindir.
Okumak ise kitaplarını açarak okuyacağım, diyebilenindir.
Bende sizler gibi hem umut ediyor hem de dua ediyorum, Zeydan’ım okusun.”Diye, İnşallah ki okuyacaktır.
Neden böyle söylüyorum?
Çünkü şimdiye kadar beni hiç hüsrana uğratmadı.
Benden ve ailemden aldığı terbiyeyle, insan ayırmaksızın tüm insanlara hep saygılı davrandı.
Ve derslerini hiç ihmal etmedi.
İlkokuldan başlayıp Üniversiteyi kazanana kadar canla başla, gece demeyip gündüz demeyip hep çalıştı, çalıştı, çalıştı ve sonunda başarıya ulaştı.
Eğer ki başarı için bir planınız yoksa ya da plan yapmıyorsanız, işte o zaman hükmen kaybetmiş oluyorsunuz.
Yani başarısızlığı planlıyorsunuz demektir…
Ancak torunum diye demiyorum ama onun bu çalışmalarından anladığım kadarıyla pek çok planları var…
İnşallah sizlerinde dualarıyla başaracaktır.”diyen nine hatunun İnşallah sözüne tüm komşularda “İnşallah” diye katılmışlar ve bu konuşmalardan sonra, nine hatun namaz kılmak için evine girerek seccadesini serip Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışıyorlardı.
Çukurova Üniversitesine daha ilk defa giden Zeydan, her ne kadar Üniversitenin yabancısı olsa da, sonuç itibariyle Seyhan’da yetişmiş gözü açık bir gençti…
Yani Seyhan’lı bir genç olmak demek, yalnızlığı, korkusuzluğu yenmek demekti...
Ve Karşıyakalı, Seyhanlı olmak kolay kolay herkese nasip olmayacak Allah’ın bir lütfuydu.
Öte tarafta ise Adana’da ve Ceyhan’da yetişmiş kabadayılar oldukça meşhurdu.
Bunlardan bazıları ise Tarzan Mehmet, Sarı Remzi gibi, kabadayı olan kabadayıların onlarca maceraları vardı.
Bu kabadayıların uğradığı kahvehaneler, mekanlar oldukça bakımlı ve disiplinliydi.
Kumarhaneleri ise darphane gibiydi, sanki para basılan bir merkezdi. Selahattin Avan muskalının kahvehanesi, Sarı Remzilerin, Tarzan Mehmetlerin, Dede Ozanların ve daha nice kabadayıların uğrak yerleriydi.
Günün birinde Dede Ozan evine gitmek için kahvehaneden çıktığında, yabancı bir kişinin erketeye geçerek Dede Ozan’a suikast düzenleyeceğini haber alan kahvehanenin sahibi Selahattin süratle dışarıya çıkarak korkusuzca mermilerin üzerine yürüdüğü dillere destan olmuştu.
Adana ve Ceyhan gençlerinin bu kabadayılardan öğrendikleri tek şey vardı ki?
O da, dürüst olmak, kimsenin namusuna bakmamak, mazlumu korumak, var olandan alıp yoksullara pay etmekti.
Bunları yapmak için de cesur olmak lazımdı.
İşte Seyhan’lı Zeydan Karalar bu kabadayıların hikayelerini duya duya büyüdüğü için serinde az da olsa cesurluk ve kabadayılık vardı.
Sanki doğduğundan beri Çukurova Üniversitesindeymiş gibi rahat tavırlarla gezip dolaşıyor ve hatta okul kayıtlarını o rahatlık içinde yaptırıyordu.
Zeydan Üniversiteye kaydını yaptırmak için evden sabahın erken saatinde çıkmıştı ama dar akşam olmuş hala gelmemişti.
Aradan geçen bu zaman zarfında oğlundan haber alamayan Kamil efendinin gözleri yollarda kalmış, şimdi şuradan çıkar gelir.”Diye aklı fikri oğlunda, gözleri de yollardaydı.
Ancak Üniversitede yardım ettiği bir arkadaşı taksisiyle getirmişti Zeydan’ı…
Kamil efendi ile Güllü hanımın her ne kadar gözleri yoldaysa, nineninde o kadar gözleri yolda, ha geldi ha gelecek aslan torunum.”diye merak içindeydi.
Nine hatun üst katta pencerenin önüne oturmuş yoldan gelip geçenleri gözetlerken kapının önünde duran taksiyi görmüş, işte geldi yavrumun yavrusu, işte geldi ciğerparem.”diye keyifle aşağıya inene kadar Zeydan yetişip, oy benim şirin ninem, oy benim şeker ninem, torununu karşılamak için merdivenlerden aşağıya iniyor. “diye sarılmış ninesinin başını öpüyor, ninesi de o günün özleminden dolayı torununu hem kokluyor hem de elleriyle yüzünü gözünü okşuyordu.
Bu hasret muhabbeti böyle sürerken, başka bir oda da oturmuş muhabbet eden Kamil efendi ile Güllü hanım kulaklarına gelen seslere kulak kabartırken, Zeydan o odaya da girmiş hem annesiyle babasının ellerini öpüyor hem de sabahtan akşama kadar Üniversitede neler yaptığını anlatıyordu…
Ben daha Üniversiteye gitmeden önce C.H.P gençlik kollarındaki arkadaşlara okul kaydı için gideceğimi söylemiştim, arkadaşlar da Üniversitede çalışan arkadaşlarına telefon açarak, oraya bir arkadaşımız geliyor, elinizden gelen desteğinizi gösterirseniz mutlu oluruz.” Diye ricada bulunmuşlar - Ben daha Üniversitenin kapısında iner inmez, oradaki arkadaşlar beni karşılayıp önüme düşerek okul kayıt kabül işlerinde ellerinden gelen yardımı sundular...
İlk saatim böyle geçmişti, ikinci ve üçüncü saatlerde ise üniversitenin içini dışını, hatta öğrenci yurdunu yalnız gezip dolaşmaya başladım.
Çünkü az çok öğrenmiştim sağı, solu, etrafı…
Üniversitenin kuruluş tarihine ve faaliyetlerine gelince, elimde Üniversitenin tarihi hakkında bilgiler var, onu okuyayım sizlere “deyip okuyarak Üniversitenin kuruluşu hakkında şöyle bilgi veriyordu. Çukurova Üniversitesi, Ziraat Fakültesi 13 Şubat 1969 tarih ve 1099 Sayılı Yasa ile Tıp Fakültesi ise 12 Nisan 1972 tarih ve 1578 Sayılı Kanunlarla sırasıyla Ankara ve Atatürk Üniversitelerine bağlı olarak 30.11.1973 tarihinde çıkan 1786 Sayılı Kanun ile birleştirilmesi sonucu kurulmuştur.
Çukurova Üniversitesi.
1974 yılından başlayarak Temel Bilimler, İdari Bilimler ve Mühendislik Fakültelerinin kurulması ile üniversitedeki fakülte sayısı beşe yükselmiştir.
1982 yılında ise, Temel Bilimler, Fen-Edebiyat Fakültesine; İdari Bilimler, Adana İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi’nin Ekonomi ve İşletme Fakültesiyle birleştirilerek İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesine; Mühendislik Fakültesi ise yine Adana İktisadi veTicari Bilimler Akademisi’nin Mühendislik Fakültesi ile birleştirilerek Mühendislik-Mimarlık Fakültesine dönüştürülmüştür.
Ayrıca, Adana, İçel ve Hatay illeri içerisinde, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Yabancı Diller Yüksek Okullarının tümü, 1982 yılında Çukurova Üniversitesi çatısı altında toplanarak Eğitim Fakültesi oluşturulmuş ve böyle bir bütünleşme Üniversiteye büyük bir Akademik güç kazandırmıştır.
1992 yılına gelindiğinde 6 Fakülte,11Yüksekokul,3 Enstitü, 1 Devlet Konservatuvarı, 22 Araştırma ve Uygulama Merkezi’nden oluşan Çukurova Üniversitesi, 3 yeni üniversitenin kurulmasına da katkılarda bulunmuştur.
Modern binalar, laboratuarlar ve eğitim-öğretim araçlarıyla donatılmış 2 Yüksekokul Mersin Üniversitesi’ne, birisi İskenderun’da diğer ikisi Antakya’da 3 Yüksekokul Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’ne devredilmiştir.
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne ise, bu kentteki Araştırma ve Uygulama Merkezi; Rektörlük ve 2 fakülte binası olarak teslim edilmiştir.
Böylece genç üniversite üç yeni üniversitenin eğitime başlamasında büyük katkılarda bulunmuştur.
1992 yılındaki bu küçülmeye karşılık, kuruluşunun 20.yılını kutladığımız 1993 yılında Üniversitenin daha da güçlendiğini görüyoruz.
Su Ürünleri, İlahiyat, Diş Hekimliği ve Güzel Sanatlar Fakültelerinin kurulmasıyla fakülte sayısı 10'a yükselmiş, Adana Sağlık Meslek Yüksekokulu ve Kozan Meslek Yüksekokulları açılmıştır.
1994 yılı içerisinde, Karataş Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, 1995 yılı içerisinde de Karaisalı Meslek Yüksekokulu kurulmuştur.
Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği Bölümü Çukurova Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu'na, Adana Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu da 1996 yılında Adana Sağlık Yüksekokulu'na dönüştürülmüştür.
Lisansüstü eğitim öğretim yaptıran 3 Enstitü, Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve 1997 yılnda kurulan Kadirli Meslek Yüksekokulu ile birlikte akademik kurum sayımız böylece 23'e ulaşmıştır. 2000 yılında ise Çukurova Üniversitesi, sonradan açılan fakültelerle 10 Fakülte, 9 Yüksekokul, 3 Enstitü ve 25 Araştırma ve Uygulama Merkezine sahip olmuştur.
2007 yılı içerisinde Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi’nin kurulması ile Kadirli ve Osmaniye Meslek Yüksek Okulu ile Osmaniye Mühendislik Fakültesi, anılan üniversiteye devredilmiştir.
Çukurova Üniversitesi 2010 yılında ise, yeni atılımlarla 13 Fakülte, 4 Yüksekokul, 9 Meslek Yüksekokul, 1 Devlet Konservatuvarı, 3 Enstitü ve 23 Araştırma ve Uygulama Merkezine ulaşmıştır.
2011 yılında Eczacılık Fakültesi, İmamoğlu, Feke ve Tufanbeyli Meslek Yüksekokulları kurulmuş ve Fakülte Sayısı 14'e Meslek Yüksekokulu Sayısıda 12'e yükselmiştir.
Üniversitemiz bünyesine 2012 yılında Kozan İşletme Fakültesi, Aladağ Meslek Yüksekokulu ve Sivil Havacılık Yüksekokulu'nun katılmasıyla Fakülte sayımız 15'e Yüksekokul sayısı 5'e Meslek Yüksekokulu sayısı da 13'e yükselmiştir.
Çağdaş eğitim ve öğretimin simgesi olan üniversitemiz 19.12.2012 tarihinde Avrupa Komisyonu diploma eki etiketini de almıştır. Üniversitemiz aynı zamanda doktora eğitimi veren devlet üniversitelerinden ve lisansüstü öğrencilere İngilizce öğretimi veren merkezlerden biri olma özelliğine sahiptir.
Bugün Üniversitemiz 18 Fakülte, 4 Yüksekokul, 12 Meslek Yüksekokulu, 1 Devlet Konservatuarı ile 4 Enstitüde bilgili ve nitelikli gençler yetiştirmektedir.
37 Araştırma ve Uygulama Merkezinde ise ülkemizin ihtiyaç duyduğu çeşitli araştırma ve bilimsel faaliyetler sürdürülmektedir.
Diye bu edindiği bilgileri uzun uzun anlatmıştı babasına…
Üniversite yıllarında karı kız peşinde koşmak yerine doğru düzgün bir eğitim almak isteyen Zeydan için bulunmaz bir fırsat olan Çukurova Üniversitesi mevcut düzenini bozmadan, oss'den gelen çalışma temposunu devam ettirerek tam gaz derslere yüklenebilme imkanını veriyordu.
Ayrıca, bazı öğrencilerde ise sosyal hayatı baltaladığı, kendi başına ayakta duramamayı getirdiği gibi, bu sonuçlar da tamamen kişisine göre değişiyordu.
Kendi başına ayakta durma hadisesine gelince, suphesiz ki genç yaşta yalnız yaşamaya başlamak belli bir olgunluğu ve yetişkinliği beraberinde getirir, fakat Üniversite okurken aile ile yaşamak kesinlikle kişinin bahsedilen olgunluğu ve yetişkinliği başka şekillerde kazanmasına engel değildir.
Eninde sonunda bireyin ailesinden ayrılıp hayatına kendi başına devam edileceği düşünülürse, ailenin yanında Üniversite okumak en fazla bazı deneyimleri kazanmayı biraz geciktirir.
Örneğin, çamaşır bulaşık yıkamak, yemek pişirmek gibi ev işlerini öğrenmesi çok da zor değildir, kaldı ki, tek başına yaşamaktan tek başına yaşamaya fark vardır.
Bireyin karşılaştığı en ufak bir sorunda ailesi hemen o na koşuyorsa, en ufak maddi sıkışıklıkta bir telefon ile sorun çözülüyorsa, öyle yalnız yaşamak hayat deneyimi açısından bir işe yaramaz “diye düşünüyordu Kamil efendi.
Okulların öğretim yılına başlamasıyla birlikte okula gitmek için Zeydan dışarıya çıkmış, nineside elindeki bir tas suyu arkasından dökerek su gibi aziz ol, su gibi ak ve geri gel, kazasız belasız git, kazasız belasız geri gel diye dua ediyordu.
Yola gidenin arkasından ya anneler veyahutsa bir yakınları su dökerler… Zeydan için de ninesi su döküyordu.
Ülkede ki tüm okullar açılmış, sınıflarda dersler başlamıştı.
Zeydan’ın Üniversiteye adım atmasının daha ilk yılı olduğundan dolayı, öğretmenleri ve sınıf arkadaşları arasında diyalog kurması ancak bir ay kadar zaman almış, daha sonra ki günlerde herkesle sanki kırk yıllık arkadaş olmuştu.
Niye olmasın ki, Adanalılar samimi ve girişken olurlar, ayriyeten Adananın meşhur bir sözü de var ki? “Adanalıyık Allahın adamıyık” Zeydan’da zaman zaman bu sözü söylüyordu.
Ancak bu söz nerede ve nasıl zuhur oldu da böyle söylenmeye başlanmıştı?
Bu konuya vakıf olan Zeydan, arkadaşlarına şöyle açıklama yapıyordu.
1915 tarihinde Türk askeri Çanakkale'de dünya devletleriyle savaşırken, Adanalı askerler savaş esnasında bir bayırda konuçlanarak siperlerine küçük mavi bir plaket takarlar.
Bu onların düşman askerleri karşısında birbirlerini tanıyıp kamufle olabilmek için gizli sırlarıymış…
Adanalılar akıl almaz bir şekilde gizlenip, düşman askerlerini öldürüyorlar, sonrasında da öldürdükleri askerleri onlara nazire yaparmışçasına düşman askerlerine doğru atarlarmış...
Bir süre sonra, yüzlerce askerlerini esrarengiz bir şekilde kaybeden Anzak ve İngilizler, Adanalıların savaştığı bayır boyunca siperlerinde mavi plaketin bulunduğu ve bu askerlerin olağanüstü şekilde kendi askerlerini öldürerek gözdağı verdiklerini fark ederek şok olurlar.
Hal böyleyken, Adanalı askerlerin bulunduğu sipere yaklaşmaya korkan düşman askerleri, "sakın ha o tarafa gitmeyin, onlar Tanrı'nın adamları "diyerek geri çekilmeye başlarlar. Ancak o dönemde 900 küsür kadar Adanalı askerimiz kahramanca şehit olurlar.
Hatta o bayırın adı da "Adana bayırı "olarak anılmaya başlar, bu efsane yıllarca dillerden dile anlatılagelir.
Türkçemizde ise "Adanalılar Allah’ın adamları "şeklinde uyarlanmış... Bizlerde Adanalılar olarak “Adanalıyık Allahın adamıyık” diye uyarladık ve bu söz Çanakkale’de kahramanca savaşan Adanalı askerlerimizden bize bir hatıra olarak kalır.”diye arkadaşlarına anlatırken bir kahramanlık destanını da anlatmış oluyordu.
Zeydan okulda başarılı olması adına kendini oldukça derslerine vermiş, ilk senesi olduğu halde, senenin nasıl geçtiğinin farkında bile olmamış, ancak ki öğretmenin sene sonu kompozisyon ödevi verdiğinde o zaman anlamıştı sene sonunun geldiğini…
Öğretmenin verdiği ödevin konusu ise?
Anadolu’nun ücra köşelerinde kırsal toplumların aile hayatı, dini vecibeleri, kültürel faaliyetleri, evlenme, yerleşim yerleri ve yaşam biçimlerini konu alan özetleyici bir yazı dizisi hazırlamaları için öğrencilerine böyle bir ödev vermişti öğretmen...
Vermiş olduğu bu ödevin başlıca konusunu ise, önemle bir Alevi köyünde ki köylülerin yaşam tarzlarını konu almalarını istemişti?
Zeydan’ın doğup büyüdüğü Adana’ın çevresinde pek çok Alevi köylerinin var olduğu ve her Alevi çocukları gibi, kendiside Arap Nusayri ve Alevi bir gençti.
Ancak insan ayrımcılığına karşı oluşundan dolayı tüm halklara karşı saygı duyuyor, Sünni olan gençlerle arkadaşlığı olduğu gibi, Alevi olan gençlerle de arkadaşlığı vardı.
Ve Aleviliğe uzak olmadığı Nusayri oluşundan dolayı gün gibi aşikardı. Ancak öğretmenin verdiği ödev hakkında yine de bir Alevi arkadaşımdan bilgi alayım “diye bir arkadaşıyla istişarede bulunmuş, arkadaşıda kendi köyünü ve köylülerini anlatarak, Zeydan’ın kaleminden şöyle dile getiriyordu?
Anadolu kırsalında varlığını sürdürmeye çalışan Alevi bir köyde yaşayan halkın aile düzeni, birbirlerine saygıyla sevgiyle yaklaştıkları ve hürmetkar oldukları, evlenme konusunda ise ekseriyet kendi köylerinden kız alıp oğlan everdikleri olduğu gibi, bazen başka köylerden gelin alıp gelin verdikleri az da olsa görülmektedir…
Yerleşim yerleri ise oldukça düz bir arazi üzerine M.Ö. kurulduğu söylenmekte…
Dini vecibelerine gelince, köy halkı şeker bayramını kutladıkları gibi, Kurban bayramında kurban kesenler olduğu gibi, küskünler, dargınlar var ise birbirleriyle barıştırılarak - bayram en içten biçimde ve samimiyetle kutlanır.
Ramazan orucunu ise tutanlar olduğu gibi, genelde Muharrem orucunu tutarlar ve Cem ibadeti dini ibadetler arasında yer almaktadır.
Geçim kaynakları başlıca tarıma ve hayvancılığa dayalı olduğu bilinir ve kültürel faaliyetleri oldukça önemserler, bunların haricinde,
1963. Yılında başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın çeşitli devletlerine, hem kendilerinin geçim kaynağını sağlayacak para'yı kazanmak ve hem de Ülkelerine / Türkiye'ye Döviz getirmek amacıyla işçi olarak gitmişlerdir.
Yine, köyün halkı başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa devletlerinde hiçbir örgüte katılmayıp sadece Türkiye Cumhuriyetine, Vatanına, Milletine, Askerine, Polisine gönülden bağlı, Çağdaş, Uygar, Atatürk'çü düşünceye sahip, Cumhuriyetçi, demokrasiye inanan ve bu doğrultuda bakıldığı zaman hem milliyetçi hem de devrimci vatansever oldukları ortaya çıkmaktadır.
Ayriyeten okumaya önem vermek suretiyle kendilerinden sonra ki nesillerini okutarak Doktor, Avukat, Mühendis, Polis, Pilot, Hemşire, Öğretmen ve siyaset adamı yetiştirerek yaşadıkları ülkelerine katkı sunmaya çalışan ve örneği az bulunan Vatansever Aleviler oldukları kanıtlanmaktadır.”Diye öğretmenin verdiği ödevi noktalamış oluyordu.
Öğretmen verdiği ödevin yapılıp yapılmadığını görmek için, ödev kağıtlarını masasına getirmelerini istemiş, masasına gelen her bir ödevi dikkatlice okuyup incelediğinde, Zeydan’ın yazmış olduğu ödevin oldukça etkili olduğuna müşehade ediyordu.
Aklından geçen ise, demek ki Alevi kardeşlerimizin her biri böyle vatansevermiş.”diye bir düşünceye gark olmuştu.
Öğretmen Zeydan’a, böyle etkili bir ödev hazırlayıp sunduğu için teşekkür ederken gözleri de buğulanmıştı.
Ödevleri okuduktan sonra öğrencilerine bir konuşma gereği duyan öğretmen, sevgili öğrenciler esas itibariyle çocuklar doğduğunda yetenekli olmayı seçemezler ama okul çağında derslerine çalışıp çalışmamak kendi ellerindedir.
Hatta başarılı olmak için çok çalışmak yetmeyebilir; ama çalışmadan başarılı olmak ise mümkün değildir.
Yeterli zekaya sahip olan, başarmaya inanan ve çalışkan olan her öğrenci başarılı olabilir.
Hatta şansları da yardım ederse okuyarak çok iyi yerlere gelebilirler. Çalışkanlık inançla birleştiğinde pek çok kapıyı açar.
Sevgili öğrenciler çalışkanlık hiç durmadan çalışmak değildir.
Derslerine çok çalışan öğrencilerinde hobileri olmalı, yani boş zamanlarında bazı şeylerde yaratıcılık bile kültürümüzün bir parçası gibidir.
Bir Üniversitesi’nin ünlü profesörü Clayton Christensen hayat ve başarı üzerine yazdığı kitapta, anne babasına teşekkür ederken “Bana yaptıkları için değil, yapmadıkları her şey için minnettarım.”Diyor.
Ayrıca, Edison’un dediği gibi “Sıkı bir çalışmanın yerini hiçbir şey alamaz. Dehanın yüzde biri ilham, yüzde doksan dokuzu ter’dir ve çalışmayan bir zeka başarılı olamaz.”diyor ünlü bilim adamı…
Buradan yola çıkarak sizlerinde başarılı olacağınıza inanıyorum ve sizlere verdiğim ödevi başarıyla tamamladığınız için ayrıca teşekkür ediyorum.”diyerek bir bakıma bu konuşmayla öğrencilerini ödüllendiriyordu.
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalarken Üniversitenin birinci yılı bitmiş, Zeydan ikinci sınıfa geçmişti.
Sene sonu tatilinde her zaman ki gibi, bağda, bahçede uğraşıyor. Ayriyeten zaman zaman mezbahaneye giderek babasına yardımcı oluyordu.
Zeydan’ın böyle yardımsever olması diğer kardeşleri tarafından örnek alınıyor, onlarda bir gayret içinde çalışıyorlardı.
Zeydan bir Üniversite öğrencisi değil de, sanki Kamil efendinin kendisi için gönderilmiş, kapısında yıllığına hizmetkar durmuş gibi bir marabaydı. O hiç gocunmazdı çalışmaktan, önemli olan şey babasının sağlıklı sıhhatli olması ve işlerinin sağlıklı ve düzenli bir biçimde işlemesiydi. Onun bu özverili çalışması büyükleri tarafından takdir edildiği gibi, diğer kardeşleri de onun hem öğrencilik hem de iş hayatını örnek almaları olduğu ve bu münasebetle ailenin tüm bireyleri gece demeden, gündüz demeden işlerinin peşinde koşturmaları ve böyle bir özveriyle çalışmaları biraz olsun Kamil efendiyi rahatlatıyordu.
Çukurova fakir memleketi derler! - Dedikleri kadar da var yani;
Evlerinin damında, duvarında bile ot biten bereketli Çukurova topraklarının en önemli ürünleri arasında yer alan pamuk, pamuk tarlalarının yakınındaki köylere ve su kanallarının etrafına farklı kentlerden eşlerini ve çocuklarını da yanlarına alarak gelen tarım işçileri, kurdukları çadırlarda zorluklar içinde yaşamaya çalışıyorlardı.
Daha gün doğmadan, elçibaşı çadırların önüne gelerek, haydi uyanın. “diye, bağırdığında, uykusundan uyandırılan pamuk işçileri, daha kahvaltılarını bile yapmadan, akşamdan hazırladıkları erzaklarını yanlarına alarak eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte bindikleri traktörün römorkunda o gün çalışacakları tarlaya doğru yol alıyorlardı.
Çuvallarını bellerine bağlayıp günün ilk ışıklarıyla birlikte elçibaşının gösterdiği yerlerde pamuk toplayan bu işçilerin asıl zorlu çalışmaları, bunaltıcı sarı sıcağın altında olduklarının haricinde, nemli havayla mücadele ettikleri ve aylarca sürecek olan sivrisinek ısırmalarına dayanmak zorundalardı.
Tarlalarda pamuk toplamakla geçen ömürleri bitmez tükenmez ızdırabın ve kavrulmuş tenleriyle sarı sıcağın yakıcılığına rağmen kadın, erkek ve çocuk demeden çalışan işçiler, birkaç saatlik çalışmadan sonra, topladıkları pamukları traktörün römorkuna yüklemelerinin ardından ancak kahvaltıya oturabiliyorlardı.
Sineklerin kolgezdiği pamuk tarlasına geri dönen işçilerin nice çetinliklere açık alınla sine gerdikleri gün gibi aşikardı.
Hatta kimileri kendilerini gurbet ellere gönderen ağaları hakkında, (anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az) misalinden çok anlamlı ve manalı türküler söylüyorlardı.
YİNE AKŞAM OLDU BİR ÖMÜR GEÇTİ
Her ne kadar malım var deselerde
Yine akşam oldu bir ömür geçti
Bizler yavan onlar bal yeselerde
Gayri güneş yüce dağlardan aştı
Herkes bilmez"dostlar"var ile yoğu
Kimini canından eyledi ağı
Kendini yücede görenin çoğu
Hain haseneden yerlere düştü
Bizim elin ağaları beyleri
Alıp satar mezraları köyleri
Dost dediğim insan müsvetteleri
Azı kaldı çoğu yanımdan kaçtı
Kimi garibanla gönül eğlerdi
Her sözünü mübah görüp söylerdi
Niceleri var ki ölmem derlerdi
Gün geldi onlarda dünyadan göçtü
Akbabalar gelip başıma çöker
Başımdan aşağı etimi çeker
Ummadığım anda karışma çıkar
Kul Yusuf zalimden şaştıkça şaştı.
Böyle dertli dertli türküsünü söyleyenlerde, diğer işçilerde tekrar pamuk toplamaya başlıyorlar, ta ki akşamın karanlığına kadar, akşamın karanlığı çöktüğünde, geldikleri gibi geri gidiyorlardı çadırlarına...
Pamuk tarlasından hatıra kalan eski bir resim…
Zeydan Karalar öğrenci olmasına rağmen Karataş yolu üzerinde pamuk toplayan köylü kadınlarının yanına gidip, onlarla birlikte pamuk toplayarak, onların sarı sıcağın altında ne zor şartlarda çalıştıklarına şahit oluyordu.
Tatil süresince bazen mezbahaneye, bazen naranciye bahçesine, bazen de işte böyle pamuk toplayan işçilerin yanına giderek zamanını geçirmişti.
Okulların açılmasıyla birlikte Zeydan tekrar Çukurova Üniversitesine başlamış, ilk senesiyle şimdi ki senenin arasında oldukça büyük fark vardı.
Kamil efendiyle Güllü hanım, Zeydan’ın okula başladığı İlk sene biraz heyecanlı olmuşlardı ama, bu sene ilk seneden daha rahatlardı.
Zeydan arkadaşlarıyla birlikte Çukurova Üniversitesinde ve ülkenin diğer Üniversitelerinde 1980 yılı öncesi öğrenciler arasında günübirlik olayların var olduğunu ve bu olayların nasıl zuhur ettiğini irdelemeye başlamışlardı.
Zeydan arkadaşlarına, Öğrenci ayaklanmalarının siyasal hayattaki yerini incelemeye başlamadan önce bu konuda öne sürülen birtakım görüşleri açıklamakta yarar var.”Diyor ve devam ediyordu? arkadaşlar olaylara şöyle baktığımızda son otuz yıldır ortaya çıkan öğrenci hareketlerinin üniversiteye karşı olma niteliği belirgin bir şekilde kalıplaşmış olarak görülmekte...
Hatta öğrenci hareketleri ilk etapta üniversite içi sorunlardan başlamış ve daha sonra ülke çapındaki sorunlara ve düzenin kendisine yönelmiştir.
İşte tam da bu noktada milliyetçi faşist kesim de boş durmayarak kızıl yobazlar diye nitelendirdikleri öğrenci gençlere karşı faaliyete geçiyorlar ve böylece Üniversitelerde sağcılar ve solcular diye adlandırılan öğrenciler karşı karşıya gelerek pek çok gençler hayatından olmuşlar. Hal böyle olunca Ülkede günlük olayların ve ölümlerin olduğuna daha fazla kayıtsız kalmayan ordunun başındaki genelkurmay başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları 12. Eylül 1980 tarihinde Süleyman Demirel’in Başbakanlığını yaptığı sivil hükümete karşı darbe yaparak Ülkenin başına geçerler…
Ve nitekim askeri darbeyle birlikte sıkıyönetimde başlamış olur…
Askeri darbeleri tasvip ettiğimizden değil ama darbeden sonra ülkede kanlı öğrenci olayları son bulmuş, o olaylarda, birgün benim de çocuğumun ölüm haberi gelir.”Diye ağlayan anaların gözyaşları dinmişti. Zeydan ve arkadaşları geçmiş zaman hakkında hem durum muhakemesi yapıyorlar ve hem de Vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünden yana olduklarını önemle vurguluyorlardı.
Kamil efendi, Güllü hanım ile anası Nine hatuna ve hazırda bulunan diğer kardeşlerine ayrılığın verdiği özlemlerini şöylece dile getiriyordu?
Gurbetteki akrabalarla yıllardan beri ayrı olarak hasret kaldığımız ortada;
Bu hasret kalmamızın acısı bizlere acı veriyor; bu ayrılık acı verse de, “zaman her şeyin ilacı” dedikleri gibi, bizlere de bal gibi ilacı olmuş, artık bizlerde ayrılığa, hasretliğe alıştık gayri. “diyor ve devam ederek,
bellimolur birgün bakarsın akrabalar buraya bizleri görmeye gelirler, bizlerinde hasreti böylece son bulmuş olur “diyordu.
Kamil efendi, Zeydan’ın okulunu bitirmesine iki yıl kaldı, bir müddet sonra, aha bir yıl kaldı, bu yıl İnşallah okulunu başarıyla okuyup bitirerek evimizden ilk Üniversiteli çıkacağı gibi, Mahallemizden Üniversitelilere bir Üniversiteli daha katılmış olacak inşallah.”Diyerek ileriye yönelik şevkle, umutla bakıyorlardı.
Nihayetinde özlemle, hasretle bekledikleri o gün gelip çatmıştı;
Zeydan Karalar Üniversitede okuduğu 1977 senesinde, daha genç yaşında Demokratik Sol Yüksek Öğrenim Derneğini kurmuş ve yönetim kurulu başkanlığını üstlenmiş,
Yine, 1977 senesinde C.H.P. İl Gençlik Kolları Saymanlığı ve Merkez İlçe Gençlik Kolları Başkanlık görevine geldiği gibi, bu görevini başarıyla 1980 senesine kadar sürdürmüştür.
Nihayetinde Zeydan 1980 yılında Çukurova Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünden mezun olmuştu.
Okulda mezuniyet töreni konuşmasını bir öğrenci arkadaşı şöyle dile getiriyordu?
Bu gün burada ortak bir sevinci paylaşmak için toplanmış bulunmaktayız. 1979 - 1980 öğretim yılı Çukurova Üniversitesi mezunları diploma törenine hoş geldiniz.
Özellikle beyaz altın diyarı ve Çukurova Üniversiteli olarak sizlerle gurur duyuyor ve size hitap etmekten büyük bir sevinç yaşamaktayım.
Çukurova Üniversiteli olmanın ayrıcalıklı olduğu söylenedurur hep. Ancak Çukurova Üniversitesini Çukurova Üniversitesi yapan akademik özgürlüğü korumayı, eleştirel bilgi üretmeyi, demokratik ve çoğulcu değerlerle şekillenen özgür tartışma ortamları yaratmaya yönelik sürekli çabaların var olduğunu ve bunlar olmaksızın Çukurova Üniversitesinin farkı anlaşılamaz.”diye hep düşünmüşümdür.
Çukurova Üniversitesine ilk geldiğimizde, ÖSS’ ye endeksli eğitim sisteminin tek tipleştirici ve ezberci mantığının birer eseri olarak karşınızda duruyorduk.
Burada ilk ve orta öğretimin bizi içine soktuğu kalıptan biraz olsun kurtulduysak, artık sorgulayabiliyorsak ve kendimizi dönüştürmek için çaba harcıyorsak bunu siz olmadan yapamazdık.
Çok teşekkür ediyoruz size sayın hocalarım.
Geleceğin aydınlık yüzleri olarak rol biçilen bizleri yetiştirdiğiniz için teşekkür ediyorum sizlere;
İdealist olma adına sizlerin hangi koşullarda görev yaptığınızı da gayet iyi biliyoruz.
Ayriyeten burada yıllarca birlikte okuduğumuz tüm öğrenci arkadaşlarımı saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Bizler birbirimizi asla unutmayacağız.”diyerek sözlerini noktalamıştı. Ertesi günü Zeydan’da arkadaşlarına veda ederek mahalleye dönmüş, Kamil efendi oğlunun okulunu bitirmesinin şerefine, adağını yerine getirmek için mezbahanede satın aldığı bir dana’yı keserek tüm konu komşuya ziyafet veriyordu.
Ziyafet sırasında mahalleden tanıdıkları bir gariban ama sesi de bir o kadar güzel olan kişi, türkü okumanın ne kadar elzem olduğu ve bir o kadar da dinleyicileri coşturması adına şu türküyü söylemeye başlamıştı.
MEMLEKET İÇİN.
Okumaktan zarar gelmez insana
Sizlerde okuyun memleket için
Az çok hizmet edesiniz vatana
Tercihlerde doğru olanı seçin
Kimi acı zehir kimi bal tattı
Kimi bir köşede yattı ha yattı
Okuyanın çoğu eskidi gitti
Sıra sizde gençler çığırı açın
Aman ha demeyin bende kötüyüm
Yola gitmez garibanın atıyım
Maratona çıkmış gibi okuyun
Son harfte kalmayın önlere geçin
Uzun ince bir hayala daldıkça
Hayaller içinde hayal oldukça
Elin okur olduğunu gördükçe
Sızladıkça sızlar oluyor içim
Kul Yusuf der önem verin sağlığa
Uzak durun haktan gayri kulluğa
Öyle okuyun ki şu insanlığa
İlim irfan ile ışıklar saçın.
Mahalle eşrafından olan gariban adam türküsünü söylerken davulcu ile zurnacıda eşlik ederek halay çekenleri ve orada bulunanları şenlendirmeye gayret ediyorlardı.
Hal böyle olunca, Kamil efendi türkü söyleyen gariban adamın başından aşağıya kağıt paraları dökerken, paraların yerlere saçıldığını gören davulcuyla zurnacı, paranın hatırına daha da iştaha gelmişler, sanki de davulla zurnayı dile getirerek konuşturuyorlardı.
Adana, Karşıyaka Seyhan mahallesindeki bu eğlenceli ziyafet Zeydan’ın Üniversiteyi bitirmesinin şerefine, babası Kamil efendi tarafından yapılan güzel bir ziyafetti…
Ancak madalyonun diğer yüzüne bakıldığı zaman, okumak bir ülkenin ideallerini kriterlerini içine alarak çok farklı bir ortamda bir bilgi akımına girip belli yıllardan sonra iş hayatına atılması ve sonrasında okumuş insanların Ülkeye hizmet edebileceğine kesingözüyle bakılması demekti.
Örneğin, Üniversitede okuyan öğrenciler kendi ayakları üzerinde durabilmeyi öğrenmeliler, doğduğundan beri ailesinin kanatları altında yaşayan pek çok öğrenciler, özellikle şehir dışında bir üniversiteyi kazanıp gittiğinde işte o zaman hayata atılmış olacaklar…
Artık ailesiyle bir arada değiller, bundan böyle her işini kendisi yapmak zorunda olduğu gibi, Öğrencilik yıllarında hayata karşı tek başına olduğunun idraki içinde olacaklardır.
Sorumluluk sahibi olmakla birlikte sabretmeyi, ailesinden uzak olduğundan dolayı hayatın zorluklarıyla da karşılaşacak ve her şeyden yakınmak, dert yanmak yerine sabırla zorlukların üstesinden gelmeyi öğrenecekler;
Zaten başka çarelerinin olmadığını da anlayacaklar...
Bazı gençler annesinin ve babasının kıymetini daha iyi anlayacak, hatta ergenlik döneminde ailesine karşı yaptığı asilikler olduysa bile, pişmanlık duyacak ve bu duygu onu olgunlaştıracağı gibi, ailesine hak ettiği değeri ve saygıyı gösterecektir.
Örneğin, çeşitli şehirlerden, kasabalardan, köylerden gelen birbirinden farklı öğrencilerle tanışıp arkadaşlık kurduğunda, o güne kadar belki de kendi kabuğundan hiç çıkmamış olan öğrenciler bu farklılıklar karşısında hoşgörüyü ve erdemliliği kendilerine şiar edecekler.
Hatta hayata bakış açıları değişecek, bakış açıları değiştiği gibi, karşısında ki insanlara farklı açılardan bakacaklar ve en önemlisi hepsinin birbirine zincirleme bağlı olduğu ve bu doğrultuda insanın nasıl mutlu olacağını öğrenmiş olacaklardır…
Eskiden örf ve adetleri, saygıyı, sevgiyi, hürmeti iyi bilmesine rağmen, Üniversiteye başladığından beri bu olgu Zeydan Karalar’a pek çok değerleri öğrettiği gibi, daha da oturaklı ve saygın bir kişiliğe büründürmüştü...
O günü sabahın erken saatinde başlayıp gecenin bir vaktine kadar Karalar ailesi doyasıya eğlendikleri gibi, mahallelilerde doyasıya eğlenmişlerdi.
Eğlencede yok yoktu, yemek içmek selsebildi.
Ancak, o eğlence anında bile, Kamil efendi aklında fikrinde başka, başka düşünceleri vardı.
Mesela, Allah’ın ihsanına çok şükür, oğlan sağ salim okulunu bitirip geldi. Artık yıllarca okumanın bir bedeli, bir karşılığı, bir mükafatı olmalı yani?
Bunca yıl okuyup, okuduktan sonra da benim çalıştığım gibi, mezbahaneye sürecek değiliz ya!
İnşallah Devlet kapısında iyi bir işe yerleştirirsek, ondan sonrada Allah’ın emri Peygamberin kavliyle helal süt emmiş, ana baba terbiyesiyle büyümüş, ahlaklı ve münasipli bir kızı isteriz, hemen akabinde düğününü derneğini de yapar, başgöz ederiz.
Bellimolur belki kızda oğlan gibi okumuş biri olur.”diyerek gelecek için pek çok planları vardı.
Kamil efendi gibi, Güllü hanımda aynını düşünürmüş ki, biri diğerine neyi düşünüyorsun.”diye sorduğunda?
Her ikisinin de açıklamaları, beyanları aynı doğrultudaydı.
Öte tarafta ise birde Zeydan’ın düşüncesini sorup öğrenmek lazımdı?
Ama onunda kalbindeki, babasıyla annesinin düşündüklerinin aynını düşünüyordu.
Önce iyi bir işe gireyim, daha sonra sıra düğün dernek kurmaya gelir.”diyordu.
Aslında gönlünü fetih etmiş birileri vardı aklında.
Ama her şeyin bir vakti saati ve zamanı vardı.
Üniversite yıllarında sorumluluk sahibi olmakla birlikte sabretmeyide öğrendiği için, evlilik konusunda hiç aceleye getirmemeyi ve sabırla o günü beklemeyi yeğliyordu.
Zeydan 1980 yılında Çukurova Üniversiteden mezun olduktan sonra, aklındaki projelerini yerine getirmek, uygulamak amacıyla kollarını sıvamış, tanıdığı tüm brokratlarla iletişime geçerek iyi bir iş imkanı sağlamak, yaratmak istiyordu.
Yüreğindeki azimle birlikte gayret ederek gösterdiği bu çabasının, emeğinin karşılığını almak istiyordu.
Nihayetinde1981. Yılında daha gencecik ve 23 yaşındayken Makine Mühendisleri Odası Başkanlığına aday olmuştu.
Zeydan Karalar başkanlık seçimi konuşmasına ise şöyle başlamıştı. Değerli makine mühendisleri arkadaşlarım, yaş itibariyle her ne kadar sizlerden yaşım küçük olsa da, hizmet etmek adına ben de bu yarışta varım.
Değerli arkadaşlar, bizim örgütlenmemiz pek çok engeli kararlılıkla göğüsleyerek bu günlere nasıl geldiyse, doğru yolunda sarsılmadan ilerlemeye devam edecek güçtedir.
Ancak, iktidar karşısında sol güçlerin varlığını yeterince ortaya koyamadığı da hepimizin bildiği bir gerçektir.
Bunu hiç kimsenin inkar edecek hali yoktur.
Tüm gerçekler çıplaklığıyla ortada.
Ancak bu dönemde tüm sol- devrimci kesimleri, toplumsal muhalefetin güçlerini, bireylerini kapsayacak ortak zeminler yaratma çabamıza hız vermeliyiz” diye düşünüyorum.
Bunun bir parçası olarak Akademik Odalar Birliğinin oluşumunu sağladık. ADAMOB'un birleşenlerinin değerli başkanları da aramızda;
Akademik Meslek Kuruluşlarının ortak çalışmalarının Adana'mıza önemli katkılar sunacağına inanıyorum.
Arayışımız ülkemizin geleceği üzerinde daha etkin olabilmenin koşullarını yaratmayı mümkün kılmak içindir.
Konuşmalarını daha heyecanlı bir şekilde sürdüren Zeydan Karalar,
"TMMOB, kent ve ülke kaynaklarına sahip çıkan güçlü bir örgütlülüktür, bunun da inkar edilecek yanı yoktur.
Ben de bu yapının gücünü, kuvvetini bilerek hareket edeceğim. İnanıyorum ki yüreğimizdeki insan sevgisi ve bilim ışığı sönmeyecektir. Daha yapacak çok işlerimiz var.
Şimdiye kadar ki olan dürüstçe yaşamamız gelecekte yapacaklarımızın göstergesi ve teminatı olacaktır” diye konuşmasını bitirdikten sonra başkan seçimine geçilerek üyeler oylarını kullanmaya başlamışlardı. Nihayeti sonuç itibariyle Zeydan karalar Türkiye Mühendisler ve Mimarlar Odası Başkanlığına seçilmişti.
Bunun yanı sıra bölge başkanlığı ve üst kurul (TMMOB) delegeliği görevini de üstlenmişti.
Zeydan’ı ne kadar mutluluğa ve sevinç’e gark ettiyse, Seyhan mahallesinde Kamil efendiyi ve aile efratı’na da o kadar büyük sevinç ve mutluluk vermişti.
Kamil efendini on çocuğu olduğundan dolayı evinde her iki üç yılda güzel bir sevinç ve mutluluk yaşandığı için hep kurbanlar kesilir…
Şimdi ise yine bir mutlu, yine bir sevinçli haber almışlardı.
Bu mutlu haberi aldıkları için ve nazar değmemesi için, evinde beslediği ve gözü gibi bakıp büyüttüğü iki yaşına değmiş danayı kurban eylemiş, eskisi gibi kazanlarla lokmalar döktürüp halka yedirmek yerine, her eve kurban eti dağıttırmış, evlerine gelecek olan misafirlerine ikramda bulunmak için de bir kısım kurban etini evinde bıraktırmıştı.
Kamil efendi onca kestiğim kurbanların ve izzetin ikramın tamamı hem Zeydan’ımın hem de diğer çocuklarımın canlarına kurban olsun, yeter ki çocuklarım okuyup hem başarılı olsunlar ve hem de vatana millete hizmet etsinler.”Diye mutluluktan uçuyordu…
Türkiye Mühendisler ve Mimarlar Odası Başkanlığına 1981.Yılında seçilen Zeydan Karalar, esas itibariyle 1979. yılında Çukobirlik’te işe başlamıştı.
Hatta o zaman kendisinden istenen başlıca evraklar şunlardı?
Diploma (Aslı veya noter tasdikli / Fakülte onaylı sureti)
Nüfus cüzdanı fotokopisi
İkametgah belgesi
Adli sicil kaydı
Seyahate ve Arazide çalışmaya elverişli olduğunu gösterir sağlık raporu (Tek hekimden de alınabilir)
2 adet vesikalık fotoğraf
Askerlik durum belgesi (Aslı veya noter tasdikli sureti
ÖSYM Sonuç Belgesi
Avukat kadrosuna atananların Avukat Ruhsat Belgesi (Aslı, noter tasdikli/Barodan onaylı sureti)
Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni kadrosuna atananların MEB’den onaylı Bilgisayar İşletmeni
Sertifikası (Aslı veya noter tasdikli) Zeydan Karalar bu belgelerden kendi branjına dair belgeleri / evrakları çıkarmak için hemen işe koyulur ve aynı günü gerekli evrakları makam ve mercilerden temin ederek rahat bir nefes alır...
Niye rahat nefes almasın ki, Devlet kurumlarında kadrolu olarak, önemli bir kuruma girmek devri zamanda o kadar kolay iş değildi.
Zeydan Karalar gayret ve çabasıyla bunu başarmıştı.
Allah’ın bu gününe çok şükür nihayetinde Devlet kapısında bir işe başlayacağım.”diyerek işlemlerini bitirdiğine dair rahat bir nefes alıyordu.
Gerekli evrakları hazırlayıp Çukobirlik genel müdürlüğüne teslim ettikten sonra, İplik İşletme Şefi olarak iş hayatına atılmış, artık Türkiye’nin önde gelen fabrikalarından birinde Şef olarak, okumak için yıllarca dirsek çürüttüğü emeğinin karşılığını almaya başlamıştı.
Çukobirlik'te İplik İşletme Şefi olarak işe başlayan Zeydan Karalar’ın başlıca görevleri ise şunlardı?
Gerekli tüm faaliyetlerinin etkenlik, verimlilik ilkelerine ve görevi kapsamındaki mevzuata uygun olarak yürütülmesi amacıyla bulunduğu birimin görevlerini Yerine getirmesiydi.
Zeydan Karalar’ın başlıca sorumlulukları ise şunlardı?
Bulunduğu birimine gelen her türlü evrakın imza karşılığı alınması kayıt edilmesini ve ilgilisine iletilmesini sağlamaktı;
Ve amirin talepleri doğrultusunda incelenen evrakların ilgili alt birimlere gereğinin yapılması için zamanında dağıtımını sağlamaktı;
Bulunduğu birimin amiri tarafından yazılması talep edilen yazıların kurallara uygun olarak kısa sürede yazılmasını sağlayacağı, bulunduğu birime gelen ve dosyalanması gereken evrakları kayıt işleminden sonra sınıflandırarak konularına göre dosyalanmasını, bulunduğu birimden havale edilerek çıkan evrakın kayıt edilerek dağıtımının yapılması.
Giden evrakların birer suretlerinin ilgili dosyalarda muhafazasını sağlamak suretiyle muhafaza etmesi;
Bulunduğu birimin personelinin özlük hakları ile ilgili konuların takip edilmesini, izin ve rapor gidiş - dönüş tarihlerinin Personel Daire Başkanlığına yazıyla bildirilmesini sağlamak olduğu gibi, Yılsonu itibariyle saklanması, yok edilmesi ve arşive gönderilmesi gereken evrakların belirlenerek söz konusu işlemlerin yerine getirilmesini sağlayarak birimin gereksinimi olan her türlü kırtasiye malzemelerinin alınmasını, faks, fotokopi makinesi, bilgisayar v.b. demirbaşın korunmasını ve bakımlarının yapılmasını, bunlara ait kayıtların tutulmasını sağlamaktı. Personele ait yıllık izin listelerinin yapılmasını ve onaya sunulmasını sağlamak, Birimdeki tüm personelin viziteye sevk işlemlerinin yapılmasını ve imzaya sunulmasını sağlamak, Üst makamlardan birime gelen emir, talimat ve yönerge v.b. duyuruları personele imza karşılığı tebliğ ederek dosyalanmasını sağlamak, birim çalışanlarının ödenek, tazminat, masraf, yolluk ve diğer mali haklar ve izin işlemlerinin ilgili birimler ile eşgüdüm içerisinde yürütülmesini sağlamak, Gelen, giden yazıları, şikayetlerle ilgili bilgileri ve saklanması gerekli diğer belgelerin dosyalanmasını sağlamak.
Bulunduğu birimin amirlerinin vereceği benzeri görevleri yerine getirmek olduğu gibi, Zeydan Karalar’ın beğenilen bir tarafı daha vardı ki? o da emeğe dayalı işçi dostuydu.
Hasbelkader hasta olup ta iki üç gün iş yerine gelmeyen işçileri işten çıkarılma ya da her hangi bir cezai müeyyide uygulama yerine, o işçi kaç gün iş yerine gelmediyse, aile doktorundan belirli süreye dair rapor aldırtarak, her hangi bir cezaya maruz kalmamaları, hatta işten çıkarılma yerine işçiyi böylece mükafatlandırmak suretiyle işçi dostu olduğunu kanıtlıyor ve herkes tarafından da biliniyor ve seviliyordu.
Zeydan Karalar’ın kafasındaki düşüncesi çok farklıydı.
Örneğin, İnsana yakışır iş olmalı.
İnsanların çalışma hayatı yaşamındaki özlemlerini yansıtmakta olduğunu ve Kastedilen, üretken, adil bir ücret ile işyerinde güvenli ve ailelere sosyal konum sağlayan kişisel gelişim;
Toplumla bütünleşme açısından daha iyi fırsatlar sunan, insanların kaygılarını ve düşüncelerini serbestçe dile getirme özgürlüğüne sahip olmaları, hatta örgütlenerek yaşamlarını etkileyen kararların alınmasına katkı sunmalarını, ancak bunları tüm kadınlar ve erkeklerin elbirliğiyle bütünleşerek, eşit fırsatlardan yararlanıp eşit muamele görmelerini arzu ediyordu.
Sonuç itibariyle Zeydan karalar canıyla, başıyla, hak aşkıyla “temsilde hata olmaz” işine dört elle sarılarak çalışmaya başlamıştı.
Zeydan’ın Devlete ait olan Çukobirliğe işbaşı yapması aile içinde sevince, mutluluğa yol açtığı gibi, mahallede de sevinçle karşılandığı gibi herkesin yüzünde, gözünde bir gülümseme, bir tebessüm, bir mutluluk ifadesi vardı.
Niye olmasın ki, yarının neler getireceği hiç belli olmaz?
Bakarsın makamında ilerler, daha üst makamlara terfi eder, elinde yetkisi ve imkanı var olunca garip gureba insanlara elinden geldiğince yardımcı olmaya, faydalı olmaya çalışır.
Zaten okuyup ta bir makama, mevkiye gelenlerin yapması gereken de bu değimlidir yani?
Öncelikle vatana ve akabinde millete hizmet eylemektir insan olanın başlıca görevi.
Zeydan’da hep bu doğrultuda düşünerek, eğer ki birgün bir makama, bir mevkiye gelirsem, öncelikle garibanların derdine çare olmaya çalışacağım.
Hatta canımla, başımla, hak aşkıyla bu vatana ve bu millete hizmet edeceğime öncelikle Allah’a ve sonra da kendime söz veriyorum.”diye kendi kendine söz vermişti.
Kamil efendinin evinde ise, günlerden Cuma günü olduğundan dolayı, annesi Cuma günlerinde ibadetin daha mübarek sayıldığını bilinmekle birlikte, Kur’an-ı Kerim’in Cuma suresinde yüce Allah bütün müminlere şöyle seslenmekteydi?
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alış verişi bırakın.
Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.”der.
Peygamberimiz -sallâllahu aleyhi ve selem - cuma gününün faziletini şöyle beyan etmiştir?
Haftanın en değerli günü cuma günüdür.
Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür.
Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır.
Kıyamet de cuma günü kopacaktır.“Dediği gibi, Kamil efendinin annesi Cuma gününün bereketini ve faziletini düşünerek namazını kılmak için, her zaman ki namaz kıldığı odaya geçip seccadesini sererek Allah’ın emirlerini yerine getirmek adına ibadetini ifa etmeye başlar.
Alevi Nusayrilerden kıssadan notlar verecek olursak?
Nusayriler genel olarak kendilerini “Alevi” diye niteleyen, anadilleri Arapça olan, Ortadoğu’nun varlığını halen sürdürebilen az sayıdaki otantik halkından biridir.
Genelde içe kapalı, suskunluğu kendine temel düstur edinmiş Nusayriler çileli bir tarihin mirasçılarıdır.
Ortodoks İslam inanç ve yaşam biçiminden farklı bir değerler sistemine sahip olan Nusayriler, farklı inanç ve yaşayışlarından dolayı tarih boyunca büyük zulüm ve baskılarla karşılaşmışlardır.
Katledilmiş, göçlere zorlanmış, kimliklerini saklamak zorunda bırakılmış, yoksulluk ve sefalet içerisinde mücerret bir yaşama itilmişlerdir.
Tüm bunların neticesinde gittikçe kabuklarına çekilmiş, kendilerini ifade etmekten imtina eder hale gelmişlerdir.
Haklarında birçok asılsız rivayet türetilen, sırrına, yeminine sadık kalan bir topluluktur.
Türkiye’de ulusal devletin kuruluş sürecindeki rollerini, “yeni” rejimin Nusayrilere yönelik asimilasyonist tavrını ana hatlarıyla incelemesi ve İsim Tartışması haline gelmiştir.
Nusayri denen bu kıymet değer halk, Nusayri mi Alevi mi?
İşte tamda burada iki önemli husus öne çıkıyor.
İlki Nusayri isminin nereden kaynaklandığı, ikincisi de Nusayri olarak nitelemenin doğru olup olmadığıdır.
Birinciden başlamak gerekirse, Nusayri isminin nereden geldiği konusunda birbirinden farklı görüşler ortaya çıktığı gibi, Nusayri kelimesinin kökeninde i) Nasrani (Hıristiyan) kelimesi, ii) Latince nazerini kelimesi, iii) Kûfe’deki Nasuraya köyünün ismi, iv) Şii şehitlerinden olduğu iddia edilen Nuşayr ismi, v) M. İbn Nusayr’ın ismi olduğu ileri sürülmektedir.
Bu iddialar içinde en güçlüsü ve en genel kabul görmüş olanı sonuncusudur.
Nusayriliğin kurucu önderi olarak kabul edilen Muhammet İbn Nusayr’ın isminden hareketle onun yolunu izleyenlerin bu adı aldığı iddiası, iddialar arasından en güçlüsü olmuştur.
Önemli Nusayri şeyhlerinden ve yazarlarından Mahmut Reyhani, Nusayri isminin M. İbn Nusayr’dan kaynaklanmadığı, farklı kökenlere sahip olduğu şeklindeki iddiaların yakın zamanlara (19. yüzyıla) ait olduğunu, çoğunlukla müsteşriklerin fikirlerinden türediğini ifade eder ve Nusayri isminin tereddütsüz bir biçimde M. İbn Nusayr’ın ismine dayandığını açıklar.
Konuyla ilgili farklı tarihsel kaynaklara bakıldığında da Nusayri nitelemesinin M. İbn Nusayr’ın ölümünün ardından, onunla ilişkili olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
İkinci husus, Nusayri adının söz konusu topluluğu temsil edip etmediğidir.
Bugün Nusayrilerin önemli bir kısmı kendini Arap-Alevi olarak nitelemektedir.
Nusayri ismi, Nusayriler tarafından yaklaşık bir asırdır çok fazla kullanılmıyordu (Nusayri uyanışı diyebileceğimiz hareketlerin – tarihsel - kültürel ilgi ve araştırma, sivil toplum örgütlenmesi neticesinde tarihsel bir bilinçlenme hali oluşmaya başlamıştır.
Etnik Kökene bakıldığında Nusayrilerin kendilerini Arap kökenli olduğunu belirtir ve bunun bilimsel dayanaklarını ortaya koyar.
Nusayrilerin anadilleri, yaşam biçimleri, sahip oldukları kültürel değerler, gelenek ve görenekler, bu topluluğun Arap etnisitesinden geldiğinin en büyük göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Adana / Seyhan denilince akla ilk gelen karpuzudur. Ülkede karpuzu ile meşhurdur.
Hatta Türkiye’de ilk turfanda karpuzun yetiştirildiği bölge olarakta bilinir. Ayriyeten alabalık yetiştiriciliği yapıldığı gibi, yemek çeşitlerini ise saymakla bitiremezsin.”diye Karşıyaka / Seyhan’ın tarihi geçmişini bilmesine rağmen bir kere daha öğrenen Zeydan, Cuma günü mesai bitiminden hemen sonra annesini, babasını, yakınlarını ve mahalleliyi görmek ve özlemlerini gidermek için alelaceleden mahalleye hareket eder.
Kamil efendi sedire oturmuş çayını yudumlarken dışarıdan kulağına kadar gelen bir araba sesini duyunca, hemen yanıbaşında bulunan bir çocuğa, kapıda bir araba durdu galiba, hele bir bak bakalım kimmiş o gelen?” Diye seslenerek, dışarıya bakmasını ve gelenin kim olduğunu öğrenmek istiyordu.
Çocuk dışarıya açılan cümle kapıya daha varmadan, Zeydan içeriye girmişti.
Çocuk, Zeydan’ın getirdiği paketleri görünce, elinden alıp mutfağa götürürken, Zeydan’da varıp babasının elini öpüyor, babası da onun yüzünü öperek hal hatır ve sağlık sıhhat sorup sual ediyorlardı.
Çocuktan al haberi derler ya?
Güllü hanım, oğlunun geldiğini çocuktan öğrenir öğrenmez, o da onların yanına giderek, tabi ki hasretinden olacak, oğlunun boynuna sarılıp öpüp kokluyor, canım yavrum.”Diyerek, hem hasretini gideriyor hem de dua ediyordu.
Zeydan bu hazin durumu görünce, annesiyle babasına, Rabbin anne ve babaların ve çocukların adına Kur’an-ı Kerim’de beyan ettiği İsra Suresinden bir ayetini okumaya başlar?
İsra s.a. 24’ Rabbin, ancak kendisine kulluk etmenizi ve anne baba’ya iyi davranmanızı emretti.
Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa sakın onlara “öf!’ bile deme, onları azarlama, her zaman onlara güzel ve değerli sözler söyle.
Acıyarak onlara daima kucak aç ve yumuşak davran ve “Ya Rab! Beni küçükken bakıp büyüttükleri gibi, sen de şimdi onlara acı,”diyerek dua et!” İsra s.a. 24’de böyle diyor.
Ve Allahuteala böyle emrediyor.
Bende sizlere iyi bir evlat olabilmek adına Allah’ın emirlerine kuşkusuz riayet ediyorum. ”diyerek, saygıda, hürmette kusur etmemeye çalışıyordu.
Daha sonra Kamil efendi ve Güllü hanım oğullarının Çukobirlikte iplik şefi olarak çalışmasına, çok çok sevindikleri gibi, sanki de dünyalar onların olmuştu.
Ayriyeten oğlundan böyle güzel sözleri duyan Kamil efendiyle Güllü hanımın gözleri yaşarmıştı.
Zeydan’a belli etmeden gözlerini silerlerken her ikisi de aynı anda birisi herif, diğer de hanım.”Diyerek, sanki de birbirlerine bir şeyler söylemek istiyorlardı?
Ancak Kamil efendi, hanımına “buyur hanım önce sen konuş, diye öncelik tanımasının ardından Güllü hanım, ben bir şey diyecektim?
Yani, oğlanı başgöz etmenin zamanı geldi.
Hatta geldi de geçiyor.”diye söze girdiğinde, Kamil efendi, hanım bende senin bu düşündüğünü düşünmüştüm.
Demek ki ikimizin kalbi de birmiş.
Ama önce Zeydan’a sormalı, belki aklında birileri vardır?
Belki de biriyle konuşuyordur?
Öncelikle oğlanın fikrini alalım, daha sonra Allah neyi emrederse onu yaparız.”Diye karşılıklı konuşuyorlardı.
Zeydan ise annesiyle babasının bu konuşmalarına kulak vermiş sessizce onları dinliyor, O da, konuştuğun biri var mı? Diye mutlaka bana soracaklar, bana sorduklarında bende aklımda olanı söylerim.”Diye kendisine evlilik hakkında danışılmasını, soru sorulmasını bekliyordu.
Nihayetinde Kamil efendiyle Güllü hanım öncelikle oğlanın fikrini alalım.”diye karar kılarak, yanlarında kendilerini dinleyen oğullarına dönüp, Zeydan’ım bizim bunca konuşmalarımızı duyup işittin.
Sen ne diyorsun bu evlilik konusunda?
Senin aklında fikrinde birileri var mı?
Ya da konuştuğun biri var mı? Diye soruyorlardı.
Zeydan’da annesiyle babasının gözlerinin içine bakarak,”Evet, konuştuğum biri var.
Bizim mahalleden bir hanım kız.
Bu kızı Üniversiteden tanıyorum ve aynı zamanda okumuş fen ve teknoloji öğretmeni, ismi de Nuray.
Eğer ki bana kız isteyecekseniz, gidin Allah’ın emriyle Peygamberin kavliyle o kızı isteyin.
Kız tarafı hayırlı bir yuvanın kurulması için, Allah’ın emrinden Peygamberin kavlinden kaçmazlar.
Ben inanıyorum ki onlarda böyle kutsal bir yuvanın kurulmasına katkıda bulunacaklardır.”diyerek fikrini açıklamıştı.
Oğullarından bu sözleri duyan Kamil efendiyle Güllü hanım böyle bir hayırlı iş için kolları sıvamışlar, yarından tezi yok, kızı istemeye hemen gidiyoruz ”diye karar - almışlardı.
Hemen ertesi günü Kamil efendiyle Güllü hanım ve Zeydan, üçü birlikte, evleri Mahallede olan öğretmen hanımın baba evine giderlerken annesiyle babası, oğlum, bizler kız bakmaya gidiyoruz ama bu kızın adı ney, sanı ney? Diye soruyorlar, Zeydan’da kızın ismi “Nuray -Nuray öğretmen.“diye yanıtlıyordu.
Yol boyunca sohbet ederek giderlerken hiç farkında olmadan kız evine varmışlardı bile…
Kız evinin önünde durduktan sonra, Zeydan daha önceleri kız evine gidip geldiğinden dolayı evi biliyordu.
Kendisi ön tarafta elinde bir demet çiçek ile tatlı paketi, hemen arkasında annesiyle babası evin kapısına vardıklarında, evlerine misafirlerin geldiğini gören ev sahibesi hanımefendi kapıyı açarak buyurun efendim, buyurun “diyerek içeriye buyur ediyordu.
Esas itibariyle “Zeydan kız evine telefon açarak bu konu hakkında haberdar eylemişti.
Misafirler içeriye girdiklerinde hem misafirlerin hem de ev sahiplerinin yüzleri gülüyor, birbirleriyle tanışmaktan adeta mutlu oluyorlardı. Nihayetinde, bir taraftan kahvelerini içerlerken, diğer taraftan da Kamil efendi konuya girerek, sebebi ziyaretimiz buraya kadar gelip sizlerle tanışmaktır.
Ancak sizlerle tanışmamıza sebebiyet verenler ”Derken. ( Kız ile Oğlanı göstererek ) işte aha bu kızımızla oğlumuz, Bunlar birbirlerine gönül verip mutlu bir yuva kurmak istiyorlar.
Bizlerde bu yuvanın kurulmasına olumlu bakıyoruz.
İnşallah sizlerde bu yuvanın kurulmasına olumlu bakarsınız ve daha sonra tekrar gelerek Allah’ın emrini anarız” diyerek taşı gediğine koymuştu.
Kız tarafı da Zeydan’ı tanıdıkları ve konudan haberdar oldukları için, Allah’ın emrinden ve Peygamberin kavlinden kaçılmaz “diyerek, onlarda olumlu cevap vermişlerdi.
Bu tatlı sohbetin ardından Nuray hanım tatlı getirerek bu işin sonunun tatlıya bağlanacağının işaretini veriyordu.
Kamil efendi dünür olacağı aileyle kız istemenin usüle göre uygun olacağını konuşurlarken, İnşallah bir iki gün içinde yanıma hatırı sayılır dostlarımdan bazılarını alarak kız istemeye geliriz ”diye aklından geçiriyordu.
Ancak sohbet öyle koyulaşmıştı ki uzadıkça uzamıştı.
Sohbet uzadıkça her iki aile birbirlerine iyice hem ısınmışlar hem de alışmışlardı.
Esas itibariyle her iki ailede Arap - Nusayri kökenli olduklarından dolayı tez kaynaşmışlardı.
Ayriyeten Kamil efendiyle kız babası böyle ortamlara çok girmişlerdi. Ancak bu ortamda ki konuşmalar, kendi çocuklarının istikbali, geleceği ve mutlu bir yuva kuracakları hakkında konuşulan bir ortamdı.
Ortam böyle olunca, her lafı, her sözü öyle pat diye ortaya atmıyorlar, aksine söyleyecekleri sözü enine boyuna ölçüp biçerek konuşuyorlardı. Nihayetinde misafirlerin kalkıp gitme zamanı gelmiş, Kamil efendi ev sahibine hitaben konuşmasında, İnşallah, Allah’ın izniyle haftaya falanca günü bu hayırlı iş için geleceğiz “diyordu.
Sözlerine devam ederek, bizleri güler yüzle, tatlı dille karşılayıp evinize tanrı misafiri olarak kabul ettiğiniz için, ayriyeten dünür olmak gibi kutsal bir hısımlığa layık gördüğünüz için, sizlere ne kadar teşekkür eylesek azdır.
Biraz evvel de dediğim gibi, İnşallah çok yakında tekrar geleceğiz ”deyip, gitmek için ayağa kalkarak hem müsaade istiyor ve hem de artık yolcu yoluna gerek “diye birbirleriyle tokalaşıp helalleşerek kız görme ve kız ailesiyle tanışma faslı o gün için orada tamamlanmış oluyordu.
Ancak aslına bakılırsa onlar için kız gelin edip, oğlan everme işi daha yeni başlıyordu.
Kamil efendi, eşi ve oğlu kız evinden çıkıp evlerine doğru giderlerken, kız isteme ile ilgili olarak temel husus ve esaslar dinimizde sünnet çerçevesinde şekillenmiş ve bizlerde bir Müslüman olarak onu esas alacağız.”diyor ve devam ederek;
Kız isteme adabına gelince o da aynen şöyle oluyor?
Kamil efendi önce "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü" diyerek, Kelime-i Şehadet getirdikten sonra, bizler gibi Müslüman kimseler oğluna veya bir yakınına, uygun olduğuna inandığı herhangi bir kızı veya dul bir kadını Allah (Celle Celaluhu)’ın emrine ve Resûlüllah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)‘in sünnetine uygun olarak evlenecek oğlanın velisi ve yakınları kız evine giderek, kızın velisinden isterler.
Eğer ki kızın velisi kızını vermeyi uygun görüyorsa, oğlan tarafından gerekli araştırmayı yapmak üzere belirli bir zaman ister.
Bu da onların en tabii haklarıdır yani;
Bu zaman zarfında evlenecek oğlan hakkında gerekli araştırmayı yaparlar ve sonuç itibariyle verip vermeyeceklerine karar verirler.
Ancak önemli bir şey daha var?
İstenecek kimse eğer kız ise anne babasına, dul ise kendisiyle konuşarak fikirleri alınır.
Mesela dul kadınların bizzat kendisiyle konuşarak karara varmak daha uygun olur.
Ayriyeten bir kızı oğluna veya yakınına istiyorsan?
Kıza da bu evliliğe taraftar olup olmadığını, rızalığı var mı, yok mu soracaksın.
Eğer ki kız bizzat kabul ettiğini söylüyorsa veya susup sükût ediyorsa mesele tamam, gönlü var demektir.
Zira süküt etmek, yani kabul etmek demektir.
Mesela, Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)“Dul kadının görüşü alınmadıkça başkasıyla nikâhlanamaz.
Bakire kızın da izni alınmadan başkasına nikâhlanamaz.”diyor ve Sahabe-i kiram soruyorlar?
Ey Allah’ın Resulü; Bakire bir kızın izni nasıl olur?
Resûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) “Onun izni sükût etmesidir.”diye yanıtlamıştır.
Kamil efendi dini konuda kız isteme usullerini anlatırken, hiç farkında olmadan evlerine çoktan gelmişlerdi.
Kamil efendi, kız babasıyla konuştuğu gibi, aynı sözünde durarak hatırı sayılır iki arkadaşıyla hanımını ve annesini yanına alıp aynı gün ve saatte kız evine gitmişlerdi.
Bu arada kız tarafı olarak, Kamil efendi ve oğlu Zeydan’ın hakkında araştırma yapmayı hiç lüzum görmemişlerdi.
Çünkü kız ile oğlan çoktan beri birbirleriyle hem konuşuyorlar hem de her iki tarafın aileleri birbirlerini çocuklarının sayesinde az çok tanımışlardı. Kız babası da bir önceki gün hayırlı bir işimiz var “diyerek yakın akrabalarından birkaç kişiyi evine buyur etmiş, oğlan tarafıyla kızın akrabaları kız evinde buluşmuşlardı.
Velhasıl kelam hoşbeşten ve kahvelerden sonra kız istemenin tam da sırası diyerek Kamil efendinin kendi adına tayin-vekil ettiği kişi Kamil efendiyle göz göze gelerek ve Kamil efendininde “tamam dercesine” başını hafifçe eğmesi yeterli gelmişti.
( Bunun anlamı “Allahın emrini analım” demekti )
Oğlana vekil olan kişi orta yere, değerli dostlar bizlerin sebebi ziyaretimiz tabi ki başta sizleri görmek, ancak başka bir husus daha var ki, bizler sizlerle hısım olmak, akraba olmak istiyoruz.
Hısım olmak için başta dünür olmak lazım ki, daha sonra hısım, akraba olalım.”doğru değil mi dostlar? Diye söze başladığında, hazırda bulunan cemaatte “doğru söylüyorsun, hısımlık dünürlükten başlar “diye yanıtlıyorlardı.
Kamil efendinin vekili söze devam ederek, kız tarafının vekili varsa vekiliyle, eğer vekil tayin etmemişseniz kız babasıyla konuşarak Allah’ın emrini anmak istiyoruz, tabi rızalığınız varsa “deyip - ya kız babasını ya da vekilini karşısına almak istiyordu.
Bu sözü duyan kızın babası - bana vekalet edecek dayımın oğlu var. Onunla konuşun “diye yanıtlayarak, dayısı oğlunu vekil göstermişti. Nihayetinde kız babasının vekiliyle, oğlan babasının vekilinin kimler olduğu belli olmuştu.
Kamil efendinin vekili, Allah’ın emri Peygamberin kavliyle kızınız Nuray hanımI, oğlumuz Zeydan’a istiyoruz. ”diyerek bunu üç kere tekrarladıktan sonra, sıra kız tarafının vekiline gelmişti ki, kız tarafının vekili, bana beş dakika müsaade verin.”olur mu” deyip müsaade isteyerek bulunduğu odadan dışarıya çıkarken kızın babasına “sende gel” diyerek bir kere daha konuşmak için başka bir odaya geçmişlerdi.
Hem kız babasından hem annesinden ve hem de kızdan, sizlerin buna rızalığınız var mı?
Eğer ki rızalığınız varsa içeriye girdiğimde, Allah’ın emrinden ve Peygamberin kavlinden kaçılmaz. “diyerek kızı vermiş olacağım.
Eğer ki her hangi bir baskı ya da etki altındaysanız bu birlikteliğe rızalığınız yoksa bana söyleyin ki? İçeriye girdiğimde misafirlere bizim biraz daha düşünmemiz lazım “deyip tatlılıkla onları savalım.”derken kız babasıyla annesi “Evet” rızalığımız var.”Dediklerinden sonra, vekil kıza dönerek, kızım seni bu çocuğa vererek Allah’ın emrini anacağız – bir kere daha soruyorum?
Senin buna rızalığın var mı, diye sorduğunda, Nuray kız “Evet” dercesine başını sallayınca böylece hep birlikte rızalarının olduğunu beyan etmişlerdi.
Kız tarafının vekili tekrar misafirlerin olduğu odaya gelerek, Kamil efendinin vekiline Allah’ın emrinden Peygamber efendimizin kavlinden kaçılmaz.
Allah hayırlı uğurlu eylesin.
Allah utandırmasın.
Allah baştanbaşa güldürsün.
Bu vesileyle dünürlük, hısımlık hayırlı uğurlu olsun.”dedikten sonra, Alevi Nusayrilikte Allah’ın emriyle kız istenip verildikten sonra nişan törenine dair duası vardır.
Bu duayı etmek için, oğlan ve kız taraflarının vekilleri hazırda bulunan Nusayri şıh’ının / hocasının huzurunda ayağa kalkarak “Şıh efendinin dua etmesi için, karşılıklı soru ve cevaplar aynen şöyleydi?
Şıh, oğlan vekiline, hayırdır efendiler, hazırda bulunan müminleri kız evine davet etmiş bulunuyorsunuz “diye soru sorunca?
Oğlan vekili Şıh efendiye şöyle cevap veriyordu?
Allah’ın emriyle ve Peygamber efendimizin kavliyle, tüm Peygamberler ve Ehli Beyt ile on iki İmam ve Kur’an-ı Keirm’in sünnetine bağlı olarak Halam oğlunun kızı olan, Nuray kızımızı Kamil efendinin vekili olan, müvekkilimin oğlu Zeydan’a nişanlamak maksadı ile toplanmış bulunmaktayız.
Şıh efendi oğlan vekilinden bu cevabı aldıktan sonra, bu seferde kız vekiline dönerek şöyle bir soru yöneltmişti?
Allah’ın emriyle ve Peygamber efendimizin kavliyle ve Ehli Beyt’in sünnetine bağlı inançla vekili olduğun halan oğlunun kızı Nuray’ı Kamil efendinin oğlu Zeydan’a nişanladınmı? Diye soran, Şıh’ın sorusu üzerine vekil “Evet” diye cevaplayınca şu ayetleri okumaya başlamıştı?
Nisa S.A. 1 (Bismillahirrahmanirrahim)
Ye eyyehül lezine emenut takullah Ellezi halaköm min nefsin vahideh vehalaka minhe zevcehe ve besse minhe ricelen venise ön kesirah. Vettakullah ellezi taseilune bihi vel arhamı innallah kene Aleykümü rabike. Tilka hududullah yuridullahu liyübeyyine leköm sünnenellezine min kabliköm veyehdiyeköm siratimmüstakimen sadakallahul Aliyul azim. Diye duasını okuduktan sonra, Şıh efendi tekrar Türkçe olarak şöyle devam etmekteydi?
Ya İlahi bu iki müvekkilin anlaşmaları, emrinle Hz. Muhammed s.a.v. ve Ehli Beyt sünnet ve şeriat olarak, ilahi anayasa imamız Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine inancımız hakkı ile bu nişan töreninin her iki tarafa hayırlı, uğurlu, mesut ve bahtiyar olmaları için, Habibin Muhammed el Mustafa ile Ehli Beyt’inin ve on iki imamların hürmetleriyle hayırlı ve uğurlu olması için Rizaan lillehil Fatiha.
(Bismillahirrahmanirrahim)
Elhamdu lillehi rabbil alemin, Arrahmanir rahimi, Meliki yevmiddin, iyyaka nabudu ve iyyaka nesta in, ihdines sıratel mustekim, siratellezine en amte aleyhim gayril mağdubi aleyhim veled dalin.” Diyerek fatihayıda okuduktan sonra, odada bulunan herkes ayağa kalkarak oğlan tarafı kız tarafıyla teker teker tokalaşıp öpüşüyorlar, birbirlerine hayırlı uğurlu olsun, Allah utandırmasın “diye temennide bulunuyorlardı.
Bu merasimin devamında, hazırda bulunan bir büyüğü tarafından geline söz yüzüğü, küpe ve koluna bilezik gibi takılar takıldıktan sonra, hem kız hem de oğlan orada bulunan başta babaları ve anneleri olmak üzere herkesin ellerini öpüyorlardı.
Çünkü bunlar örf ve adettendi.
Daha sonra ağız tatlılığı için tatlılar dağıtılarak kız isteme gibi ağır bir görevi tamamlamanın mutluluğu içinde başka konulara değinerek sözü sohbeti uzun uzadıya genişletmişlerdi .
Mesele kız isteme meselesi olunca vakit hayli uzamışta uzamıştı.
Vaktin uzamasının o kadar da pek önemi yoktu, çünkü bir tarafta Kamil efendi oğlunu nişanlamanın keyfini çıkarırken diğer tarafta da kız tarafı kızlarının nişanı olduğundan dolayı mutlulardı.
Öte tarafta evde bulunan tüm akrabalar bu güzel olaya şahit oldukları için mutlulardı.
Ama daha da önemlisi Nuray hanım ile Zeydan’ın mutluluğuna diyecek yoktu.
Onlar herkesten daha mutlulardı.
Kamil efendiyle birlikte gelen arkadaşları arada bir saatlerine bakıyorlar, vakitte hayli geçmiş “diye düşünüyorlardı.
Onların saatlerine baktıklarının ve zamanın nasıl da çarçabuk geçtiğinin farkına varan Kamil efendi, dünür olduğu yeni hısımlarına inşallah yakın bir zamanda tekrar gelir alınacak eşyaları ve düğün işini etraflıca konuşur, ne lazım geliyorsa onu yaparız.
Ancak vakit hayli geçti, gördüğüm kadarıyla arkadaşlarımda saatlerine bakıyorlar.
Onlarında yapacakları pek çok işleri var sanırım; bize müsaade ederseniz yolumuza revan olup gidelim.
Bu vesileyle tekrar hayırlı uğurlu olsun.
Yüce Rabbim utandırmasın “diyerek Şıh ile birlikte ayaklanınca, odada bulunan herkes ayaklanmış, ev sahibeside misafirlerini yolcu ediyordu. Nihayetinde her iki Arap – Nusayri aileler birbirleriyle helalleşip o günün mutluluğu içinde ayrılarak, Kamil efendi, Şıh efendi ve yanındakiler Seyhan mahallesine gitmek için hareket ederlerken, kız tarafı da misafirlerini yolcu eyleyerek evlerine girmişlerdi.
O gün ise orada yaşanmış olan o mutluluk hafıza belleklerine kazınarak yerini almıştı.
Ancak gecenin bir vaktinde mahalleye gelmişlerdi.
Zeydan arabadaki misafirleri ve daha da önemlisi Şıh efendiyi evlerine kadar götürdükten sonra, geri dönüp kendi evlerine geldiklerinde gece saat 01:00’ı gösteriyordu.
Herkes gibi Kamil efendi de yorulmuş, yorgun argın yatak odasına doğru giderken, hafta içinde tekrar kız evine giderek bu nişan işini ne zaman yapabiliriz?
Hep beraber ona göre uygun bir tarih belirler, İnşallah o tarihte nişan merasimimizi yaparız “diyerek odasına girmişti.
Zeydan’da yorulmuştu ama gönül verdiği kızla nişanlandığı için, oldukça mutlu olduğu gözlenirken, hiçte uykusu gelmiyordu.
Ancak herkes odasına çekilip lambalar söndüğü için, kendisi de mecburen yatmak zorunda kalmıştı.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra, Zeydan nişan merasiminin tarihini belirlemeleri için babasıyla annesini alıp kız evine götürmüş, kız tarafıyla oğlan tarafı birbirleriyle hal hatır sorup sual ettikten sonra, konu nişan merasiminin nerede yapılacağına ve tarihinin gününe gelmişti. Nihayetinde ortak bir yol bularak falanca tarihte kız evinde yapılmasına karar kılınmış, karar kılındıktan sonra hep birlikte çok şükür nişanın yapılacağı günüde belirledik “diye mutlanıyorlardı.
Adana yöresinde nişan aile arasında yapıldığı gibi düğün salonlarında da yapıldığı bilinir.
Nişanın yapıldığı gece, erkek tarafından münasip gördükleri bir kişiyi tayin ederek her iki aileye ve gelin ile oğlana mutluluklar dileyerek yüzüklerini takarken, orada hazırda bulunanlar ortalığı zılgıt sesleriyle inletiyorlardı.
Bazı yerlerde oğlan evi ancak imkan dahilinde kıza gerekli altın veya mücevherat taktıkları bilinmektedir.
Ancak, Adana köylerinde ise varlığı yerinde olan ailelerin yaptıkları nişan bir veya iki gün sürdüğü bilinmekle birlikte, genel olarak nişan davetiyesi okuntu ile yapılmaktaydı.
Okuntu ise genelde havlu, şeker, su bardağı, çorap, mendil gibi hediyeler gönderiliyor.
Okuntuyu alan kimselerde, usul gereği hediyesini nişan günü götürüp veriyorlar.
Ayriyeten başka köylerden nişana gelen davetlileri ağırlamak için koçlar ya da danalar kesilerek ziyafet sofraları hazırlandığı gibi, davullar vurulup zurnalar çalınırken, gençler sıra sıra dizilerek halay çekmeye başlarlar, hatta çeşitli eğlenceler düzenlenir.
Adana’ya bağlı olan İlçelerde, örneğin Yumurtalık, Bahçe, Kozan ve kısmen Karataş yörelerinde hediyeler kızın nişanlandığı gün getirildiği ve bu yörelerde yapılan bazı nişanlarda kırkımda atıldığı oluyor.
Hatta kız evinin hediyeleri çeyiz gitmeden önce verildiği de bilinmektedir.
Nihayetinde nişan günü belirlenmişti.
Ama yine hayli vakit geçmiş, gün nerdeyse akşam olmuştu ki, Güllü hanım Kamil efendinin gözlerine bakarak, herif vakitte hayli geçti anlamında işaretler yapıyordu.
Ee Kamil efendi mezbahanede nice insanlarla tanışa, tanışa, o insanların her birinden bir şeyler öğrene, öğrene insan sarrafı olmuştu.
Tabi ki Güllü hanımın işaretinden anlayacaktı?
Çünkü arif adamdı. “Arif’e tarif gerekmez ”derler.
Bu sözü boşa mı demişler yani?
Kamil efendi eşinin ne demek istediğini şıp diye anladığından, hemen harekete geçerek, artık bize müsaade verin de gidelim, yolcu yoluna gerek “diye dünürlerinden müsaade istiyordu.
Ancak Zeydan’ın aklında, fikrinde ne Seyhan mahallesi nede Çukobirlik vardı.
Varı da yoğu da o ev idi?
Çünkü o evin içinde gönül verdiği, canından çok sevdiği Nuray Öğretmen vardı.
Aradan bir zaman vakit geçmiş nişan tarihini belirledikleri günü kız evinde dillere destan olacak güzel bir nişan töreni yapmışlar, sanki de Karşıyaka / Seyhan mahallesi oraya akmışlardı.
Nihayetinde kazasız belasız bir nişan töreni bitmiş, sıra gelinin çeyiz işine gelmişti.
Nişan töreni yapıldığı sırada, Kamil efendi, Güllü hanım ve kızın annesiyle babası, dördü de bir araya gelerek çeyiz işini de konuşup ona da bir gün belirlemişlerdi.
Türk geleneklerine göre kız evladı daha büyümeden, annesi tarafından çeyizini dizmeye başlar.
Hal böyle olunca çeyizin önceden hazırlanması düğünde hayli kolaylık sağladığı bilinir ve aileye rahat bir nefes aldırır.
Çeyiz kesme, yani çeyiz alışverişi ise, her zaman düğüne yakın bir tarihte yapmaya çalışırlar.
Kız ve erkek evlerinin büyükleri alışverişe birlikte çıkarak, çarşıda ki mağazalardan elbise, gelinlik, çamaşır, ziynet ile eksik olan ev eşyalarını alırlar.
Çeyiz kesimine, yani alışverişine katılanlar için oğlan tarafı ayrıca hediyelik eşya aldıktan sonra, yine oğlan tarafı kız tarafını ve alışverişe katılanların hepsini alıp hep birlikte yemeğe giderler.
Çeyiz için alınan elbiselikler erkek evi tarafından terziye götürülerek hemen diktirirler.
Böylece çeyiz işleri de tamamlandıktan sonra, sıra düğün, dernek kurmaya gelmişti.
Kamil efendiyle Güllü hanım ve kızın annesiyle babası, çeyiz alışverişinden sonra lokantada yemek yerlerken, hemen orada düğünün tarihini de kararlaştırırlar.
Ve o günün geldiğinde tüm Türkiye’de örf ve adet olduğu gibi, Adana’nın da örf ve adetinde olan şey ise? Düğünlerinde yaptıkları ilk işleri bayrak direğinin ucuna bir elma geçirerek, Millî bütünlüğü temsil eden Türk bayrağını evlerinin en üst zirvesine asarlar.
Davul zurnanın eşliğinde halaylarını çekerek, kurbanlarını keserler, ayriyeten karakucak güreşleri, cirit oyunları, silâh atma gibi Türk geleneğini, göreneğini ve töresini aynen uygulamaya çalışırlar.
Köy yerlerinde genellikle düğünler perşembe günü başlayıp ta ki pazar gününe kadar devam eder ve Pazar günü düğün sona erer.
Adana’nın köylerinde davulun, zurnanın ilk sesi duyulduğu zaman hayat canlanır, renklenir.
Sanki köylülere can gelir, köy halkı kendilerini düğün sahibi gibi görerek dışarıdan gelenleri evlerinde misafir ederler ve böylece elbirliği ile düğüne ve düğün sahibine katkı sunmaya çalışırlar.
Adana'nın ovalık ve dağlık bölgelerinde ufak tefek düğün ayrılıklarına rastlansada, düğünlerle ilgili gelenek ve görenekler hep birbirine benzer. Çünkü Adana halkı çoğunlukla ayrı boya, ayrı obaya mensup olsalarda Türkmen, Göçerler ve Arap – Nusayri halklarının bir arada yaşayarak bu örf ve adeti sürdürmektedirler.
Zaman zaman çevre illerden veya yurt dışından gelip’de yerleşen göçmenler Çukurova'ya kendi gelenek ve göreneklerini getirmek isteseler de bunlar Adana’nın merkezini, İlçe ve köylerinin gelenek, görenek ve bütünlüğünü bozmaya yetmemiştir.
Ancak Nuray öğretmen ile Zeydan beyin düğünleri Adana Büyük Şehir Belediyesinin arka tarafında bulunan bir düğün salonunda gerçekleşiyordu.
Nihayetinde düğünde kırkım atma zamanı gelmişti. Kırkım atmak için bir ara düğüne ara verilerek gelin ile damat’ı alıp orta yere getirmişlerdi. Gelin ile damat orta yere geldikten hemen sonra, önce oğlanın babası, annesi, kardeşleri ve hısım akrabaları olmak üzere diğer yakınları kırkımlarını atmaya başlamışlardı.
Yani bilezikler gelinin koluna, altın setler boynuna, yarım altın, tüm altınlar döşüne, paralar boydan aşağıya doğru uzun uzadıya takılıp giderken, ee bu kırkımlar gelin hanıma takıldığı gibi, tabi ki damat beye de takılıyordu.
Damat tarafının kırkımından hemen sonra, Nuray gelinin babası annesi kardeşleri yakın hısım ve akrabaları da sırayla kırkımlarını takıyorlardı.
Gelin ve damat yakınlarından sonra, diğer konu komşular, eş dostlarda kırkımlarını takmak için sıraya girmişlerdi.
Bu kırkımlar takılırken, kırkımın başında yönetici vasfında olan bir kişi, kırkımı, yani hediyesini takan kişinin hediyesinin bilezikse-bilezik, beşibirlikse-beşibirlik, çeyrek altınsa-çeyrek altın ya da paraysa-kaç para olduğuyla birlikte, hem kişinin ismini söylüyor hem de darısı oğluyla kızının başına “diye bağırarak düğüne iştirak etmiş tüm insanlara duyuruyordu.
Kırkım işlemi bittikten sonra, toplanan kırkımlar düğün sahibine teslim edildikten sonra, düğün kaldığı yerden tekrar devam etmeye başlamış, gelinle damat sahnede dans ederlerken, düğüne katılan gelinler kızlar ve damadın arkadaşları da dans’a iştirak etmişlerdi.
Nihayetinde gecenin bir vaktinde düğün sağ salim sona ermiş, gelin ile damat gelin arabasına binerek gözlerden uzaklaşmışlardı.
Gelin ile damat, gelin arabasına binip gitmişler, oğlan ve kız taraftarı olan, dünürler birbirlerine hayırlı uğurlu olsun dileklerinde bulunduktan sonra, düğünde hazır bulunan diğer misafirlere de teşekkür ederek hep birlikte dağılıp gitmişlerdi.
Nihayetinde o kadar meşakkatli işlerden sonra sağ salim düğün işleri tamam olmuş, Nuray ve Zeydan Karalar çifti de düğün münasebetiyle yıllık izinlerini alarak balayına çıkmışlardı.
İzin sonrası tekrar Nuray Karalar Toros ilköğretim okuluna, Zeydan Karalar ‘da Çukobirlik işletmesine dönerek işbaşı yapmışlardı.
Nuray ve Zeydan Karalar’ın bu evliliklerinden pırıl pırıl iki oğlan birde dünya güzeli kızları dünyaya geldi.
İki oğullarıda Volkan ile Mert babalarının mesleğini seçerek mühendis oldular; Kızları Öge Kamer Karalar ise, ne annesinin nede babasının mesleğini seçmeyerek Tıp Doktoru oldu.
Öge Kamer Karalar Allah’ın emriyle Serdar Pekuz ile dünya evine girerek yuvalarını kurdular.
Zeydan her ne kadar mühendis olarak görev yapsa da, hatta 1977 yılında Demokratik Sol Yüksek Öğrenim Derneğini kurduğu gibi, yönetim kurulu başkanlığını yapsa da, aklındaki, fikrindeki, gönlündeki şey C.H.P.nin Adana İlçe ve İl yönetiminde görev alıp daha da ilerlemesiydi. İnşallah tez zaman da buralarda görev alacağım ve ondan sonra ki siyaset hayatımı daha da ileriye taşıyacağım “diye kafasında bu gibi düşünceleri, kurguları kuruyordu.
“Hayatta başarılı olmak için üç şey lazımdır? Dikkat, intizam ve çalışmak” denen bu Atasözüne önem vererek, çok zaman geçmeden kafasında kurduğu düşüncelerini hayata geçirmek için düğmeye basmış ve öncelikle eşi Nuray hanım olmak üzere, babası Kamil efendiyle annesi Güllü hanıma yapmak istediği aklındaki düşüncelerini bir bir açıklayarak onların desteğini almak istiyordu.
Ve onlardan gerekli desteği alınca ilk iş olarak C.H.P. de görev almak istiyordu. Ama kaderi o nu sanki de başka bir görevi yapmaya zorluyordu.
Kaderinde 1985 yılında Alman AEG ETİ Endüstri A.Ş’de Müşteri Hizmetleri Yöneticiliğine getirilen Zeydan Karalar bu görevini üstün başarıyla sürdürken 1991 yılında kaderi o nu tekrar Çukobirlik İplik Dokuma Fabrika Müdürlüğüne getirdi. Bir müddet bu görevini sürdüren Zeydan Karalar – bu görevini üstün başarıyla sürdürürken bu görevinin yanı sıra Teknik Genel Müdür Yardımcılığı görevinide tevdii ederler.
Bu ulvi görevini 1996 yılına kadar başarıyla sürdürürken, kaderi o na yine başka bir görevi nasip eylemiş, 1996 yılında Okan tekstili kuran Zeydan Karalar, Artık Okan Tekstil A.Ş’de Genel Müdürlük yapmaya başlar. Ayriyeten, Kazakistan’da Okan-Antriko Entegre Tekstil Fabrikasını da kurarak oranında Genel Müdürlüğü’nü yapmaya başlar. Hani bir atasözü var?
Yeter ki Allahuteala bir kuluna yürü ya kulum.” Desin. Allah’ın izniyle o kul hem dimdik ayakta durur ve hem de sağlıklı bir şekilde, başarıya doğru adım, adım yürür.
Allahutealada Zeydan Karalar’a “Yürü ya kulum” demiş.
O da emin adımlarla menzile doğru yürüyordu.
Zeydan Karalar 1996 yılından 2007 yılına kadar Okan Tekstil A.Ş’de Genel Müdürlüğü ve Kazakistan’da Okan-Antriko Entegre Tekstil Fabrikasının Genel Müdürlüğü’nü başarıyla sürdüredursun; 2005 yılında kendi şirketi A-TEKS Mühendislik’ini kurarak, yine bir başarıya imza atmıştı.
Zeydan Karalar çalışmaktan yılmıyor, gençliğinin de kendisine verdiği güç ve kuvvet ile 2008 yılında ise ikinci şirketi olan Başkent Pres’i kurarak başarıdan başarıya imza atmaktaydı. Şirketlerindeki yönetimini başarıyla sürdürürken siyasete de hiç ara vermiyor, bir ayağı da gönül verdiği ata dede partisi olan C.H.P. Partisindeydi. Bir zamanlar CHP İl Gençlik Kolları Saymanlığı ve Merkez İlçe Gençlik Kolları Başkanlığını yürüten Zeydan Karalar’ın yıldızı yükselmeye başlamıştı partide. Nihayetinde, Partisinde özveriyle çalışması nedeniyle kendisini bir adım daha ileriye götürerek, 2010’ yılının bir 7. Temmuz günü CHP Genel Merkezinden Adana İl Başkanlğı’na atandığı görevi kendisine tevdi edilmişti.
Artık Zeydan Karalar C.H.P.nin Adana’da bir numaralı kişisi olmuştu. Ancak Adana il başkanlığı C.H.P.nin genel merkezinden atama yoluyla olduğu için, kimsenin Ankara’dan atandı.”Diye sözkonusu etmemesi için, Bir referandum yapmak fikri vardı kafasında, çünkü bu kafasında bir soru işaretiydi?
Nihayetinde, referanduma gitmek için, bir referandum çalışmasını yürütmeye başlar ve kısa bir süre içinde, 23 Ocak 2011’tarihinde kongreye gider ve salonda bulunan halka içten bir seslenişle, şöyle sesleniyordu.
Sayın. C.H.P. Adana İlçe Başkanlarım, sayın. C.H.P. Adana Milletvekillerim ve protokolün diğer kıymetli üyeleri,
Vatan ve millet sevdalısı değerli emektaşlarım,
Saygıdeğer hanım efendiler, beyefendiler,
Basınımızın güzide temsilcileri,
Hepiniz bu güzel günümüze hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!
Kıymetli Parti ve yol arkadaşlarım.
Bu gün öyle afâki ve beyhude bir gün değildir.
Bu gün, ‘bir’ olmanın, diri olmanın günüdür! Bu gün, dün ‘bir’ olduğumuz gibi bundan sonra da ‘bir’ olacağımızı, vatan toprağının dört bir yanına ilan etmenin günüdür.
Bu gün, bu ses İsmet Paşanın, Cemal Gürsel’in, Kazım Karabekir’in, Gazi Mustafa Kemal’in samsundan seslenen ve Cennet mekan Bülent Ecevit’in, C.H.P. ye gönül vermiş ve hizmet etmiş milyonların çıkardığı mübarek bir sestir. Şahsi ihtiras ve menfaat peşinde koşanların değil, dün sahip çıktığı ve bugün de sahip çıkanların sesidir.
Bu ses, firavunlaşanların değil, bir kuru ekmekle bir bardak çaya şükreden vefalı yurttaşlarımızın sesidir.
Bu ses, Bölücü şer odaklarına kulaklarını tıkayıp ashab-ı keyf uykusuna yatanların değil, dimdik ayakta durup İ'lâ-yı Kelimetullah ve Rıza-yı İlâhi ye can verenlerin sesidir.
Bu ses, Davasını, ülkesini ve milletini tüm değerlerin üstünde tutup her türlü zorluğa göğüs geren Mustafa Kemallerin Sesidir.
Kıymetli yol arkadaşlarım. “diyerek, konuşma metnine devam edip gidiyordu.
Zeydan Karalar C.H.P. İl başkanlığı seçiminde öyle bir konuşma yapmıştı ki, salonda bulunan tüm seçmenleri o konuşmasıyla adeta büyülemiş, etkilemeyi başarmış ve referandumun sonunda C.H.P. İl başkan olarak seçilmişti.
Zeydan Karalar siyasi hayatının dışında, iş hayatında da başarıdan başarıya koşuyordu.
Parti içinde olsun, Parti dışında olsun, tüm insanlara sevgiyle, şefkatle yaklaşarak onların sevgisine layık olmaya çalışıyor ve bu özverili çalışmasından dolayı Parti dışında olsun, Parti içinde olsun sevilen sayılan kişi konumuna gelerek Zeydan Karalar ismini bir adım daha ileriye, bir çıta daha yukarıya taşımanın gayreti içindeydi ve başarıyordu. Sonuç itibariyle İl Kongresini kazanarak, kafasındaki soru işaretlerini gidererek bu ulvi görevi sürdürmeye başlar.
C.H.P. İl Başkanlığını başarıyla yürütürken Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu tarafından 2014 yılında yapılacak olan seçimlerde Adana / Seyhan Belediye Başkan adayı olarak Zeydan Karalar’ı ilan etmişti.
Çünkü tanrı “yürü ya kulum” demişti ve kendisine verilen bu görevler yaratan tanrının bir lütfuydu. Adana’da yıllardan beri C.H.P.nin elinde olmayan pek çok ilçelerin yanı sıra İl’in de içinde olması kaydıyla Belediye başkanlıklarını kazanmak istiyorlardı. Parti olarak ve Partiye gönül vermiş halk olarak canla başla çalışmaya başlamışlardı.
Zeydan Karalar’ın en güzel huylarından biriside, kendini halktan birisi olarak görmesiydi ve hep halk ile iç içe olmasıydı.
Hal böyle olunca halk ile dertleşerek onların sorunlarını dinleme imkanı yaratıyordu.
Bu da halkın hoşuna gidiyordu. Yani halk kendilerinin adam yerine konduğunun farkına varıyordu.
Zeydan Karalar’ın her zaman olduğu gibi, seçim çalışmalarında en büyük kazancı halk ile bütünleşmesiydi.
Kendisi bir taraftan seçim çalışmalarını yürütürken, diğer taraftan ise C.H.P. ye gönül vermiş halk da mahalle, mahalle, ev, ev dolaşarak hane bireylerinin gönüllerini fetih etmeye ve C.H.P. saflarında birleşmeye çalışıyorlardı.
Her hangi bir seçim propagandasında çoğu adaylar ne yazık ki halkın karşısında kendilerini rahat hissedemezler, hatta diken üzerinde duruyorlarmış gibi hissederler, bazen de saatin sarkacı gibi bir o yana bir bu yana sallanarak yerlerinde çakılıp kalırlar.
Ancak Seyhan Belediye Başkan adayı Zeydan Karalar, halkın huzuruna çıkıldığında etkili bir konuşma yapılmasının ne kadar çok öneminin olduğunun farkındaydı ve ona göre konuşmasıyla birlikte vücut dilini konuşturması için çok iyi hazırlanıyordu.
Bu hazırlanmanın kendisine oldukça faydalı olduğunu hatta seçim döneminde yapılan tüm mitinglerinde oldukça başarılı olduğu gözlenmekteydi. Hatta her konuşmasının ardından halk tarafından dakikalarca alkışlanıyordu. Halkın sevgisine mazhar olmaksa Zeydan Karalar açısından önemi büyüktü! Hatta başka parti adaylarına nazaran seçimi kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu.
Ve nihayetinde 2014 yılında yapılan seçimlerde Seyhan İlçesinde ezici çoğunlukla oy alan C.H.P. “Zeydan Karalar’ı Seyhan Belediye Başkanlığına taşımıştı. Bazı Atasözlerinden yola çıkacak olursak?
Ağzı olan konuşur, çuval değil ki ağzını büzesin, her yiğidin arkasından konuşurlar, meyve veren ağacı taşlarlar gibi pek çok sözleri söyleyenler olmuştu?
Ancak bariz bir şekilde gözle görülen bir şey daha vardı ki, o da ezici bir çoğunlukla oy alan Zeydan Karalar Seyhan İlçesi Belediye Başkanlığına seçilmişti.
Mazbatasını aldıktan sonra, Belediye başkanlığında halef selef olanlar bir araya gelerek devir teslim işlemlerinin ardından başkanlık koltuğuna oturmuş olan çiçeği burnunda başkanın sempatik yaklaşımıyla halkın beğenisini ve takdirini kazanıyordu.
Ancak bununla yetinmiyor göreve gelmesiyle birlikte başlattığı yatırım ve hizmet atağı gözle görülür hale gelmişti.
Seyhan Belediyesi tarihinde Başkan Zeydan Karalar’ın göreve geldiği 30 Mart 2014 seçimlerine kadar 25 yıllık süre içinde ancak 2 taziye evi yapılmıştı.
Ancak Başkan Zeydan Karalar göreve başladıktan sonra, 31’nci taziye evini Sucuzade Mahallesi’nde açmıştı.
Belediye Başkanı Zeydan Karalar bir açılışta şöyle konuşuyordu? Seyhan’da genel kanı şudur ki; Seyhan Belediyesi son 4,5 yılda 30 yılda yapılmayanın 3 katı 5 katı iş yaptı. Ben aday olurken muhtarlarla birlikte çalışacağımı söyledim.
Çünkü mahalleyi en iyi tanıyan muhtarlardı. Biz Seyhan Belediye Başkanı olduğumuzda Seyhan’da 2 taziye evi vardı. Ancak biz 31 adet taziye evi yaptık. Yapıyor diye hizmet yapmadık ciddi ciddi yatırım yaptık. Parklarıda söylemeyeceğim. 42 bin metre kare istimlâk ettik kent meydanı yapıyoruz. Kent meydanını yapmak her babayiğidin harcı değil. Kent Meydanını inşallah Ocak ayı gelmeden açacağız.
Hayal dahi edilemeyen projelerdi şimdi hepsi gerçek oldu” diye, hem yaptıklarını anlatırken hem de bir bakıma halka hesap veriyordu.
Biraz evvelde söylediğim gibi, bazı Atasözlerinden yola çıktığımızda, ağzı olan konuşuyor, çuval değil ki ağzını büzesin, her yiğidin arkasından konuşurlar, meyve veren ağacı taşlarlar gibi pek çok hakaretvari sözleri her ne kadar söylerlerse söylesinler, daha çiçeği burnunda olan Belediye Başkanı harı harıl çalışıyor, çaresizlerin çaresine çare olduğu gibi, haklıların yanında yer almasından dolayı, haksızlık ve zorbalık yapanların bazılarıda olur olmaz yerlerde bazı yersiz, mestnetsiz, asılsız sözleri istinat ederek incitmeye, yaralamaya, halkın gözünden düşürmeye çalışsalarda nafileydi.
Hatta Belediye Başkanının kanunun öngördüğü usul ve kaidelerine tam manasıyla riayet ederek çalışmasını bile gözardı etmişlerdi.
Oysaki bu özverili çalışmasından dolayı, halkın gönlünde taht kuran ve takdirini kazanan saygı değer bir Belediye Başkanı olduğunu kanıtlamıştı.
Zeydan Karalar ev ziyaretlerinide hiç ihmal etmiyor, Seyhan İlçesinde ev ev gezerek halk ile buluşuyordu.
Günün birinde Şair Yusuf Aslan’ın fakirhanesinide kıymetli eşi Nuray hanım ile birlikte ziyaret eden Zeydan Karalar fakirhaneye gelen mahalle halkıyla derin bir sohbete girmişti.
Bir ara Şair Yusuf Aslan, Zeydan başkanın kulağına eğilerek, başkanım gelecek seçimde İnşallah Büyük Şehir Belediye Başkanlığına aday olur, Adana’nın Başkanıda olursun.’ Dediğinde, Zeydan Başkan da Şaire, Seyhan İlçemiz Nüfus ve coğrafi bakımından çok Vilayetlerden büyük bir İlçemiz, bu güzel İlçemizin ve milletimizin başkanlığını yaparken, birde Büyük Şehir Belediye Başkanlığını icat etmeyin.’ Diye karşılık veriyordu. Ama bazen Şair Yusuf Aslan’ın attığı taşı 12’de vurduğu oluyordu. Bellimolur günün birinde büyük şehir belediye başkanı olur mu olur Zeydan Karalar.”diyordu.
Zeydan Karalar başarıyla görevini sürürken 25. Ağustos 2016 tarihinde Tv lerin flaş haberlerinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 'nun konvoyuna Artvin'in Şavşat ilçesinden Ardanuç ilçesine gittiği sırada Yanıklı köyü yakınlarında teröristler tarafından saldırı düzenlenmiştir. Edinilen bilgiye göre, Kemal Kılıçdaroğlu'nun sağlık durumunun iyi olduğu bildirilirken, İçişleri Bakanı Efkan Ala, terör örgütü PKK'nın düzenlediği saldırıda 1. jandarma er şehit oldu, 2 asker de yaralandı.”Diye acı haberi duyurmuştu.
Bu acı haberi duyan yurttaşlar, yine vatan evlatlarının acısı ocaklara - yüreklere düştü .”diye feryat ediyorlardı.
CHP liderinin korumaları ile saldırganlar arasında çatışma çıkarken, güvenlik güçleri tarafından Kılıçdaroğlu güvenli bir bölgede koruma altına alınmıştı.
Oysa ki Kılıçdaroğlu Ardavuç Belediye Binası'nın açılışına katılmak için bölgeye gidiyordu. Öte taraftan, teröristlerin ateş açtığı bölgede geniş güvenlik önlemleri alınmaya başlamıştı.
İlerleyen saatlerde İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın tekrar yaptığı açıklamada ise, "Konvoyun korumasını savunmak üzere görevlendirilmiş jandarma aracına terörist unsurlarca ateş açılmıştır.
Bu ateş sonucu aracı kullanan jandarma er başından ağır yaralanmıştır. İki astsubay da hafif yaralanmıştır.
Kendisiyle telefonda görüştüm Sayın Kılıçdaroğlu ile kendisinin durumu gayet iyi.
Büyük üzüntü duyduğumu ifade ettim, o da metanetle karşıladı.
Biz bu seyahatin en güvenli şekilde geçmesi için orada kritik bazı unsurlar var. Orada tedbirler alınmıştır.
Şimdi kendisini daha güvenli araçlarla istediği yere götüreceğiz.
Emniyet Müdürümüz de konvoydaydı. Gerekli tedbirler alınıyor, alındı" diyor ve ekleyerek, Ala şunları söylüyordu?
"Bölücü terör örgütü Karadeniz'e açılma niyetleriyle faaliyetlerde bulunmaktadır.
Ordu'da geçenlerde bir terörist silahlarıyla ele geçirildi. Bu konuda da bu işi gerçekleştirilen alçaklarda o bölgede yakalanıp gereği yapılacaktır.
CHP tabanına, yönetimine, milletimize geçmiş olsun diliyorum.
Sayın Genel Başkana da bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle teşekkür ediyorum.
Türkiye'nin gündeminden terörü çıkarmak için yoğun bir çaba içindeyiz."diyerek sözlerine son veriyordu Sayın. İçişleri Bakanı Efkan Ala.
Bu olayı harkes gibi, tv’lerden öğrenen Şair Yusuf Aslan,
KILIÇDAROĞLU'NA EFENDİM
Dünyada her türlü sözü dediler
Kemal Kılıçdaroğlu'na efendim
Elden önce şu bizdeki şakiler
Kemal Kılıçdaroğlu'na efendim
Kimi arının gözüne çöp sokar
Kimi tutar kendi kendini yakar
İtin biri gitmiş mavuzer sıkar
Kemal Kılıçdaroğlu'na efendim
Yedi ceddi gelse onu yorur mu
Bir it ürümeyle kervan durur mu
İnsan olan varıp çirtik vurur mu
Kemal Kılıçdaroğlu'na efendim
Dilerim son bulur bu zalim terör
Dağda belde kalmak olur mu onur
O zalimler bilmem niye aşerir
Kemal Kılıçdaroğlu'na efendim
Dilerim ağlayan o gözler gülsün
Yurduma kalıcı insanlık gelsin
Kul Yusuf der benden çok selam olsun
Kemal Kılıçdaroğlu'na efendim.
Kılıçdaroğlu için şu şiiri kaleme almış ve sayfasında yayınlayarak terörist unsurlarını hem kınıyor ve hem de lanetleyerek barışın, sevginin ve adaletin yanında olduğunu ima ediyordu.
Öte taraftan, provokatör ve riyakar insanlar sahneye çıkarak Kılıçdaroğlu’nu karalama kampanyasına başlamışlar, ellerinden gelse bir kaşık suda boğacaklardı.
Ancak Kılıçdaroğlu bu gibi provokatörlere, riyakarlara, şeytani emeller peşinde olanlara pabuç bırakacak bir insan değildi.
Çünkü o Atatürk’ün kurduğu ve ülkeye hizmet eden yüce bir partinin, C.H.P. nin genel başkanıydı.
O nun bilgi ve birikimi, deneyimi oldukça yüksekti.
Ve nitekim füzuli yere çenelerini yoranların bir kere daha çeneleri yorulmuş, hüsrana uğramışlardı.
24. Haziran2018 günü yapılacak olan Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı.
Cumhurbaşkanı adayı olarak aşağıda sıralayacağım pek çok kişilerin ismi geçmektedir.
Bu benim tamamen kişisel görüşümdür, yanılıyor da olabilirim ama baskın seçime bu kadar az bir süre kala C.H.P.'nin atacağı en uygun adım şöyle olmalıydı.”Diye düşünüyorum.
Basında, sağda solda C.H.P. adayı olarak İlhan Kesici, Haluk Koç, Yılmaz Büyükerşen'in adı geçiyor.
Ama düşünüyorum da bu isimleri halk ne kadar tanıyor?
Bu isimler kişilik olarak çok düzgün insanlar olabilir
(öyle olduklarını da düşünüyorum) ama amaç seçim kazanmaksa, seçime bu kadar kısa bir süre kala halk nezdinde en popüler, en tanınmış adayla seçime gidilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim.
İlhan Kesici, 1994'te yani bundan tam 24 sene önce İstanbul belediye başkanı adayı oldu. Onda da kazanamadı.
Başka da bir popülerliği yok halk nezdinde.
Haluk Koç ise çok düzgün bir insan görüntüsü veriyor ama kitleleri arkasına alıp yürüyecek biri olduğunu sahiden düşünen var mı?
Yılmaz Büyükerşen, Eskişehir'de efsane bir başkanlık yapıyor ama Eskişehir'in dışında ne kadar popüler?
Ne kadar biliniyor. 80 yaşına gelmiş bir insan nasıl dinamizmle oy toplayabilir?
Muharrem İnce'ye bakıyorum, en son ki kurultayda efsane bir konuşma yaptı.
Milleti tam can evinden vurmayı başaran konuşmalar yapıyordu. Arada bi facebook'ta falan denk geliyorum.
Millet adamın konuşmalarını paylaşıyor.
Yani halk nezdinde en tanınan C.H.P.'liydi.
Bu sadece benim kişisel görüşüdür, C.H.P. Eğer seçimde bir şansı olsun istiyorsa hiç vakit kaybetmeden yarın Muharrem İnce'yi aday göstermeli ve İnce de çalışmalara bir an önce başlamalıdır.”diye düşünüyorum.
Muharrem İnce yukarıda yazıldığı gibi olması gereken değil, Aday olabilecek tek adam olduğunu kanıtladığı için, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve Partisince Cumhurbaşkanı adayı gösterilmiş,
Muharrem İnce’de son hızla seçim çalışmalarına başlamıştı. Muharrem İnce’nin en inandırıcı sözlerinden biride seçim günü akşam 50.000. Avukat ile birlikte YSK’ın önünde olacağım ve bu milletin oylarına sahip çıkacağım.”diyordu.
Sonuç itibariyle seçim günü gelip çatmış, Türkiye Pazar günü 13'üncü cumhurbaşkanı ve 27'nci dönem milletvekillerini seçmek için sandık başına gidiyordu.
Akşam saat 17’de sona eren seçim sayımına başlanmıştı. İlerleyen saatte Anadolu Ajansı'na göre sandıkların yüzde 99'undan fazlası açılmış, seçimlerin resmi olmayan sonuçlarına göre Recep Tayyip Erdoğan oyların yüzde 52,5'ini alarak yeniden cumhurbaşkanı seçildiğini duyururken, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'ın rakibi olan C.H.P.'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce oyların yüzde 30,6'sını aldığını duyuruyordu. Hal böle olunca C.H.P.’ye oy verenlerin gözleri Muharrem İnce’deydi.
Hani 50.000, Avukat ile birlikte YSK’nın önünde olacağını söyleyerek halka söz vermişti?
Halka söz vermişti ama Muharrem İnce’nin yerinde yeller esiyordu.
YSK’nın önünde ve etrafında Ankara Belediyesinin çöp kamyonların başka bir şey yoktu.
Canı sağolasıca Muharrem İnce tam 3. Gün ortadan kayboldu. Adeta yer yarılmışta yerin içine girmişti.
Halkı hüsrana uğrattığı gibi, basın mensuplarının bazı sorularını yanıtlayan İnce, C.H.P.’ Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve eşlerimizle birlikte gerçekleşen yemek sohbetimizde aramızda geçen konuşmalarımız aynen şöyleydi?
Seçim sonuçlarının değerlendirdiğimiz gibi, Kılıçdaroğlu'ndan Genel Başkanlıktan çekilmesini ve kendisinin Onursal Genel Başkan olarak devam etmesini teklif ettim.
Yani kendisi isterse olağanüstü kurultayı toplayarak, benim genel başkan, kendisinin onursal genel başkan olabileceğini, her ikimizin bir ağabey-kardeş ilişkisi içinde kendisi grup başkanı ve ya onursal genel başkan olarak bu çalışmaları yürütebileceği teklifinde bulundum. Kendisi 'evet' ya da 'hayır' gibi bir şey demedi.
Ben bu teklifi yaptım. Bunu kendisinin değerlendireceğini düşünüyorum, gerisine bakacağız."Diyerek sözlerine şöyle devam ediyordu?
CHP Genel Merkezi'nin yaptığı yanlışlıklar Ağrı Dağı'nı aştı. Ben bunları bildiğim halde hiç konuşmuyorum.’Diyerek parti merkeziyle karşı karşıya gelmişti.
Ancak daha ötesi de var ki;
Hani Muharrem İnce 50.000. Avukata cübbenizi yanınızdan eksik etmeyin, her an sizleri YSK’nın önüne çağırabilirim.
50.000.’ Avukat ile YSK’nın önünde nöbet tutacağım.’Diyerek millete güvence veren İnce’nin seçimden sonra, üç gün ortadan kaybolmasının ardından, millet hüsrana uğramış, gönüllerde bir kırgınlık oluşmuş, hatta Muharrem İnce’nin ortadan kaybolmasına sinirlenen C.H.P.’li Yurttaşların bazıları atasının, dedesinin de Partisi olan kendi Partilerinden istifa etmişlerdi.
Bir yazar ve şair gözüyle halkın nabzını tutarak edindiğim bazı izlenimlerde aynen şöyleydi?
C.H.P. saflarında gece dememiş, gündüz dememiş maraba gibi çalışmış, hatta oy vermiş olan yurttaşların bazılarının bazı çekinceleri vardı.
Bu çekincelerinide şöyle sıralıyorlardı.
1992. Yılında Sivas’ta Madımak oteli yezitler tarafından yakılarak, otelin içinde bulunan yazarlar, ozanlar, aşıklar, şairlerden 37. Canımız yanarak hayatlarından olmuşlardı.
Ayriyeten elleri kalem tutan kalemşör, yazarlarımız ve Profesörlerimiz terörist unsurlarca katledilmişlerdir.
Dahası halkın ağzından çıkan sözleri ise aynen şöyleydi?
Şehitlerimize Allah’tan rahmet ve mekanlarının cennet olmasını dileriz.
Ancak, Parti tarafından şehitlerimizin yakınlarından her hangi birilerine, siz şehit yakınısınız.’diye tepsinin içinde milletvekilliğini sunmak?
Yine, onun ötesinde bir sendika başkanının ayaklarına silah sıkılması suretiyle, sana suikast düzenlendi artık senin yerin millet meclisi, seni milletvekili yapalım.’Diyerek tepsinin içinde milletvekilliğini sunmak?
Daha da ötesi sanatçılardan türkü söyleyenlerin bazılarına, oy getirir düşüncesiyle milletvekilliğini tepside sunmak ne kadar etik, ne kadar doğrudur?
C.H.P. acaba acıtasyon partisi mi oldu. ‘diye üzülmekteler! Halk şöyle devam ediyordu?
Sanatçı gitsin türküsünü söylesin.
Sendikacı gitsin sendika işleriyle uğraşsın. Şehit yakınları acılarını içlerine bastırarak, katillerin ceza almaları için mahkeme günlerini takip etsinler.
C.H.P.de kendisini iktidara getirecek siyaset adamlarını yetiştirerek milletvekili saflarına katmaları daha doğru olmaz mı? yukarıda sayılan olaylar vukuu bulmadan önce o şahıslar milletvekili olsalardı tamamdı ve kimseninde diyecek bir sözü olmazdı. “diye kafalarının içindeki akıllarını, fikirlerini, düşüncelerini ortaya koydukları gibi, C.H.P.’de etkin politika yapacak siyaset adamlarının olmayışından dolayı iktidar olamıyorlar’ diyenlerin haddi hesabı toktu!!!
Bu da Genel Başkan Sayın. Kemal Kılıçdaroğlu’nun acıma duygusunun yüksek olmasından dolayı ortaya çıkan bir zaaftır?
Öte taraftan Kılıçdaroğlu’na kaçkere milletvekilliği ve belediye başkanlığı seçimini kaybettin, bundan sonra da kaybedeceksin.’ Diye, Üzerine çok gidilse de, parti kurmaylarıyla harıl harıl çalışarak seçimlerde hangi yöntemleri, hangi politikayı uygulayarak seçimi kazanırız’ diye, fikirler üreterek çalışmalarına hız vermişlerdi. Nitekim İlçelerde başarılı olan belediye başkanları vardı aklında?
Kılıçdaroğlu bir söyleşide, Ankara, İstanbul, Adana, Mersin bizim için önemli. Buralarda adayların çalışmaya erken başlaması gerekiyor.
İstanbul’da Ekrem İmamoğlu, doğrudan doğruya ilçe başkanlığından süzülüp gelen bir adayımız.
Yerel yönetimlerdeki başarısıyla belki geniş kitleler için sürpriz oldu ama benim için sürpriz olmadı.
Kendisini başarılı buluyorum.
Beylikdüzü’nde güzel çalışmalar yaptı.
İzlediğimiz çizgiye de uygun düşüyordu.
Hep böyle İlçe belediyelerinde performans gösterenleri ana kent belediyesine taşımak gibi politika izledik.
Adana’da Zeydan Karalar da öyle oldu.
Bursa da öyle olacak. Arkasında başarı hikayesi olan belediye başkanlarının seçilmesi daha güzel oluyor.
Şu anda yerel yönetimlerden ve örgütlerden sorumlu arkadaşlarımız iş başında ve çalışıyorlar.’diyerek yerel yönetimlerde başarılı olma umudunu taşıdığını ifade ediyordu. Kılıçdaroğlu İl İl dolaşarak seçim propagandasını hızla sürdürüyor ve bu İllerin içinde Adana İlide vardı.
Adana’ya geldiğinde Şakirpaşa Cem Evi ve Derneği yöneticileriyle buluşan Kılıçdaoğlu, sıcak ve verimli bir sohbetin ardından başka bir seçim bölgesine gitmek için yöneticiler uğurlarken Şair Yusuf Aslan Kılıçdaroğlu için bir şiirini şöyle dile getiriyordu.
YILLAR SONRA NASİP OLDU TANIŞTIK
Yirmi birinci yüz yılın başında
Adam gibi bir adamla buluştuk
Ne hayalde gördüm nede düşümde
Yıllar sonra nasip oldu tanıştık
Mevlanın yoluna yaşlar dökerdik
Dua eder boynumuzu bükerdik
Yıllar yılı özlemini çekerdik
Sabır sebat edip ona kavuştuk
Hakkın deryasına şu gibi akıp
Ordan yüreğine bişeyler katıp
Sinede var olan benliği atıp
Mevlanın suyuna girip karıştık
Gece gündüz yaratanı anarak
Aşk oduna düşüp nara yanarak
Hakkın düsturuna bağlı kalarak
Bin bilirsek bir bilene danıştık
Soyu Muhammed'in soyundan gelir
Darda olanların carına erir
Mevladan dileyen ecrini alır
Kul Yusuf’u ecir ile sayıştık.
Genel Merkezin aldığı bir kararla Kılıçdaroğlu bazı vilayetlerin belediye başkanlarını açıklarken Adana büyük şehir belediye başkan adayınıda Zeydan Karalar olarak açıklamıştı.
Bu haberi duyan Adana’lı yurttaşların sevincine diyecek yoktu. Sanki de Adana’da bayram havası esiyor, sokakta, caddede gezip dolaşan halkın ağzındaki tek söz” bu sefer kazanacağız İnşallah” diyorlardı.
Seyhan Belediye Başkanı ve C.H.P. Adana Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olan Zeydan Karalar, Akkapı Mahallesi'nde yapımı tamamlanan semt pazarının açılış konuşmasında “Ben içinizden çıktım, Halkına tepeden bakan başkan asla olmadım, yine içinizdeyim ve içinizden biriyim.”diyordu.
Akkapı Semt Pazarı, Adana'nın güney mahallelerinden dört mahalleye hizmet verecek Akkapı Semt Pazarının açılış töreninde verilen mini konserde alanı dolduranlar hep birlikte dostluk ve kardeşlik halayı çekerek hem pazarın açılışını hem de Zeydan Karalar’ın Büyük Şehir Belediye Başkanı oluşunu kutluyorlardı.
Törene eşi Nuray Karalar ile katılan Başkan Zeydan Karalar, Görüyorum ki sizin bu sevginiz bizi Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na taşıyacak, Bir belediye başkanı kendini kentine adamalı ve halkına asla tepeden bakmamalı.
İşte bu Zeydan kardeşiniz de öyle yapıyor. Seyhan'a büyük hizmetler vererek mutlu olduğum gibi, Sizin içinizden çıkan ve yine sizinle beraber olan kardeşinizim.
Sadece benim sizlerden bir ricam ve Sizlere tavsiyem var? Halkına tepeden bakan kimseyi başkan seçmeyin.
Sizlerin bu sevgisi karşısında şunu iddia ediyorum, kendisine gösterilen sevgiyi gören Zeydan başkan hiç kimseye nasip olmayacak oy oranıyla sizlerin sayesinde seçimi kazanacağız" diyerek mutluluğunu dile getiriyordu.
Nihayetinde tüm Türkiye’de 31. Mart 2019 tarihinde bir Pazar günü yerel seçimlerin başlamasıyla yurttaşlar akın akın sandığa giderek oylarını kullanıyorlardı.
Akşam saat 17’de Oy kullanma sona erdikten bir müddet sonra İYİ Parti ve CHP Büyükşehir Belediye Başkan adayı Zeydan Karalar, önde götürdüğü Adana Büyükşehir Belediye Başkanlığına dair yaptığı açıklamada şunları söylüyordu?
Seçimden sonra asla konvoy yapmayacağız.
Size önceden haber vereceğim saatte bir konuşma yağacağım.
Parti bayrağı getirmemenizi rica ediyorum.
Sandık görevlilerimizde rehavete kapılmayıp, kendilerine mesaj attığımız adımları takip etmeye devam etmelerini rica ediyorum. Hepimize teşekkür ediyorum.”diyerek Partili yurttaşlara bilgi veriyordu.
Nitekim, seçim sayımı sona ermiş ve Zeydan Karalar ezici bir çoğunlukla Büyük Şehir Belediye Başkanı seçilmiş, dediği o saatte Büyük Şehir Belediyesi önünde tüm Adanalılara, Partisine ve kendisine göstermiş oldukları destekten dolayı teşekkür ediyordu.
O günü Büyükşehir Belediye Başkanlığı makam odasının bulunduğu bina aynı saatlerde tarihi günlerinden birini daha yaşıyordu.
Zeydan başkanı tebrik etmek isteyen Adanalılar, belediye binasına ve Atatürk Caddesi'ne adeta akın etmişlerdi.
Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar konuşmasını kısa kesmişti ama belediye binasını dolduran vatandaşlar bir yandan izdihama neden olurken, diğer yandan da Zeydan’a güvenlerini ve sevgilerini dile getiriyorlardı.
Hatta aynı günü, gece yarısına kadar tebrikleri kabul ederek vatandaşların sevgisine ve heyecanına aynı duygular içinde karşılık veriyor, hatta kendisiyle birlikte fotoğraf çektirmek isteyen her vatandaşla resim çekilerek Başkanlık kutlamalarının heyecanını birlikte yaşamanın mutluluğu içindelerdi.
Zeydan Karalar spora da çok önem veriyordu. Bir konuşmasında şöyle diyordu?
Spor yapan bir kişinin öncelikle vücudunun düzgün çalışmasını sağladığı gibi, kanının sağlıklı dolaşımını ve vücudunun dinç kalmasını da sağlar.
Daha hızlı bir metabolizma için spor yapılması şart olduğu gibi, Hızlı bir metabolizmaya sahip olmak ise yağ akımının hızlanması demektir.
Bunun en aktif olduğu vakit ise sabah uyandıktan sonraki vakittir.
Yani kahvaltı edilmeden bir saat önce spor yapılması en uygun zamandır.
Önemli olan zevkinize göre, sizi eğlendirebilen bir spor türü seçerek hoşça ve sağlıklı bir vakit geçirmenizdir.
Örneğin bazı insanlar yürüyüş yapmayı sever, bazı insanlar ise yüzmeyi, Hatta kendine uygun bir spor dalını bulan kişi rahatlıkla spora alışacaktır.
Bu sayede hem mutlu olacak hem de vücudunu sağlıkla buluşturacaktır.
Kilo vermek ya da sağlıklı yaşamak için spor yapılabilir.
Ancak kilo vermek için spor yapan kişiler sağlıklı yaşamak için, normal spor yapanlara göre biraz daha ağır bir spor yapmak durumundadır.”diyor ve Spor vücudumuzun yorgunluğunu aldığı gibi bizleri dinç kılar.
Mutluluk ile ilgili hormonların salgılanmasını sağlar ve kişi kendini daha mutlu hisseder.
Sağlıklı bir dolaşım ve sağlıklı bir vücuda sahip olmasını sağlar.
Kişiyi daha hareketli yapar ve hantallığını engeller.
Hatta aşırı kilo artışını engeller.
Vücuttaki yağların yakılmasını sağlayarak kilo kaybını sağlar.
Spor yapan her vatandaş bu sayede sağlık bulur, sıhhat bulur.”diyerek Şakirpaşa spor kompleksinden şöyle örnekler veriyordu?
Şakirpaşa spor kompleksi
Açılışı Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan Seyhan Belediyesi Şakirpaşa Spor Kompleksi önemli bir etkinliğe sahne olmuştur.
Yani Basketbol Kız ve Erkek Milli Takımı seçmeleri Şakirpaşa Spor Kompleksi’nde yapılmıştır.
2013 doğumlu çocukların seçildiği seçmeler 25-26 Mart tarihleri arasında gerçekleşti.
Seçilen sporcular 2019-2020 yıllarında Yıldız Milli Takım düzeyinde ülkemizi temsil edecekler.
“Güneşin girdiği eve doktor girmez.”derler ya! Spor da aynı buna benzer bir şey - Spor yapanın vücudu sağlıklı olur.”Diyerek hazır da bulunan seyircilere sporun faydalarını anlatıyordu.
Başkan Zeydan Karalar sözlerini Türk güreşine getirmişti.
Adana'da yaşatmak ve yüceltmekten büyük mutluluk duyduğunu, Adana’mız her alanda olduğu gibi sporda da isminden bahsettirmeli, hatta sporun her dalında varlığını hissettirmelidir. ”Deyip buna örnekler vererek, İran'ın yenilmez güreşçisini yenen, Türk'ün gücünü Dünya'ya gösteren mutlaka yeni İsmet Atlılar yetişmelidir."Diyordu ve bu açıklamasının ardından,
Başkan Zeydan Karalar Ülkemizde bir darbe kalkışması ve artan terör olaylarıyla Türkiye’nin sıkıntılı bir süreçten geçtiğini belirterek, sanırım spordan biraz uzak kalsak da Türk Milleti’nin dayanışmasını ve birlikteliğini yansıttığını vurguladı.
Başkan Zeydan Karalar ata sporlarımıza sahip çıkarak, yenidünya ve olimpiyat şampiyonlarının yetişmesi için çaba göstermeliyiz.”diyerek sözlerinin sonunu şöyle bağlıyordu. Spora büyük ölçüde ilgi göstermelisiniz ve bizleri yalnız bırakmamalısınız, yalnız bırakmayacağınızdan emin olduğumu söyleyerek sizleri sevgiyle, muhabbetle kucaklıyor, saygılar sunuyorum.
İyi ki varsınız.”diyerek sözlerine son vermişti.
Zeydan Karalar’ın hem Seyhan Belediye Başkanlığında hem de Adana Büyük Şehir Belediye Başkanlığına seçildikten sonra, Adana’da yaşayan alevi canlara hizmet götürmesi amacıyla, alevi canlar ile belediye arasında bir köprü kurulmasının faydalı olacağı kanaatine varır.
Bu köprü olma vazifesini belediye başkan yardımcılarından Kadir Özdemir beyefendiye tevdii ederek diyalog kurmasını ister.
Kadir beyin programlı çalışması sonucunda alevi dernekleri ve cem evleri kurumları adına arz ve isteklerini iletmek adına bir araya gelerek derneklerin arz ve isteklerine çareler üretip katkı sunduğu bariz bir şekilde görülmekte ve bilinmektedir.
Bu durum hem alevi canlar arasında hem de belediye arasında mutluluğa vesile oluyordu.
Örneğin, Şakirpaşa cem evi yönetimi bir Cem Evi binasına kavuşması için bir dilekçeyle müracat etmişti;
Müracatın sonunda Seyhan Belediye Başkanlığı tarafından Şakirpaşa semtinde 1300. Metrekare bir arsayı satın aldıktan sonra, yaklaşık 500. Metrekaresine üç katlı Kültür ve Cem Evini inşa ederek Adanalıya ve Şakirpaşa halkına büyük hizmetler sunmuş ve en az 5000. Kişinin katılımıyla coşkulu bir şekilde Kültür ve Cem Evi’nin açılışını gerçekleştirmişti.
Adana Büyük Şehir Belediye Başkanlığına seçilen Zeydan Karalar Seyhan Belediye Başkanlığı zamanında her sene Hacıbektaş törenleri zamanında oraya giderek Hacıbektaş-i Veli’yi ziyaret eder daha sonra tören ve ziyaret amaçlı giden Adanalı hemşehrilerinin kaldıkları / konakladıkları yerlere giderek ziyaret etmesi halk tarafından oldukça takdire şayan oluyordu.
Zeydan Karalar halka hitaben bir konuşmasında Hacıbektaş-i Veli’yi anma törenlerine her yıl olduğu gibi bu yıl da Adana’dan binlerce Alevi vatandaşın geldiğini belirtip “Ülkemizi Hacıbektaş-i Veli ruhu sarsın ”temennisinde bulunduğu ve Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş’a, Hacı Bayram’dan Yunus Emre’ye kadar yüce şahsiyetlerin Anadolu’yu fethettiğini dile getirirken “Ahlaklarıyla, düşünceleriyle ve bize bıraktıkları miraslarıyla toplumumuzun yolunu aydınlatan büyük şahsiyetlerin bu topraklar üzerindeki hakkı kesinlikle tartışılmaz.
Onların bizlere bıraktığı mirasa sahip çıkmalıyız. ‘Bir olalım, iri olalım, diri olalım’ düsturu, bugün ülkemizin içinde bulunduğu şartlarda en fazla ihtiyaç duyduğumuz yol gösterici anlayıştır” diye konuşmasına devam eden Zeydan Karalar - Alevi vatandaşlarımızın Anadolu coğrafyasında Cumhuriyetin teminatı olduklarını vurgularken, şöyle devam ediyordu? “Alevi kardeşlerimiz laik düzene sadakatle bağlı kalmışlardır.
Milli Mücadele’nin örgütlenmesinde de Alevi hemşehrilerimiz Adana’da önemli rol oynamış ve Atatürk’e büyük ölçüde destek vermişlerdir.
Milletimiz, birlik ve beraberlik içerisinde bu mücadeleden zaferle çıkmıştır.
Alevi vatandaşlarımız Cumhuriyet’e ve onun mimarı Ulu Önder Atatürk’e de sahip çıkma noktasında büyük duyarlılık içindedir” diyerek birlik beraberlik mesajları veriyordu.
Aynı günü Kemal Kılıçdaroğlu’da Hacıbektaş-i Veli türbesini ziyaret ettikten sonra zemzem suyunun oradaki salonda halka hitaben konuşmasında birlik ve beraberlik mesajları veriyordu.
Yine o günü akşam Şakirpaşa Cem Evinin Cem ibadetine pek çok vatandaşların katılımı gözlerden kaçmamıştı.
Cem ibadetinde Allah c.c. Hz. Muhammed s.a.v. ve Hz. Ali r.a’ın nurlarını temsil eden üç tane mum yakılır ve Nur Suresi. 35 ve 36. ( bu kandil ) birtakım evlerdedir ki Allah ( o evlerin ) yücelmesine ve içlerinde isminin okunmasına izin vermiştir.
Orada sabah akşam O’nu tesbih ederler.
Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.
Ayetlerin buyurduğu gibi, Şakirpaşa Cem evinin Cem ibadetine katılanlar Allahuteala’nın emirlerini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyorlardı.
Cem esnasında semah dönen Şakirpaşa Cem Evi semah ekibi ertesi günü Hacıbektaş Belediyesinin bilgisi dahilinde Zemzem suyunun oradaki Kılıçdaroğlu’nun konuşma yaptığı salonda semah dönerek halkın beğenisine mazhar olmuşlardır.
Öte taraftan Yusuf Aslan şiirlerini Facebook sayfasında yayınlıyordu.
Ancak yurt içinden ve yurt dışından çokça olumlu tepkiler aldığı gibi, bazen de birkaç tane de olumsuz tepkiler yapıldığı oluyordu.
Ancak bu olumsuz tepkilerle vurmaya çalışanların ellerinden hiçbir iş gelmeyenler, hatta mangal’da kül bırakmayan cinsinden oldukları tepkilerinden belli oluyordu.
Bu provokatörler Aleviliği yaşamadıkları gibi, Kur’an-ı Kerim’den uzak durdukları aşikardı.
Yapılan bu güzel işlere çomak sokmak için, açarlar ağızlarını yumarlar gözlerini?
Esas itibariyle bu olumsuz tepkileri yapanlar parmakla sayılacak kadar azdı.
Örneğin Almanya’da yaşayan bir provokatörün pervasızca yaptığı yorumuna karşı, “Yusuf Aslan” cevap hakkını şu şekilde kullanıyordu?
ALİSİZ ALEVİLER?
Önce "Aleviliği İslam'dan uzaklaştırmaya çalıştılar.
Yani, Paradan başka bir dine, paradan başka bir Allah'a, Paradan başka bir Kitaba, Paradan başka bir Peygamber'e inanmayan adamlar harekete geçtiler.
Daha sonra gayret ve çabalarıyla bazı Alevileri Alevilikten uzaklaştırdıkları gibi, imansız ve ikrarsız duruma getirdiler.
İmansız ve ikrarsız duruma getirdiklerinden sonra şeytani düşüncelerini onların akıllarına zikrettiler ve böylece şeytani lainler türettiler.
Bu türeyen şeytani lainler kuşkusuz, "bildiğimiz Alevilerden olmadıkları kesin;
Hatta kendilerinin benimsedikleri yoldan, kimlere hizmet ettiklerini anlamakta pek tabii mümkündür.”diyor ve devam ederek,
Ben şiirlerimde Alevilere önem veren canları hep yüceltmeye çalışmışımdır.
Sonuç itibariyle Alevilere bir hizmet var.
Oysa ki bu Ali’siz Aleviler, muaviye’nin yazılarla Hz. Ali’ye “seb” ettiği gibi, bu gün de benim şahsıma “seb” etmeye çalışıyorlar.
Bu dayatmacı zümrelerin başkalarının düşüncelerine asla tahammül etmedikleri gün gibi aşikardır” Şahsıma “seb” edenler hangi düşünceye sahip olurlarsa olsunlar.
( pek tabi düşünceleri bellidir)
Ancak ki ben Allah'a kul, Hz. Muhammed'e ümmet, Hz. Ali'ye talip, Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in değerlerine önem veren ve inanan bir insanım.
Ben bu şekilde bu yolda yürüyeceğim, inanmaya da devam edeceğim.”diyerek sözünü noktalıyordu.
Bazı kişilerin İnsanlığa hizmet etmekten uzaklaşarak lüzumsuz yere bazı yazıları yazmaları ne kadar doğrudur?
Allah aşkına bu insanlar hangi düşünceye sahipler?
Bu ayrımcı bağnaz zihniyetlerin yüzünden değimliydi?
1980. Yılı öncesi siyasi görüş farklılıklarından dolayı kardeş kardeşin canına kıymaları?
Bu yobaz ve gerici zihniyetin yüzünden insanlar birbirlerinin canlarına kıymadılar mı? 1980. İhtilali ne sebepten dolayı zuhur oldu?
Dünyada ve Ülkemizde barıştan daha iyi şey ney olabilir ki?
Barış varken düşmanlığa, çekişmeye, ayrıştırmaya ne gerek var?
Oysaki ben şiirlerimde iyi işler yapanları hep övmüşümdür.
İyi işler yapmayanları da hep yermişimdir.
Aşık Mahzuni Şerif misali yani?
Deyip bir kıta şiirle son bulur...
Beni yargılayan aziz dostlarım
Tarafsızlık ilkesine uymazlar
Kerbela da başlar bütün yaslarım
Niye bu çığlığa kulak asmazlar?
Bu dörtlükten sonra ayriyeten, Almanya’da olupta burada ki insanları yargılayan provokatörlere tokat atar gibi bir şiirle devam eder…
BİR ZAMAN ORADA EĞLEŞİN HELLE
Avrupa da bazı ahkam kesenler
Bir zaman orada eğleşin hele
Bir batman da kırk bin dili dökenler
Buraya gelin de konuşun hele
Boş akıllar benim kafamı sarmaz
Kimse kimse için ateşe yanmaz
Yiğitler dışardan çığırıp durmaz
Orda değil burada savaşın hele
Çoğuna can geldi o avrupa'da
Kimide durmuyor aynı kararda
Herhalde yeriniz geniş orada
Yiğit gibi burada eğleşin hele
Boşa demeyin ki er oğlu erim
Dilimde tüy bitti kalmadı ferim
Orda çığırtkana yiğit mi derim
Gel de bizim elde söyleşin hele
Kul Yusuf der kimi onbaşı çavuş
Cebindeki euro bilmiyor kuruş
Gel de benim gibi burada yarış/konuş
Önce kendinizle halleşin hele.
Ayriyeten, Almanya'da yaşayan bir canımız Haydar Siliseri tarafından böyle bir yazıyı kaleme alıp Yusuf Aslan’a göndererek onore etmiştir.
Değerli Yusuf Aslan Şair;
Benim memleketimin berrak ve saf - ter temiz, Kaleminin ve yüreklerimizin sevdası, inancımızın Toroslarda ki sesi ve Ehlibeytimizin sancaktarı gibi hizmet eden sevgili Ozanım.
Bizim birlikteliğimize, maneviyatınla km lerce uzaklardan sunduğun desteğine şükranlarımı iletiyor sevgiyle kucaklıyorum.
Günaydın, hayırlı sabahlar sevgili ozanım.
Aşk ile Ehli Beyt yoluna devam etmekteyiz.
Yüce Allah bizleri utandırmasın.
Bundan böyle Avrupa'da Alevi Canlarımızın ikrarına sadık kalarak, Onun dik duruşuna hak ve hukukuna sahip olacağı - barış ve sevgi içerisinde uluslararası hukuka saygılı, Allah'ın birliğine Hz. Muhammed’in Peygamberliğine, Hz. Ali'nin Velayetine inanan
Kur'ân-ı azîmüşşan'ı Kitabımız olarak kabul eden, Allah'ın ipine sımsıkı sarılan Nuh'un gemisine binmiş gibi kurtuluşa erer" diyen Hz. Muhammed'in işaret ettiği Ehlibeytine bağlı olmakla birlikte Alevi İslam yolunda ciddi bir kurum olarak devletlerin dahi muhatap alacağı, hakkın rızalığı ile resmen yarın Dortmuntd'da, Almanya ve Avrupa Alevi İslam Birliği'nin yönetim kurulunu ilan edeceğiz.
Tüm insanlığa hayırlı uğurlu olmasını dilerim.
Mübarek Muharrem Ayında ve Mübarek Perşembe gününde böyle sizler gibi güzel canlarla bir arada olmaktan mutluluk duymaktayım.
Sevgilerimle kıymetli ozanım."diyerek sözlerini noktalamıştır.
Şair Yusuf Aslan ise, Sevgili Haydar Siliseri kardeşim, Hz. Ali'nin elinin üzerinde Hz. Muhammed'in eli var; Hz. Muhammed'in elinin üzerinde ise Allahutealanın eli var; Hz. Ali’nin elide Ehli Beyt yolunda hizmet edenlerin üzerinde olsun İnşallah.
Zaten Fetih suresi 10 ayette aynen şöyle açıklanmıştır!
Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler.
Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir.
Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur.
Kim de Allah'a verdiği sözün gereğini yerine getirirse ona (Allah) büyük bir ecir verecektir.
Yolunuz açık işiniz rast gelsin.
Çukurova Belediye Başkanı Sayın. Soner Çetin beye yazdığım şiirimi takdim ederken Başkanın yüzündeki mutluluğu görüyorsunuz?
Dostlar, ahbaplar, yarenler sizlere soruyorum?
İnsanları yüceltmenin - onurlandırmanın neresi kötü ki acaba?
SAYGI DUYAR BAŞKANIM
Her ne kadar "Çetin" ceviz olsa da
Tüm canlıyı sever sayar başkanım
Bazen iyilikten maraz çıksa da
Ona bile saygı duyar başkanım
Hep boynumu büktü dostların nazı
Ta ezel ezelden yazılmış yazı
Hiç yerde kalır mı yiğit'in sözü
Sanmayın sözünden cayar başkanım
Elbette ki gelip geçer bu günler
İçimden ne geçer ne bilir eller
Aleme haykırdım şu bizim "Soner"
Taş üstüne bir taş koyar başkanım
Çukurova kolumuzla elimiz
Şeker şerbetimiz hem de balımız
Bir söyler bir daha söyler dilimiz
Gözlerimiz seni arar başkanım
Hep derim ki başa gidelim siftah
Hayır hasenatta eylemez tamah
Kul Yusuf der zikrim hep habibullah
Ya Bismillah deyi uyar başkanım.
Ayriyeten Zeydan Karalar beyin Seyhan Belediye Başkanı olduğu dönemde yine bir şiir yazarak kendisine takdim ettim.
ZEYDAN KARALAR
Yıllar sonra ben bir dosta kavuştum
Öğrendim ki ismi Zeydan Karalar
Altmışından sonra varıp buluştum
Öğrendim ki ismi Zeydan Karalar
Gördümki hizmette nice ağ Ören
Ondan gayri yoktur bu yolu süren
İnsanlığa bu hizmeti hak gören
Öğrendim ki ismi Zeydan Karalar
Görünce yüzünü alırsın güven
Senin benim gibi mevlayı seven
Böyle civangere daha ne diyem
Öğrendim ki ismi Zeydan Karalar
Kardeşi olsada tutup kayırmaz
Eğer suçlu ise onu savunmaz
Ondandır bundandır deyi ayırmaz
Öğrendim ki ismi Zeydan Karalar
Bedenimi vurdum güneşte yanmış
Kimisi ağlamış kimisi gülmüş
Duydum ki Yusuf'un yoldaşı olmuş
Öğrendim ki ismi Zeydan Karalar.
Acımasızca yapılan bazı yorumlarada şöyle cevabım şöyleydi?
1980. Yılı öncesi siyasi görüş farklılıklarından dolayı kardeş kardeşin canına kıymadılar mı?
Yüce Mustafa Kemal Atatürk yedi düvelle savaş ederek ülkeye barışı getirmedi mi?
Barış hangi bir ferdin, hangi bir insanın kötülüğüne olur ki?
Ülkede barış olursa, huzur olur, mutluluk olur, barış olursa anaların gözyaşı akmaz, babalarında ciğerleri yanmaz.
Tabandan tavana kadar kimileri iyi işler, kimileri de yanlış işler yaparlar.
Ben ise iyi işler yapanların iyiliğini, yanlış işler yapanların da yanlışlarını yazmaya çalışıyorum.
İyi işler yapanlar onore oluyor, yanlış işler yapanlar ise, yaptıklarından mahcubiyet duydukları gibi, yaptıkları yanlıştan geri dönmeleri yüzde seksen artıyor.
Bu da güzel bir olgu olmuyor mu yani!
Sizce de öyle değil mi?
Ayriyeten, kişiyi onore etmek adına, şiir yazarak ben bir makama, bir mevki’ye gelmedim ki yaptığım iş yağcılık olsun.
Ben sadece hizmet erlerini takdir ediyorum.
Hepsi bu…
Yinede bu vesileyle sizleri muhabbetle, saygıyla selamlarım.”diyerek noktalıyordum.
1378 yıl önce Fırat nehrinin kenarında bulunan Kerbela denen yerde Ehli Beyt hanedanı Hz. Hüseyin'e bir tas suyu bile vermeyerek yezit'in elinde şehit edilen mazlum Hüseyin’e ve Hz. Hasan’ın cenazesine yapılan zulmü kısa da olsa hatırlatmayı uygun gördük…
Ahirzaman Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın cennet gençlerim dediği sevgili torunlarının başlarına gelenleri cümlealemin bildiği gün gibi aşikar.
Hz. Hasan hakka yürümüş ve cenazesini defnetmek için götürürlerken, Zat’ın biri bir katıra binmiş, Beni Ümeyye’den bir grup şahısla ve köleleriyle birlikte cenazenin önünü keserek İmam Hasan’ın Peygamber (s.a.v)’in kabrinin yanında defnedilmesine izin vermeyeceğini söyler. ”Mesudi’nin rivayetine göre İbn-i Abbas şöyle der? “Sana şaşıyorum ey zalim!
Halkın Cemel (Deve) günü demesi sana yetmiyor mu ki şimdi de Katır günü desinler;
Bir gün deveye bir gün de katıra binerek Resulullah (s.a.v)’in hicabını yırttın (ihtiramını korumadın), Allah’ın nurunu söndürmek mi istiyorsun?
Halbuki müşrikler istemese de Allah-u Teala nurunu tamamlayacaktır.
Biz Allah içiniz O’na doğru dönücüleriz.
Yusuf Sibt bin Cevzi Tezkiret’u- Havass’il - Ümme s. 122’de, Allame Mesudi İsbat’ul - Vesiyye, s. 136’da, İbn-i Ebi’l - Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 18’de (Ebu’l- Ferec ve Yahya bin Hasan’dan naklen) Muhammed Havendşah Revzat’us- Safa, c. 2’de, Ahmed bin Muhammed bin Hanefi Tarih-u A’sam-i Kufi’nin tercümesinde, İbn-i Şahne Revzat’ul- Menazir’de, Ebu’l - Fida ve başkaları da kendi tarihlerinde nakletmişlerdir.
Bazıları da ona şöyle dediğini rivayet etmişlerdir? “Bir gün deveye bindin, bir gün de katıra; yaşayacak olursan bir gün de file bineceksin.
(Yani Ebrehe gibi Allah’la savaşmaya kalkışacaksın.) Sana sekizde birin dokuzda biri düştüğü halde sen hepsine el koydun bire zalim…
Ancak Haşimoğulları kılıçlarını çekip onları defetmek isteyince İmam Hüseyin (a.s) engel olarak “Kardeşim, cenazesinin arkasında bir hacamat boynuzu kadar bile kan dökülmemesini vasiyet etmiştir.”Buyurur ve bu yüzden cenazeyi geri götürüp baki mezarlığında defnederler...
Ve yıllar sonra Hz. Hüseyin’in Kerbelada yaşadığı vahim olaylar vukuu bulur.
Yezidin komutanı Ömer b. Sad, İmam Hüseyin’e karşı tabi ki efendisi Yezid’in halife olduğunu öne süren bir cevap vererek.
Şöyle hitab ediyordu?
Peygamberimizin getirdiği Kur’an’da açık bir ayet vardır, anlamı şudur?
Allah’a, Allah’ın peygamberine ve Ülûl-emre itaat ediniz…”diye emrediyor.
Bugün emir sahibi Muaviye’nin oğlu Yezid’dir.
Sen ona itaat etmemekle Cenab-ı Hakkın ve onun Peygamberinin emirlerine muhalefet ediyorsun.
Buna binaen asisin. Şurada ümmet huzurunda Yezid’e biat et.”diye zorluyordu.
İmam Hüseyin ise şöyle cevap veriyordu?
Ya Ömer, sen Kur’an’ın o ayetinin manasını işine geldiği gibi yorumluyorsun. O ayet Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi’nin 59. ayetidir…
Ayetin anlamı şudur?
Ey iman edenler, Allah’a itaat ediniz.
Allah’ın Resulüne itaat ediniz.
Ancak, Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine itaat eden Ülûl-emre itaat ediniz. “diyor.”diyerek cevap verse de nafileydi.
Ancak, o sırada hasta olan ve İmam Hüseyin tarafından savaşa girilmesine izin verilmeyen İmam Zeynel Abidin’den başka yanında kimse kalmayınca kadın ve çocukları kız kardeşi Zeynep’e emanet bırakarak, “Hakk Yolu’nda ölmek, yük altına girmekten üstündür ”deyip savaş meydanına girmişti.
Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek, atından düşürüldü ve İmam Hüseyin şehid edildi.
Peygamberin torunu İmam Hüseyin’in vücudunda otuzüç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı (10 Muharrem 61-10 Ekim 680).
Yine Taberi’den nakledildiğine göre Yezid’in kendisi gibi zalim ve insanlıktan nasiplenmemiş komutanı Ömer b. Sad on süvari görevlendirerek
Hz. Hüseyin’in cesedini göğsü ve arkası ufanıncaya, topraklar içinde belirsiz oluncaya kadar atlarına çiğnettiler. (Taberi’den aktaran Köksal, ty: 204)
Kerbela vakasını bilen Yusuf Aslan İmam Hüseyin’i anmak ve hatırlamak adına şu şiirleri dile getirmişti?
HÜSEYNİ HATIRLASIN
Kim bir yudum su içerse
Şah Hüseyni hatırlasın
İki damla yaş düşerse
Dizine vurup ağlasın
Fırat nehri kenarında
Şehit düştü kerbelada
Kardeşinin feryadında
Zeynep karalar bağlasın
Zülcenah kana boyandı
Halleri hakka ayandı
Hüseyni gören ağladı
Zeynel Abidin neylesin
Şimrde Hiç yoktur iman
Ubeydullah etti tamam
Zalim yezit'te bir zaman
Kendi kendini eğlesin
Kana kesti fırat boyu
Çıplak revan oldu toyu
Ya İmam Hüseyin deyi
Kul Yusuf dövünüp yansın.
ÖRNEK YAŞAMDIR HÜSEYN
Bir cümle alemin gözünün nuru
Kerbelada şehit düşendir Hüseyn
Ahmet-i Muhtarın nazlı torunu
İnsanlığa örnek yaşamdır Hüseyn
Kur'an-ı natığın ikinci oğlu
Münkür münafığa uğradı yolu
Zülcenah'ın gözü kan ile dolu
İmanla İslama koşandır Hüseyn
Bir yanı Fatiha bir yanı ihlas
Yaratan aşkına eyledi heves
Atası Muhammed Ali'den miras
İmandır ikrardır kuşamdır Hüseyn
Bir melun yezide uydular eyvah
Şimr’in emriyle değişti küllah
Fıratta kayboldu gözden Zülcenah
Feryadı figanı taşandır Hüseyn
Muhammed Cibrilden duyunca hemen
Başından göklere yükseldi duman
Bizim Kul Yusuf'ta Hüseyne kurban
Onurdur şereftir şandır Hüseyn.
Her ne kadar pervasız provokatörler çoğalırsa çoğalsın, hiçbir zaman yürüyen kervan yolundan kalmaz.”Dedikleri misali ne Alevi dernekleri ne Cem Evleri, nede Yusuf Aslan çizdikleri çizgide – yolda ilerleyerek yollarından kalmayacaklardır.
Zeydan Karalar bir konuşmasında Topluma hizmet açısından merkezi yönetimlerden daha ziyade, yerel yönetimler halka doğrudan hizmet yapmak ve toplumla iç içe olmak durumundadırlar.
Örneğin, ekseriyetle belediyelerin en çok muhatap olduğu kesim engellilerdir.
Engellilere götürülecek hizmetler, sosyal belediyeciliğin aslını ve esasını oluşturuyor.
Tabi ki belediyelerin alt yapı çalışmaları yol, kaldırım, kanalizasyon, asvalt gibi hizmetler rutin işlerdendir.
Sosyal belediyecilikte rutinin dışına çıkarak toplumun bütün katmanlarını, sosyal hayattaki ihtiyaçlarını karşılamak ve onları mutlu edecek hizmetler sunmak ta esastır.”Diyor ve böyle devam ettiğimizde, belediyelerin topluma yaklaşımı ve tanıması elzem olduğu ortaya çıkıyor.
Toplumunda belediyelerden beklentileri nelerdir?
Bunları örnekler vererek aşağıda sırasıyla belirtiyordu.
Halk ile Belediye arasında diyalog kurularak birbiriyle istişare içinde olmaları önem taşımaktadır.”diyor ve bu gibi sıcak ilişkiler göz ardı edilmemesi gerekmektedir diyerek belediye hizmetlerini şöyle sıralıyordu?
1: Kişisel gelişimlerine katkıda bulunma
2: Diğer insanların ihtiyaçlarını anlama ve onlara yardımcı olma
3: Güvenme ve güvenilme
4: Zayıf ve güçlü yönlerini tanıma
5: Özgüvenin artması
6: Önyargılardan ve yersiz korkulardan kurtulma
7: Toplumda olumlu bir etki yaratma
8: Sorumluluk alma gibi…
Sosyal belediyeciliği irdelediğimizde ve görüldüğü kadar belediyelerin bunlardan daha fazlasını halka götürdüğü-hizmet ettiği ortaya çıkmaktadır.
“Mart’ın Sonu Bahar”
“Her Şey Çok Güzel Olacak”
Kitabın içinde bulunan ana başlıklar!
1: Adana / Karşıyaka Seyhan Mahallesi sakinlerinden Kamil Karalar ve kıymetli eşi Güllü hanımın yaşamları ve dünya’ya gelen oğulları.
2: Örf ve adetlere göre bebeğin tuzlanması, ilerleyen zamanlarda diş hediği.
3: Bebeğe Zeydan isminin verilmesi töreninde sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunması.
4: Kamil Karalar’ın çok sevdiği oğluna ninni mahiyetinde şiir okuması.
5: Yüreğir’de bulunan Mezbahanede çalışması.
6: Zeydan’ın İlkokula başlaması.
7: Ramazan ayının gelmesiyle birlikte Şıh efendinin cemaata Hz. Ali’den
vaaz vermesi.
8: Zeydan’ın İlkokulu bitirdikten sonra, Seyhan ortaokuluna yazılması.
9: Zeydan’ın Atatürk hayranı oluşu ve Nutuk kitabından Sevr ve Lozan anlaşmaları.
10: Atatürk’ün düşünceleri ve Sivas kongresinden dönüşte Hacı Bektaş dergahını ziyareti.
11: Kefeli köyünden bir arkadaşıyla Cem ibadetine katılması ve Alevi Sünni köylerinin bir arada kardeşçe yaşamaları.
12: Zeydan Ortaokulu bitirdikten sonra, Seyhan Lisesine başlaması ve Atatürk’e hayranlığının daha da artması.
13: Zeydan Liseyi bitirdikten sonra, Çukurova Makine Mühendisliği bölümünü kazanması!
14: Zeydan’a kız istemeleri ve evlilik aşaması.
15: Zeydan’ın C.H.P. ‘nin gençlik kollarında hizmet etmesi ve İl başkanlığına atanması.
16: Zeydan Karalar’ın Çukobirlikte iş hayatı
17: Zeydan’ın 2014’ yılında Seyhan Belediye Başkanlığı’na seçilmesi ve Spora ağırlık vermesi.
18: Başkan Zeydan Karalar’ın Adana Büyük Şehir Belediye Başkanlığına seçilmesi.
25: Başkan Zeydan Karaların bu özverili hizmetlerinden dolayı Adana halkının gönlünde sevilmesi ve yer alması.
Allahuteala böyle hizmetleri her kuluna nasip eylemez.
Ancak, ne mutlu ki cümle canlara, Ülkemizde Vatana ve Millete hizmet eden böylesi vefakar canlarda var.
Bu vesileyle cümle canları muhabbetle, saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Yusuf Aslan.